Bizim Pazara Da Nur Yağacak Mı?

AKP iktidarının “resmi” ve milli günleri düşük düzeyde kutlamaya başladığından beri, bu günlerin halkın belirli bir kesimi tarafından her geçen sene daha gönüllü ve içten kutlandığına dair kimi tespitlerde (özellikle kendini Atatürkçü olarak tanımlayanlar tarafından) bulunulur. Önemli bir haklılık ve doğruluk payı bulunan ve süreklileşen bu tespite, Afganistan’da yaşananlar ile Nuray Mert, Hasan Cemal ve Murat Belge’nin takdirleri[1] önemli katkı sundu.  

Geçtiğimiz dönemlerde Atatürkçü kesimlerle önemli “polemikler” yaşayan ve Kemalizm’e net olarak mesafe koyan kimselerin takdiri, insanın aklına ister istemez “Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı” atasözünü getirmekte. Fakat bu takdirin eskiye rağbetten çok “eskiye rahmet okumakla” ilgili olduğu ortada.[2] Ve eskiye gösterilen bu takdirin altında ise modernleşme, laiklik ve cumhuriyete dair görüşlerin çarpıklığı yatmakta.

Modernleşme ve Özneleşme 

19. yüzyılın başlarında Osmanlı’da başlayarak kopuş ve süreklilik içerisinde Türkiye Cumhuriyeti döneminde de devam eden “modernleşme” süreci, coğrafyamızda tartışması hiç bitmeyen bir konu olarak yaşamını sürdürüyor. Neredeyse iki yüzyılı aşan bu süreçte, önemli düzeyde belirli bir ilerleme sağlanmış olsa da “geriye” gidileceğine dair ciddi bir kaygı da yaşanmakta. Fakat bu ilerlemeler ile gerilemeye dair kaygılar, modernleşmenin özünden çok biçimine odaklanmakta. Haliyle de meselenin, yani modernleşmenin, derinleşip geniş bir alana yayılarak nüfuz etmesi ve kalıcılaşmasında birçok engel ortaya çıkıyor.  

Modern olmanın ”kabaca içki içebilme, kadınların giyinme ve eğitim alma özgürlüğü’nün” vb. biçimsel (bunların da oldukça önemli olduğu tabi ki su götürmez) yönüyle ele alınması, bireyin ve birey dolayımıyla toplumun özneleşmesi gibi modernizmin en önemli gündemlerinden birinin tartışılmasını gölgelemekte. Çünkü modernleşmenin biçimselliğinin “dışarıdan verilmesi”, onun bir özne tarafından inşa edilebilir olabileceği düşüncesini arka plana atmakta. Nitekim bu düşüncenin belki de en kristalize hali olan ”Komünizmi de biz getiririz” cümlesi de, halkın ve yurttaşın bir şeyi alabilecek halde olmadığını, yüce bir nesnenin (yani devletin) ona vermesi gerektiğini ifade ediyor. Buna “cumhuriyet kurulduğunda işçi sınıfı mı vardı ki sosyalizm kurulsun”dan “halk cahil, hala AKP’ye oy veriyor”a uzanan düşünce silsilesini eklediğimizde halkın ve yurttaşın özneleşebileceği ihtimalinin “modern”, ”çağdaş”, “aydın” ve hatta liberal kimseler tarafından hor görüldüğü ortaya çıkıyor. Böylece ülkede olabilecek ve hatta olması gereken “olumlu” ve ilerici şeylerin birtakım yüce nesneler tarafından gerçekleştirilmesi bekleniyor. 

Cemal ve Belge’de ise bu yüce nesnelerin başında “Batı” gelmekte. Cemal’in yazısında[3] Erdoğan’ı eleştirirken “Batı’ya sırtı dönük olan… Yüzü Doğu’ya dönük olan…” demesi ve yine Belge’nin yazısında[4] “Böyle bir kavgada, doğal olarak “Atatürkçü” dediğimiz kesime daha yakınım, çünkü benim Türkiye’nin “Batılılaşma” kararıyla bir kavgam yok. Tayyip Erdoğan ve onun sözcüsü olduğu kesim Batı’dan nefret ediyor. Onların Atatürk’le kavgası bu kararı vermesi ve toplumu Batı’ya açmasına dayanıyor” diyerek “Batı”yı işaret etmesi, olumlu şeylerin Batı’nın etkisiyle ve eylemiyle gerçekleşebileceği düşüncesinin egemen olduğunu gösteriyor. Keza Nuray Mert’in de konuşmasında başta kadın ve ekoloji hareketi gibi toplumsal hareketleri göz ardı ederek, Atatürkçülere “sivil toplum” ödülünü vermesi de “Batı”ya işaret etmekle birlikte önceki “reformları” gerçekleştiren devletlûlara yönelik utangaç minnettarlığı ortaya koyuyor.[5] 

Böylece bir zamanlar Kemalizm’e mesafe almış kimselerin “rahmetten” kaçılmaz diyerek “koşması”, onların aslında yüce nesneye karşı olmaktan birkaç adım mesafe koyduklarını gösteriyor. Ve bu koşuşun hiç de şaşırtıcı olmadığını.

Kendinde Değil Kendi İçin 

Benzer bir durum laiklik konusunda da görülüyor. Taliban’ın Afganistan’da iktidarı ele geçirmesinin ardından duyulan “kaygı”, var olan haklara şükredilmesi gibi bir duruma yol açtı. Hatta bu durum kimilerinde laikliğin “özgürlükçü” olamayacağı, tepeden dayatılmayla gerçekleştirilmek zorunda olduğu düşüncesine neden oldu. 

Bu düşünce kimilerinde cumhuriyetin ilk dönemlerinde yapılan “reformların” (pardon “devrimlerin”) savunusuna kadar da gitmiş durumda. Fakat burada da yine eyleyebilecek öznenin halk değil, yüce nesne olduğuna dair düşünceyi görmekteyiz. Dolayısıyla kimseye sormadan “modernleşme” hamlesini başlatan ve “devrimlerle” bu modernleşmeyi başaran yüce nesneye sahip çıkmalı, halkın özneleşmesi de bu arada gerçekleşebilirse sevinelim, yoksa da bu ilerlemelere sevinelim denmekte. Peki ya yüce nesnenin bu hamleleri halkın özneleşmesi için mücadele verenlerin canına kast edip, “cahil” halkın özneleşmesini engellemiş ve yine yüce nesnenin sermayenin çıkarları doğrultusunda cevaz verdiği “karşı-devrimciler” bu “reformları” eğip bükmüşse? Yani en başından beri sermayeyi kendi fidesinde yetiştiren yüce nesnemiz, bu “reformları” halkın çıkarları doğrultusunda değil de hep sermayenin dönemsel çıkarları doğrultusunda yapmışsa? Ve bu sorular bugün hâlâ devam ediyorsa? 

Bu sorulara “verilmeyen” cevapların da aslında solun önemli bir kesiminin “kendisi” olmaya cesaret edememesinin yanı sıra halkın ancak sınırlı koşullarda özne olabileceği düşüncesine sahip olduğuna işaret ediyor. 

Solun krizinin de etkilediği bu düşünce, halkçı kitlelerin önemli bir olasılık olan üçüncü yola yani demokratik bir cumhuriyet mücadelesine değil, CHP ve İyi Parti’nin öncülüğündeki restorasyon cephesine yönlendirilmesine destek sunmuş oluyor. Böylece hem kapitalizmin krizinin hem de devlet krizinin yarattığı boşlukta siyasal alanda kazanılabilecek önemli bir konum heba ediliyor. Bu konumun kazanılamaması ise ileride daha geniş alanlara yayılabilmeyi sağlayacak bir “üssün” oluşmasını da engellemekle birlikte solun krizini de derinleştiriyor. Ve buna ek olarak Kemalizm ile yapılamayan hesaplaşma sosyalist solun siyasal alanın yanı sıra “ideolojik” alanda da konumlanma fırsatını kaybetmesine neden oluyor. 

Kapitalizmin derinleşen krizi, pandemi süresince insanlardan oluşan kapitalizm karşıtı düşüncelere ek olarak Türkiye’nin dört bir yanında çeşitli biçimlerde kendini ortaya koyan halkçı direnişler, sosyalist solun hem siyasal hem de ideolojik alanda önemli bir alan kazanabileceğinin göstergeleri olarak önümüzde duruyor. Fakat bu alanı kazanabilmenin yolu “kendinde” olmaktan değil “kendisi için” olmaktan geçiyor. 

Bu bağlamda sosyalist solun, liberallerin gösteremediği basireti gösterip, yüce nesneye bağımlı özneleşmeyi değil, kendi mücadelesinden doğru bağımsızca özneleşme cesaretini göstermesi gerekiyor. Bu “bağımsızlık” kendisini steril ve küçük alanda konumlanarak değil yaşamın her alanına müdahale edip eyleyenlerle ilişkili bir biçimde “kendisi” olarak konumlanmaya çalışmakla mümkün olabilir. Sokaklarda, meydanlarda ve günlük yaşamın her alanında gösterilen irili ufaklı çabalar ise bu mümkünün mümkün olabileceğini işaret ediyor. Yeter ki başka pazarlara değil kendi pazarımıza meyil edelim. Son sözü Aşık Veli’ye verelim: 

“Veli’m pire vardı pir meydanında, Her ne ister isen var meydanında, Alışveriş eylen kâr meydanında, Metahım bezirgan malıdır deyi.”

Dipnotlar

[1] https://medyascope.tv/2021/08/31/nuray-mert-ile-soru-cevap-9-ataturkculuk-turkiyenin-en-basarili-sivil-toplum-hareketi-oldu/

https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/erdogan-in-2023-te-ataturk-ten-cumhuriyet-ten-intikam-almasina-izin-vermeyecegiz,32319

https://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/30-agustos-ve-ataturk,32315 

[2] Eskiye okunan rahmet, akıllara şu fıkrayı getirmekte: Günün birinde bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaktadır. Elbette yağmur yağdığı vakit ya koşulur, ya da bir yerlere sığınılır. Nasreddin Hoca da yağmurun yağışını ve sokakların yalnızlığını pencereden seyrederken bir de bakar ki yağmurdan kaçan bir adam… Hoca biraz dikkatli baktığında bunun bir komşusu olduğunu anlar ve pencereyi açarak; “Komşu, komşu, utanmıyor musun, niçin Allah’ın rahmetinden kaçıyorsun?” deyince adam koşmayı bırakır ve yavaş yavaş evine doğru gider. Bu arada adamın da ıslanmadık yeri kalmaz. 

Ertesi gün hava yine yağmurludur. Bu defa Hoca Efendi alışveriş için sokağa çıkmıştır. O, işini bitirip de hızlı adımlarla evine doğru giderken bir gün önceki komşusunun evinin önünden geçer. Bu sefer komşusu; “Hoca Efendi, Hoca Efendi, sen dün bana ‘Allah’ın rahmetinden kaçılmaz. ’ demiştin; bak şimdi kendin kaçıyorsun.” deyince, Hoca komşusuna doğru döner ve; “Be adam! Ben Allah’ın rahmetinden kaçmıyorum, Allah’ın rahmetini çiğnememek için koşuyorum.” der.

[3] https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/erdogan-in-2023-te-ataturk-ten-cumhuriyet-ten-intikam-almasina-izin-vermeyecegiz,32319

[4] https://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/30-agustos-ve-ataturk,32315

[5] https://medyascope.tv/2021/08/31/nuray-mert-ile-soru-cevap-9-ataturkculuk-turkiyenin-en-basarili-sivil-toplum-hareketi-oldu/