Hüseyin Mat: Alevi Örgütlenmeleri Toplumsallaşmadan Yana Daha Ciddi Projeleri Hayata Geçirebilmelidir

El Yazmaları’nın Notu: Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Eşit Başkanı Hüseyin Mat ile devletin Alevilere yönelik yaklaşımı, iktidarın son dönemdeki politikaları, Alevi örgütlerinin güncel durumu ve demokratik cumhuriyet üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajı okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Aleviler yüzlerce yıldır saldırılara, katliamlara maruz bırakılıyor. Son dönemlerde de yine kapı işaretlemelerinden Alevi kurum yöneticilerine saldırıya uzanan çeşitli adımları görüyoruz. Dersim’de Düzgün Baba Cemevi kapısına “üç hilal” ve MHP yazılamalarının yapılması, Turgut Öker’e verilen ceza, Sivas Katliamı anmasının yaptırılmaması bunlardan birkaçı. İçerisinden geçtiğimiz dönemde Alevilere yönelik bu söylem ve tutumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Ülkede siyasal atmosfer giderek faşizme yönelirken, Alevilere yönelen söylemsel ve doğrudan şiddeti nasıl ele almak gerekir? 

Aleviler tarihleri boyunca zalimlerin zulmüne karşı muhalif kimlikleri ve mazlumların yanında olmaları, egemenleri hep rahatsız etmiştir. Buna paralel olarak özellikle son 30 yıldır bağımsız örgütlenen Aleviler, kendi inanç özgünlüğünü ve farkını ortaya koyunca devletin kontrolünden çıktı. Asimile edilerek devletin Alevisi olma imkânları böylece ortadan kalktı. Örgütlenen Alevilerin haklı talepleri (AİHM’in zorunlu din dersleri ve Cemevlerinin ibadethane olması kararları gibi…) uluslararası kamuoyunda ve mahkemelerde de karşılık bulunca devlet içeriden müdahale etmeye başladı.

Hep bildiğimiz Osmanlı oyunlarını devreye sokmaya başladılar. Alevilerin kendileri arasında ne kadar sorun olabilecek konu varsa gündeme getirdiler. Resmi ideoloji ile AKP ve çevresi, İslam içi-dışı, Kürt-Türk, CHP-HDP gibi tartışma konularını son dönemlerde özellikle kendilerine bağlı olan havuz medyasında daha çok kullanmaya başladılar.

Son on yıldır sistematik ve her yıl sayısı artan bir şekilde gri pasaportlu dedelerin Avrupa’ya gönderilmesi, çakma dernek, vakıf, akademi ve enstitü gibi yapıların kurulması, kurum yöneticilerimize yönelik hukukun baskı aracı olarak kullanılması, ölüm listelerinde kurum yöneticilerimizin isimlerinin olması, Alevi evlerinin işaretlenmesi, Düzgün Baba’ya yapılan çirkin saldırı, Diyanet’in son dönemlerde cemevlerimizi ziyaret edip kuran takdim etmesi bir tesadüf değildir. Özellikle devlet son dönemlerde Alevileri, Alevi kurumlarından soğutmak ve bağlarını koparmak, hem de Avrupa ve Türkiye Alevi hareketi arasında bir kopuşu sağlayabilmek amacıyla Alevi kurumlarını ve yöneticilerini yalnızlaştırmak suretiyle kriminalize eden politikalar geliştiriliyor. Üzerimizde oynanan ve uygulanmak istenen bu kriminalize politikalarına karşı çok dikkatli olmak zorundayız. Bu ve buna benzer saldırı politikaları artarak devam edecektir.

Son dönemlerde dünyada gerçekleşen değişimler, yerüstü ve yeraltı kaynakların gittikçe azalması, demokrasinin yeniden tarifi, ülke sınırlarının yeniden tartışmaya açılması ve kapitalizmin sınır tanımayan sömürü hırsı, daha az maliyet ve daha fazla kâr amacı başta ekonomi olmak üzere dünyanın sosyo-kültürel tüm dengelerini alt üst etti. Tıkanan kapitalizm varlığını, gücünü korumak ve devam ettirmek amacıyla özellikle sömürdüğü üçüncü dünya ülkelerinin demografik kimliğiyle oynuyor. Bir silah gibi kullanıyor. Din ve etnik kimlik üzerinden politikalar geliştiriyor. Kimlik siyaseti yapıyor. Irak, Suriye’de olduğu gibi. Kısacası Orta Doğu’daki savaş, orada yaşayanların dini ya da etnik kimlikleri nedeniyle gerçekleşen savaşlar değildir. Orta Doğu’da hesabı olan kapitalizmin savaşıdır.  Savaşların doğurduğu göç ve göçün doğurduğu sonuç devletlerin daha milliyetçi, daha muhafazakâr, daha faşist bir noktaya taşımıştır. Türkiye de bundan payına düşeni fazlasıyla alıyor.

Tarihte birçok imparatorluğa, medeniyete ev sahipliği yapan bir ibadethane, ancak yapılma amacına uygun kullanılmalıdır. En kötü ihtimalle, dünyanın ortak kültür mirası olması nedeniyle müze olarak değerlendirilmesi gerekirdi. Ama “kılıç hakkı” gerekçesiyle inkâr ve asimilasyon politikaları uygulanıyor. Farklı olan tüm inanç ve kimliklere uygulandığı gibi. Alevi inancı, dergâhları da devletin bu bakış açısıyla inkâr ve işgal ediliyor. Asimile politikaları acımasızca devletin tüm imkanlarıyla Aleviler üzerinde uygulanıyor. Bu haksızlığa karşı gelenlere de zulüm ediliyor. 

Hace Bektaş Veli Dergahı’nın Kültür Bakanlığı’na, Ayasofya’nın ise Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanması inançlar ve halklar açısından sizce ne ifade ediyor? 

Şunu baştan söylemek istiyorum. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ibadet yeri ya da inşa edilmiş bir yapı varsa, hangi amaçla yapılmışsa, o amaç için kullanılmalıdır. Yani Ayasofya bir kilise olarak yapılmışsa, sadece o amaca hizmet etmek için kullanılmalıdır. Bir cami, mescit sadece Müslümanlara ait bir ibadethane ise, sadece o amaçla kullanılmalıdır.

Hace Bektaş Veli Dergâhı da yapılma amacına uygun kullanılmalı ve kim yapmışsa o’na aittir ve ait olanlara teslim edilmelidir.

Dünyanın birçok bölgesinde haksızlıkların yaşandığı gibi maalesef ülkemizde de aynı tutum ve uygulamalar var.

Saygısız, egemen olmanın verdiği küstahlık, üstten bakan, hoşgörü ve nezaket kurallarından uzak bir devletin resmi ideolojisi var karşımızda.

Tarihte birçok imparatorluğa, medeniyete ev sahipliği yapan bir ibadethane, ancak yapılma amacına uygun kullanılmalıdır. En kötü ihtimalle, dünyanın ortak kültür mirası olması nedeniyle müze olarak değerlendirilmesi gerekirdi.

Ama “kılıç hakkı” gerekçesiyle inkâr ve asimilasyon politikaları uygulanıyor. Farklı olan tüm inanç ve kimliklere uygulandığı gibi. Alevi inancı, dergâhları da devletin bu bakış açısıyla inkâr ve işgal ediliyor. Asimile politikaları acımasızca devletin tüm imkanlarıyla Aleviler üzerinde uygulanıyor. Bu haksızlığa karşı gelenlere de zulüm ediliyor.

Yapılan bu haksızlıkların demokrasiyle, insan hak ve özgürlükleriyle, din ve vicdan özgürlüğüyle hiç bağdaşmadığı gibi anayasada belirtilen, “eşit vatandaşlık ilkesine” de aykırıdır.

Güçlü bir Alevi örgütlenmesinden söz etmek mümkün değil belki ama hem Avrupa hem Türkiye’de sayısız Alevi kurumu mevcut. Geçmişten bugüne baktığımızda, Alevi örgütlenmeleri ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? Bunlar neden, nasıl açılmıştı, bugün ne durumdalar? 

Alevi örgütlülüğüne bakıldığında, düne nazaran çok iyi bir yerde ama bugün ve yarına baktığımızda olması gereken yerde olmadığını söyleyebiliriz.

Baskı ve zulümden dolayı Aleviler yüz yıllar boyunca kendilerini saklamak, gizlemek zorunda kaldılar. Cumhuriyet tarihinde de görünür ve bilinir olmak, kamuda karşılık bulmak o kadar da kolay olmadı. Cumhuriyet tarihinde Aleviler adıyla ilk bildiri, kuruluşundan yaklaşık 25-30 yıl sonra dönemin üniversite öğrencileri tarafından kaleme alındı ve kamuoyuyla paylaşıldı.

Devletin resmî ideolojisi olan Türk-İslam anlayışı, Alevilere yaşam alanı hiç tanımadı. Aleviler birazcık kafalarını çıkardıklarında, Dersim, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi katliamlarını yaşadılar. Zorunlu din dersleri, Alevi köylerine cami yapma ve imam atama gibi asimilasyoncu politikalar, buna paralel olarak iş bulma kaygısı, terfi edilmeme endişesi, yeniden yaşanabilecek bir katliam gibi olumsuzluklar da eklenince şu an yaşanan sorunların anormal bir durum olmadığını görmek lazım.

Devletin tüm müdahalelerine, baskılarına ve haksızlıklarına karşın Aleviler hem Türkiye’de hem de Avrupa’da örgütlendiler.

Aleviler özellikle son 30 yıldır örgütlenmemiş olsalardı, bugün bu kadar gündem olmazlardı. Dün “Aleviyim” demekten korkarken, bugün “Cemevime gidiyorum” diyemezdi. Unutulan Dersim, Maraş, Çorum katliamları gündem olamazdı. Sivas, Gazi katliamları kitlesel eylemlerle protesto edilemezdi. Avrupa’da Alevilik ve Aleviler özgürleşemezdi. Daha birçok örneği sıralayabilirim.

Dediğim gibi Alevi örgütlülüğü olması gereken yerde değildir. Devletin müdahalesi, içimizdeki tarihsel Hınzır Paşalar gibi birçok nedeni var. Özelikle devletin uyguladığı teolojik ve siyasi baskı ve de kuşatmasını püskürtmek için Alevilerin ve Alevi kurumlarının amasız fakatsız ortak paydalarda buluşması tarihsel bir sorumluluktur. Alevilerin hak ve yaşam mücadelesi, Alevi kurumlarının önceliği olmalıdır. Alevilerin kendi içerisinde var olan her türlü farklılıkları bir zenginlik olarak kabul edilmeli ve mücadelede ortak akılla ve ortak vicdanla ortak hareket etmek zorundadır.

Sonuçta inancımızı yaşamak ve yaşatmak ve de demokrasi mücadelesinde üstümüze düşen sorumluluğumuzu yerine getirmek istiyoruz.

Tekçiliğe her koşulda itiraz eden ve “Yol cümleden uludur” diyerek sözünü mühürleyen Alevi inancı, kendi farklılıklarına ve olabilecek tartışmalara yüzyıllar öncesinden çözüm üretmiş bir inanç sistemidir. “Yol Bir Sürek Binbir” diyerek gereksiz tartışmalara, dayatmalara, tekçiliğe, ayrıştırmaya, ötekileştirmeye son noktayı koymuştur.

Sizce bu örgütlenmelerde yaşanan temel sorun nedir? Dışarıdan, yukarıdan yaklaşma mı, bürokrasi mi, kentleşme mi?  

Birçok sorundan bahsedebilir ama en büyük sorun Alevilerin kendi inançları hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları ya da anlamakta zorlandıklarını söyleyebilirim.

Alevilik denilince; “72 millete aynı nazardan bakan, din, dil, renk, cinsiyet ayrımı yapmayan, zalime karşı mazlumdan yana olan” ile başlayan, hoşgörüyü ve empatiyi öne çıkaran bir düşünce bütünlüğünden söz ediyoruz. Kendine özgü bir inanç sistemidir. Peki, biz ne kadar buna uyuyoruz? Yani, sorun Yol’da değil, Yol’da yürüyenlerde. Bizde.

Yaşanan sorunları sadece bir başka yere havale ederseniz, topu taca atmış olursunuz. İstediğimiz bir Alevi örgütlülüğü henüz gerçekleşmemiş ise devletin olduğu kadar Alevilerin de suçu vardır.

Alevilerin birbirini ayrıştıran, öteleyen tutum ve tavırlardan kurtulup, “Sevgi bizim dinimiz”dir hukukunu önce kendi içerisinde yaşatması gerekiyor.

Bu örgütlenmelerdeki sorunlara dair konuştuk peki bunun bir alternatifi, “doğru”su var mıdır? Bir modeli yöntemi var mı? 

Öncelikle şunu söylemek istiyorum, “Aleviliğin tanımı” deyimini tehlikeli ve zarar verecek bir kavram olarak görüyorum. Alevileri birbirinden ayrıştıran, koparan, uzaklaştıran bir kavram. Oysa Alevi kurumlarının ilk görevi, Alevileri yan yana getirebilmek; ortak akıl, ortak vicdan ve ortak mücadele hattında buluşturmak olmalıdır. “Tanımlama” yerine, “Aleviliğe bakış açısı, görüşü, düşüncesi, yorumu” gibi kavramların daha uygun olduğunu düşünüyorum. Avrupa, Türkiye, Orta Doğu ve Mezopotamya’da olsun sayısını bile bilmediğimiz Alevi Dergâhları, Alevi Ocakları ve Alevi kurumları var. Hangi Alevi kurumuna göre Alevilik tanımı? Bir Alevi kurumunun yapacağı Alevilik tanımına uymayanlara kapı mı gösterilecek? Bu bakış açışını çok sakıncalı buluyorum. “Yol Bir Sürek Binbir” düsturuna da uymuyor, aksini inkâr eden bir bakış açışıdır. Alevi Dergâhlarının, Alevi Ocaklarının ve Alevi kurumlarının “Aleviliğin tanımı” üzerinden karşı karşıya gelmesi, Aleviler açısından önünü alamayacağımız bir kopuşun, yıkımın ve dağılmanın önünü açacaktır. Devlet tam da bunu istiyor ve tüm gücüyle bunu başarabilmek için uğraşıyor. Oysa dönüp tarihimize baktığımızda inancımızın taşıyıcısı konumunda olan kurumlarımızın arasında farklılıklar olmasına rağmen böyle bir tartışma söz konusu bile olmamıştır. “El Ele, El Hakka” düsturuyla hareket edilmiştir. Devlet her fırsatı kendi lehine kullanabilmek adına ısrarla ve sabırla pusuda beklemeye devam ediyor. Alevi kurumları buna asla fırsat vermemelidir. Bu nedenle Alevi kurumları hem karşılıklı hem de kendi üyeleri içerisinde tekçiliği değil, çoğulculuğu esas almalıdır.

Burada önemli olan Alevilerin ve Alevi kurumlarının farklı yorum ve görüşleri, tavır ve tutumları değil, devletin sahip olduğu inkârcı, asimilasyoncu, katliamcı Türk-İslam zihniyetine hizmet etmemesidir. Devletin Alevisi olmamaktır. Kırmızı çizgimiz bu olmalıdır.

Her din ve inanç kendi içinde siyasal, sosyal, kültürel ve inançsal farklılıkları barındırır. Her dinin ve inancın doğal olarak kendi içerisinde teolojik anlamda görüş ve yorum farklılıklarının olması da bir o kadar doğaldır. Her toplumda olduğu gibi bizim de kendi içimizde farklılıklarımız dün de vardı, bugün de var ve yarın da olacaktır.

Ortak paydamız ise; Aleviliğin kendine özgü bir inanç olduğudur. Aleviliği İslam içinde gören canlarımız da, İslam dışında gören canlarımız da cami, kilise, havra, sinagog değil de, cemevine gidiyorsalar bu bile başlı başına bir “farklılıktır, özerkliliktir; özgünlüktür”. Yani Aleviliğin kendine özgü bir inanç olduğunun kanıtıdır. Yüzyıllar önce de bu gerçekler vardı, yüzyıllar sonra da bu gerçekler kendini ve varlığını sürdürecektir.

Tekçiliğe her koşulda itiraz eden ve “Yol cümleden uludur” diyerek sözünü mühürleyen Alevi inancı, kendi farklılıklarına ve olabilecek tartışmalara yüzyıllar öncesinden çözüm üretmiş bir inanç sistemidir. “Yol Bir Sürek Binbir” diyerek gereksiz tartışmalara, dayatmalara, tekçiliğe, ayrıştırmaya, ötekileştirmeye son noktayı koymuştur. Hak ve Halka niyaz olmuştur. Böyle davranabilirsek birçok sorunumuza da çözüm üretmiş oluruz.

Avrupa’da uzun bir zamandır büyüyerek devam eden bir Alevi hareketi var. Ve bu kapsamda yapılan belli başlı çalışmalar var, Musahip cemevleri, Manevi destek hatları, Alevi kürsüleri gibi. Geçmişten bugüne baktığımızda Avrupa’daki Alevi hareketi ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? 

Aleviliğin kendine özgü bir inanç olarak tanınması, cemevlerinin ibadethane olarak kabul görülmesi, Ana/Dede’nin inanç önderi olarak kabul edilmesi, Alevilik Dersleri, Hak Eşitliği Anlaşmaları, Üniversitelerde Alevilik Kürsüsü, Kutsal sembollerimizin Alman Federal Meclisi İnançlar odasında sergilenmesi gibi birçok kazanım elde ettik.

Avrupa’da elde edilen haklarımız, Avrupa devletlerinin bir lütfu olmadığını özellikle belirtmek istiyorum. 30 yıllık inatçı, ısrarcı ve mücadeleci bir durum karşısında elde edilen haklardır. Avrupa’da elde edilen bu haklar sadece Avrupa’da yaşayan Aleviler açısından değil, başta Türkiye olmak üzere dünyanın her bölgesinde yaşayan Aleviler için çok önemli ve değerli olmuştur. Emsal, örnek teşkil etmiştir. Türkiye’de inkâr ve asimile edilen Alevilerin haklarının teşhir olması ve ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Aleviliğin yarınlara taşınmasında en önemli faktörlerden biri de bilinir olması, tanınır olması ve kabul görülmesi ile olabilir. Bu kazanımlar bu gerçeklerin altını doldurmuştur.

Ama amacımız sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de de bu haklı ve meşru taleplerimizin elde edilmesidir. Türkiye’de de Alevilik ve Aleviler, Avrupa’da olduğu gibi özgürleşene dek, Türkiye’deki kurumlarımızla birlikte kararlı mücadelemizi sürdüreceğiz.

Müsahip Cemevi, öğrenci yardım bursu gibi faaliyetlerimiz amaçlarımızın ve hedeflerimizin doğrultusunda yaptığımız çalışmalarımızdır.

Demokrasilerde her şey sandık değildir. Azınlıkların hakları anayasal güvence ile teminat altına alınmalı ve yaşam hakkı, eşit yurttaşlık temelinde sağlanmalıdır. Birçok etnisiteyi bağrında yaşatabilmenin tek koşulu demokrasidir, çoğulculuktur, eşitliktir, adalettir. Ülke varlıklarının eşit koşullarda paylaşılmasından geçer. Evrensel cumhuriyet yönetim biçimi ve laiklik ilkesi uygulanabilirse, bunun adı Demokratik Cumhuriyet’tir.

Örgütlenmeler, Alevi toplumuyla da bağı kuruyor ama Aleviler’de de tam bir sahiplenme, örgütlülüğe yaklaşma hali olduğu söylenmez. Giderek daha az insan gidiyor derneklere, cemevlerine. Bunun nedeni nedir?  

Birincisi, Alevi kurumları tam anlamıyla üstüne düşen sorumluluk bilinciyle hareket etmiyor. Genel kurulda yaşanan gereksiz tartışmalar, halen süren yörecilik, teolojik ve siyasi farklılıkların yarattığı çıkmaz gibi başlıkları sıralayabiliriz. Bu sorunların çözüm adresi inancımızda Hak ve Hakikatımızda saklıdır ama gidip bulmak isteyen az.

Sadece Aleviler bu ve buna benzer sorunlar yaşanıyor. Kapitalizm, teknolojik gelişmeler, yeni kuşağın öncelikleri gibi nedenlerden dolayı çevremizde birçok kitlesel kurum ve kuruluşlar da benzer sorunlar yaşıyor.

Bu sorunları aşmak ve daha az etkilenmek ve gelecek kuşakların inancımıza, yolumuza, değerlerimize sahip çıkmasını istiyorsak, geleceğin dünyasında var olabilecek gelişmelere göre bir örgütlülük yaratmak zorundayız.

Savaşların, barbarlığın, kin ve nefretin bu kadar büyüdüğü bir dünyada, inancımızın evrensel değerlerini öne çıkararak gençliğimize anlatmamız gerekiyor.

Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde yer alan her madde inancımızda varlık gerekçemizin temelini oluşturuyor. “Tanrı, insan, doğa aşkı, 72 millete aynı nazarla bakmak, din, dil, renk, cinsiyet ayrımı yapmamak, zalime karşı mazlumdan yana olmak. “Sevgi bizim dinimiz’dir felsefesi ve cemlerimizde pratik olarak uyguladığımız sosyal adalet, sosyal eşitlik, sosyal barış ve sosyal paylaşımı iyi anlatmalıyız. Bunları iyi ve doğru anlatabilirsek, gelecek kuşaklarımız kendilerini bulabilecek ve sahipleneceklerdir.

Cemevlerimiz sadece yılda birkaç cem yapan ve cenazelerin kalktığı bir mekân olmaktan kurtulup hizmet ve eğitim merkezi statüsüne kavuşmalıdır. Yaşamın her alanına dokunabilen, gelecek her türlü talebe cevap verebilecek bir kuruma dönüşmelidir. Dershaneler, öğrenci ve kadın sığınma yurtları, sosyal ve kültürel çalışmaları sunabilmelidir. Aksi halde yozlaşmaya, işlevsizliğe neden olur.

Kısacası, Cemevlerimiz her yönüyle bir çekim merkezi olmalıdır.

Ülkenin gidişatında yeni bir toplum tahayyülü nasıl mümkün olabilir? Demokratik Cumhuriyetin inşası nasıl ve hangi somut adımlar ve ilkelerle inşa olabilir?

Türkiye (Anadolu) sosyolojik açıdan tam anlamıyla kozmopolit bir ülke. Birçok etnisiteyi bağrında yaşatıyor. Bu kadar çok etnik ve inanç kimliğinin yaşadığı, tarihsel uygarlıklara ev sahipliği yapan Anadolu topraklarında; sosyal adalet, sosyal eşitlik, sosyal paylaşım ve sosyal barış son derece önemli değerlerdir.

Bu kadar farklı kimliğin bir arada ve barış içerisinde yaşayabilmesi ve de yaşadığı ülkeye karşı aidiyet bağının güçlü olabilmesi ancak toplumsal uzlaşma ile yapılabilecek bir toplumsal sivil anayasa ile mümkün olabilir. Yani “tekçiliği” reddeden, “çoğulculuğu” esas alan bir sivil anayasa.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne ve sonrasında dağılmasına sebep olan dinamiklere bakıldığında, cumhuriyetin kuruluş öncesi ortaya koyduğu motivasyonun ne derece heyecan yaratan bir umut olduğu görülmektedir. Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki birinci meclis demokratik bir cumhuriyetti. Türkiye’nin her bölgesinde seçilerek gelen milletvekilleri, seçildikleri bölgelerde halkın başta kimlikleri olmak üzere, her türlü iradesini temsil edebiliyordu. Birinci Meclis’te Dersim Mebusanı, Kürdistan Mebusanı, Lazistan Mebusanı gibi daha özgürlükçü, çoğulculuğu esas alan ve daha demokratik bir tutum söz konusuydu. Ama maalesef birinci meclisten sonra işler değişmeye, her geçen yıl daha da otokratikleşen bir cumhuriyete doğru evrilmeye başladı. Demokratik cumhuriyetten, tekçi, dinci, mezhepçi, ırkçı bir cumhuriyet kimliğine büründü.

Komşumuz Irak ve Suriye’ye baktığımızda, demokrasi ve tam anlamıyla uygulanabilir laikliğin ne derece yaşamsal bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Ayrıca demokrasilerde her şey sandık değildir. Azınlıkların hakları anayasal güvence ile teminat altına alınmalı ve yaşam hakkı, eşit yurttaşlık temelinde sağlanmalıdır. Birçok etnisiteyi bağrında yaşatabilmenin tek koşulu demokrasidir, çoğulculuktur, eşitliktir, adalettir. Ülke varlıklarının eşit koşullarda paylaşılmasından geçer.

Evrensel cumhuriyet yönetim biçimi ve laiklik ilkesi uygulanabilirse, bunun adı Demokratik Cumhuriyet’tir.

Alevilerin tek isteği ve arzusu herkesle eşit koşullarda, kardeşçe demokratik bir cumhuriyette bir arada yaşamaktır.

Son olarak sizin eklemek, altını çizmek istediğiniz bir konu varsa onları da alabiliriz. Teşekkür ederiz. 

Son olarak şunu ifade etmeyi önemli görüyorum. Alevi örgütlenmeleri kurumsallaşmayı tamamlamalı ve toplumsallaşmadan yana daha ciddi projeleri hayata geçirebilmelidir.

Bunu başardığımız oranda sorunlarımıza çözüm üretecek ve hak mücadelesinde başarılı olacağız.

Bana bu imkânı vermenizden dolayı çok teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

Aşk ile.