İndirin Savaş Baltalarınızı, İfşa Feminist Bir Eylemdir 

Taciz-flört, ifşa-linç, intikam-eylem, karakter-erkeklik-erkek egemenliği, kadının beyanı esastır-masumiyet karinesi…

Her yeni ifşa eylemiyle birlikte, tüm bu kavramlar yeniden tartışmaya açılıyor. Hem de öyle kavramsal düzeyde bir incelik ve derinlikle falan değil, öyle sığ ve bayağı, soyutlamak bir yana “ben” merkezli bir somutlukta tartışılıyor. Oysa bu kavramlar arkasında milyonlarca deneyim ve analiz barındırıyor.

Dolayısıyla artık bunun bir anlamama anlayamama hali olmadığına, kanaat getirmek gerekiyor. Bu tartışmalar doğrudan, kavramları ve onların gerisindeki algıları manipüle etmek için yapılıyor.

Kadın hareketinin tarihinde oldukça benzer örneklerine rastladığımız, bugünkü iktidarın da halk üzerinde sıkça kullandığı manipüle etme yöntemi, erkek egemenliğinin hala en çirkin ve en kadim yöntemlerinden biri.

Peki bunu kim, neden yapıyor?

Bu sorunun cevabı kişiye, kuruma, olaya, duruma göre değişmiyor, bunu erkekler yapıyor. Çünkü bu kavramların gerçek anlamlarıyla bir dertleri var. İçerisinde bulundukları iktidar alanının onlara sağladığı avantajlardan, bundan aldıkları güçle gerçekleştirdikleri hareketlerden, söylemlerden ve eylemlerden vazgeçmek istemiyorlar.

Bu algı operasyonu, onların, iktidar alanlarını ve avantajlarını savunmak için kullandıkları bir silaha dönüşmüş durumda. “Taciz değil, flörttür o”, “Buna ifşa değil, linç derler”, “Her erkek aynı değildir”, “Sanatını değil karakterini yargıla”, “Dertleri mağduriyet gidermek değil, intikam almak”, “Kadının beyanı esassa masumiyet karinesi ne olacak”.

İşte bu düpedüz, bilinçlice eylemi amacından, içeriğinden, hedefinden saptırmaktan başka bir şey değil.

Yani kavramın barındırdığı algının içerisini ne kadar boşaltırsanız, onu ne kadar başka algılarla genişletip karmaşıklaştırırsanız o kadar gerçekliğinden ve gerçek anlamından uzaklaştırırsınız.

İfşa mı, linç mi tartışmasını da bu anlamda çok “başarılı” yürüttüler. Fakat ifşa feminist/kadın hareketinin çok uzun zamandır kullandığı bir eylem biçimi. Bunun sosyal medya ile daha görünür olmuş olması da gücünü tarihselliğinden ve deneyimlerden almasıyla ilgili.

Fakat sıra ne zaman Türkiye çapında çok daha tanınmış birine geldi, bir erkek alan olarak edebiyat bütünüyle tartışılmaya başlandı, ifşaların ardı arkası durmadı, ifşa eylemi “me too” benzeri bir sarsıcı etki yarattı. İşte o zaman “ifşa” oldu “linç”(!).

Neden? Çünkü büyüyen bir eylem, amacını aştı, birçok kadına ulaştı ve erkekler (troller) ne yapsa da engelleyemedi.

Elbette sosyal medyada linç tutumları ve bu tarz yönelimler gerçek bir durum. Sosyal medyanın kendine, kullanımına oldukça içkin. Fakat kadınlar bu eylemi o kadar iyi yürüttüler ki, linç diye adlandırılabilecek bir şey üretilmedi, dolaşıma sokulmadı. Başka hiçbir hashtagde milyonlara ulaştığı için linç olarak değerlendirilemezdi.

Ama işte gel gör ki, onca çaba bunun bir ifşa eylemi olduğu gerçeğini değiştiremedi. Çünkü pes etmeye hiç de niyeti olmayan, erkekliği ve temsil ettiklerini oldukça iyi tanıyan ve korkmadan sonuna kadar devam eden, dayanışmacı ve mücadeleci ruh giderek büyüyor. Sosyal medya eylemlerine de sıkışıp kalacak değil.

Ayvaz Kasap Hepsi Bir Hesap 

Ne yaparsanız yapın, ilk tepkiler, ilk değişimler hep en yakın çevrede gerçekleşir diye düşünür ve öyle olmasını beklersiniz. Mesela karma örgütte (sendika, meslek odası, sol parti, dernek, dayanışma kurumları vd.) mücadele eden kadınlar, elbette feminist duruşlarının ve eyleminin önce o kurumlar içerisinde etki yaratmasını bekler. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim.

Taciz her yerden gelebilir. Bir kadın bu örgütlenmeler içerisinde bile her an tetiktedir. Ama böyle yaşayamayacağı için de ilk, o alanın değişimini önemser. Aksi taktirde sürekli sokakta yürürken aldığı önlemleri alarak durmak zorunda olduğu karma alanda, varlığını nasıl devam ettirebilir.

Fakat karma örgütlerde feminist kadınlarla birlikte mücadele etmiş ve hala eden bazı erkekler, beklenilen değişimin kendilerinden gelmeyeceğini açıkça gösteren tepkiler verdiler. Bir kişiden veya tek bir kurumdan değil genel bir tutumdan bahsediyorum. Arkanıza sıralanmalarını bekleyeceklerinizin bir anda karşınızda ilk duranlar olduğunu görmenin hayal kırıklığı da diyebilirsiniz. Evet şaşkınlık değil, hayal kırıklığı, çünkü onca yılın, onca çabanın bir değişimi hakkettiğini düşünüyorsunuz.

Artık bu beklenti oldukça yersiz. Demek ki onca yıl boşa konuşulmuş, deneyimlenmiş, çünkü duvara anlatsan dile gelirdi.

Bu adamların hepsi kadın hareketine, feminist harekete övgüler yağdıran erkekler. Bunlar kadınlarla birlikte ve hatta bazen kadınlar üzerinden politika yapan, kadın hikayelerini romanlarına konu eden, bunlar ortamlarda “en kral feminist adamlar”…

Ne zaman ki sarsılmaz dedikleri koltukları sarsılmaya başladı, hepsinin içerisinden bir kadın düşmanı fırladı çıktı sahaya, o kaleden öbür kaleye top koşturuyor. Ama işte hep kendi kalesine gol atıyor.

Bugün herkes, eylediğiyle ve erkekliğiyle yüzleşirken kendilerinin azade olmadıklarının farkındalar. Çünkü erkek dediğinin iktidarı, kadınlarla eşit ve özgür olmayan bir ilişkiyi belirlerken onun kurallarını erkekten yana yazarken bunu, toplumsal kesimleri ve erkekleri ayrıştırarak yapmaz.

Bu yüzden kimse bulunduğu politik alan itibariyle, kendi erkekliğinden muaf falan değildir. Olsa olsa onunla yüzleşmiştir. Yüzleşmek beraberinde bir kabul veya inkâr gerçeğini getirebilir. Ama değişim bundan sonraki en zor adımdır. Kabul edip de değişime açık olmak, içindeki erkeği öldürmeye her gün yeniden yaklaşmak, avantajlarından feragat etmek öyle kolay olsaydı; bu “koca koca adamlar”-taciz eylemlerinin bolluğundan olsa gerek- soluğu, hızla ve korkuyla yapıldığı çok belli çalakalem savunmalar yapmakta almazlardı. Güç dedikleri güçsüzlükleri de buradan geliyor.

Gerçek güç, yaptıklarını ve yapabileceklerini kabul edip, hiçbir kurnazlığa yer vermeden onu ifade edebilmek, ifade ettikten sonra da her türlü sonucuna razı olarak özür dilemektedir. Örneğin erkekler de “itiraf ediyorum” diye bir hashtag başlatsalar ve yüzleşseler, değişimin ilk adımlarını atsalar nasıl olur? Bu bir beklenti değil. Ama hani 8 Mart eylemlerine gelmek isteyenler, “biz ne yapabiliriz” diye harıl harıl düşünen(!), “nasıl destekleyebiliriz sizi” diye çırpınan erkekler ya sözde, böyle zamanlarda ortalıkta ya akıl verir pozisyondalar ya da hiç yoklar.

Mahalledeki esnafına, evdeki kocaya, babaya, abiye diyorum, feminist solcu erkek, akademisyen, sen anla.

Kadınların verdikleri mücadeleyi, kazanımlarını, deneyimlerini sadece birkaç yazıya malzeme etmenin ötesine geçmeyi fantastik bir eylem düzlemine çekmeye hacet var mı? Bu kadar zor olmamalı söylemlerin ötesine geçebilmek. Kadın hareketinin feminist eylemini destekleyebilmek. Aksi, tüm bu güçlerin kendi tabuları ve erkeklikleri içerisinde hapsolması anlamına gelir.

O Sanat Dediğiniz Şey 

Hasan Ali Toptaş ifşasıyla birlikte birkaç nokta özellikle öne çıkarılabilir.

Anlaşılan o ki, ifşa edilen alan ve erkek bu süreçlerden eskisi gibi çok da zarar görmeden, yaptıklarıyla yüzleşmeden, öyle bir kuru özürle çıkamayacak. Artık bir kadın söylediği ve incindiğiyle kalmayacak; milyonlarca kadının birbiriyle dayanışması sayesinde, o alan ve erkek, eyleminin bütün sonuçlarıyla karşı karşıya kalacak, hesap vermek zorunda olacak.

Bir diğeri ise, erkeklerin, eğitimli, eğitimsiz, profesör, esnaf, sokaktaki, evdeki, sağdaki, soldaki diye ayrıştırılmadan, erkek şiddetinin her türlüsünü uygulayabilirliğinin kabul edilmeye başlaması. Feminist bir eylem olarak ifşa eylemi etkin bir şekilde kullanıldığından bu yana; doktorundan, akademisyenine, yazarına, yönetmenine kadar şiddetin ve tacizin, erkek egemenliğinin baskın olduğu her alandan gelebilir olduğunu göstermiş oldu.

Yine bu örnekte ve daha öncelerinde olduğu gibi, “taciz eden kişiyi yazdıklarıyla, ürettikleriyle değil de kişiliğiyle yargılayalım” söylemi çok fazla öne çıktı. Çünkü bu sefer kadınlar özel girişimler yapmadan yayınevleri ilişiğini kesti, verilen ödüller geri alındı, anlaşmaları iptal edildi.

İfşa edilen erkek, etrafındaki bütün durumlardan soyutlansın, bağlantıları falan sıfırlansın, onu o yapan şeyler ve nerden güç aldığı görmezden gelinsin de öyle yargılansın isteyenler var. Bu “diyalektik bilen adamlar”, erkeklerin tek tek yargılanmasını, o yargılamanın da sadece fiziksel bir bedene yönlendirilmesini istiyor. Kişi kendinden mesuldür. Peki erkek egemenliğinden kim mesul? O öyle bütün erkeklerden bağımsız tepede duran bir güç mü?

Oysa HAT ifşa edilirken arkasından gelen onlarca şair ve yazar ifşası, edebiyat alanının erkekler tarafından nasıl da ele geçirildiğini, kadınları baskılayan bir iktidar alanına dönüştüğünü açıkça gösterdi. Başka bir sürü alan gibi, akademi, eğitim, medya, spor, film… Dolayısıyla dert, öyle birkaç tane tacizci erkekle değil, erkekleştirilmiş edebiyatı özgürleştirmek olduğundan tüm bu eylemler sonuna kadar meşrudur ve asla kişiselleştirilemez. Çünkü edebiyat erkekler tarafından bir kadını taciz etmenin aracına dönüştürülemez. Buna karşı olanlar neyin arkasına sıralandığını oldukça iyi biliyorlar. Sadece bunu bu şekilde konuşmaya cesaretleri yok.

Üç kuruşluk avantajlarını kadınlara nasıl zararlar verdiklerini düşünmeden kullanan, onlarca kadını ayaklarının altında çiğneyerek yükselen bu zavallı adamların, o alandan o iktidardan aldıkları güçle yazdıkları romanların, yaptıkları politikanın, söyledikleri şarkının, çektikleri filmin ne ifade ettiğini tekrar düşünelim.

Varsa Cesaretiniz

Varsa cesaretiniz; tacizi ifşa olduğu için intihar eden erkeği, tacizci erkeğin korumaya çalıştığınız sanat eserlerini değil de erkeklerin tacizleri yüzünden deliren, intihar eden, üretmekten ve yaşamaktan vazgeçen kadınları, onların üretecekleri sanat eserlerinden nasıl mahrum bırakıldığımızı konuşalım.

Katilinin (sevgilisinin) eserlerini ve yaratıcılığını çaldığı, delirttiği, ölümüne sebep olduğu Camille Claudel’i konuşalım. Erkek edebiyatı ve erkek toplum içerisindeki eleştiriler, baskılar, taciz ve şiddet yüzünden sürekli bir başarısızlık hissine kapılıp “deliren” ve intihar eden Virginia Woolf’u, SylviaPlath’ı, Tezer Özlü’yü konuşalım.

Ne dersiniz şu mısraları yazmış 29 yaşında intihar eden genç şair Nilgün Marmara’yı konuşalım mı?

”Mutlu olamam, yalnızca memnun olabilirim.

Burada daha ne kadar öleceğim?
Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca
kestiğiniz yerde? Ben size alışamam.
gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzünüzün yokoluşu.
“Ağlıyordum, onu gönlümde isterdim ve sadece orada.”
Öylesine yoksulluk, bir aşk düşünün sihirli hiç karşılıksız…”

Varsa cesaretiniz, erkekliğinizin öldürdüğü, delirttiği; pes ettirdiğiniz, bildiğimiz bilmediğimiz binlerce kadını ve yazılamamış, yapılamamış sanat eserlerini konuşalım. Yoksa da bir zahmet susun.

Çünkü kadın hareketi feminizmden aldığı güçle şimdi çok daha cesur, inatçı, bir arada ve yılmaz… Kadınlar artık size, sizin manipülasyonlarınıza değil, birbirine inanıyor, birbirine tutunuyor ve birbirinden güç alıyor.

Dolayısıyla evet uykularınız kaçıyor. Tek tek bütün postlarda isminizi arıyorsunuz, o anı bekliyorsunuz. Çünkü aranızdan “hiç beklenmedik” bir erkek daha ifşa edilmiyorsa bunun tek sebebinin, o kadının merhameti olduğunu ya da henüz feminizmle tanışmamış olduğunu biliyorsunuz. Biz kadınların hiç de yabancı olmadığı “korkarak yaşamanın” ne demek olduğunu öğreniyorsunuz. Öğrenmek iyidir ama korkunun ecele faydası yok. İndirin savaş baltalarınızı, kaybedeli çok oldu.