Korku Duvarını Aşmak – Kolektif*

korku duvarını aşmak görsel

*Toplumsal Özgürlük Partisi’nin organize ettiği Eleştirel Pedagoji Okuma Grubu’nda, okuduğumuz kitaplar üzerine tartışmalar yapıyor, bunları da diğer yoldaşların gündemine sokmak, yanı sıra bir bellek oluşturmak için yazılı hâle getiriyoruz. 

İlk yazımız Gramsci’nin Marksist Pedagojisi kitabına dair tartışmalarımızdan hareketle yazdığımız Şimdi Gramsci Zamanı idi. Şimdi de Ira Shor ve Freire’nin öğretmenlerin korkuları ve bunların üstesinden gelme olanaklarına dair yaptıkları söyleşiden yola çıkarak yaptığımız tartışmalardan hareketle bu yazıyı sizinle paylaşıyoruz. Yazı, okuma grubumuzdaki kişiler tarafından kolektif şekilde kaleme alınmıştır.

(Midred Borras Art)

Cesaret varlığımızda esastır. (Paul Tillich)

Paulo Freire ile Ira Shor dönüşümün öğretmen ve öğrencilere verdiği korku ve bunu aşmanın imkanları üzerine söyleşiyor. Her iki eğitimci de birbirinin sözünden güç alarak kendi sözüne güç katıyor. Soruyu soranın, en az cevaplayan kadar cevaba katkı sunması, söyleşinin niteliğine ayrı bir tat katıyor.

Ira Shor New York Üniversitesinde ve Staten Island Kolejde kompozisyon ve retorik dersleri veren Amerikalı bir profesör. Shor’un dersleri, Freire’nin eleştirel pedagojisini temel alan uygulamaları yönünden önem taşıyor. Öğrencilerin mahallesine taşınıp onların yediği fırından yiyen, onlarla basketbol oynayıp aile yapılarını tanımaya çalışan; velhasıl öğrencilerinin hayatına temas eden materyaller hazırlamak için onların hayatına paralel bir yaşama geçmiş Ira Shor. Kendisinin de eleştirel pedagoji alanında kitapları mevcut.

“Korkuyu tımar etmek”

Başıma bir şey gelir mi diye korktuğumuzda anlam dünyamızın ilkeleri değişir. Korku insanı ahlâksızlaştırır**. Ahlâkî ilkeler yerine egemen ideoloji tarafından belirlenmeye başlayınca çürüme derinlere çoktan sızar da insanın ruhu duymaz. Çevre felaketleri ya da ağır hastalıklar gibi korkulardan değil, insanın insan olmasını sağlayan değerleri yerle bir eden korkular. Ortadoğu’da yaşayanlar olarak biz bu korkuları çok iyi tanırız. Günleri, geceleri, yaşamı zehir eden korkularımız… Kendine has rüzgârı, florası vardır bu korkuların. Bu yüzdendir ki egemenler eliyle bize yaşatılan bazı dönemleri “korku iklimi” diye tarif ederiz. Cinsiyetimizden ötürü yaşadığımız bin yıllık korkuların yanı sıra muhalif olmanın, eşit, insanca yaşam düşlemenin de korkuları vardır. İşsiz kalmak, KHK’li olmak, saldırıya uğramak, burssuz kalmak, yurttan/okuldan atılmak gibi insanı görünmez ağ gibi saran, içindeki hareket imkânı ile özgürlük illüzyonu yaratan korkularımızsa ülkemizin yeni dönem korkularıdır. Muhalif olmanın bedeli hiçbirimizin kuruntusu değil elbette. Hâl böyleyken sisteme karşı herhangi bir eleştiriden korkmak da hem yaygın hem de oldukça gerçek. Freire, Shor ile söyleşisinde bize korkunun olağan bir duygu olduğunu ve bununla şekillenen kararlarımız üzerine düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Hem aklımızı hem beynimizi ele geçiren, bizi biz olmaktan çıkaran bu duyguya teslim olmamak için korkumuzu tımar ederek ona sınırlar koyabileceğimizi, bu yolla da akıllıca düşünmeye alan açabileceğimize işaret ediyor. “Korkularımı önce kabul etmeli, sonra da onu belli sınırlara çekmek için harekete geçmeliyim.”

Bazen de korkular dışarıdan bir el aracılığıyla değil de bizim kendi iç dinamiklerimiz yoluyla oluşur. Bunu “değişimden korkmak” olarak ifade ediyor Shor. Eve dönerken hep aynı yolları kullanmak gibi düzenin bozulmasından gizliden gizliye endişelenip yeni olana kapıları kapatmaktan söz ediyor. Her tarafa yayılmış, seyreltilmiş ancak yaygın ve zehirli bir gaz olarak tarif ediyor korkuyu. Öğretmen olarak değilse öğrenci olarak hepimiz bu kokunun ne olduğunu çok iyi biliyoruz, hepimizin burnuna zaman zaman bu koku gelmiştir.

“Devrimciler de hepsi çeşitli korkular taşır, ancak hayallerine korkularından çok daha sadık yaşarlar.”

Korkularımızı tanımlıyor ve anlıyor olmamız ona boyun eğeceğimiz, hayallerimizden vazgeçeceğimiz anlamına gelmiyor. Freire haklı, “Eyleme geçmeden sizin için geçerli olan sınırları asla bilemezsiniz.” Kendimize ne kadar alan açabileceğimizi ancak eylerken öğreniriz. Özgürlükçü pedagojiyi uygulamanın yollarını ararken sınırlar ve imkânlarla tanışır, açabileceğimiz çatlakların yolunu bulabiliriz. Bu çatlaklar, bize gürül gürül çağlayan suların hayalini de kurduracaktır.

Shor, öğretmenler odasının atmosferini çözmenin önemini vurgularken, okul içerisinde ittifakların, birlikteliklerin ve karşıtlıkların oluşturulabileceği zeminleri yaratabilmek için tüm bileşenleriyle okulun “ideolojik zemin etüdü”nü yapmayı öneriyor. Temkinli olmak, bize güvenli yollar açar. Her zaman değilse de zaman zaman yanımıza çekebileceğimiz öğretmenlerin gücüne yaslanmak da bize güç verecektir. Ira Shor ittifaklar kurmanın, tek başına romantik bir kahraman olmak yerine,  saf dışı edilmenin kolay kolay yaşanmayacağını sıkı bir ağ yaratacağını vurguluyor. 

“Yaramazlık Kredisi”

Tahakkümün olduğu her yerde bir karşı duruş hep vardır. Bu duruş, arayışları ve çıkışları beraberinde getirir. Mevcut tahakküm mekanizması, yeni sınav sistemleri, “‘manevi danışman” gibi hamlelerle gerici okul müfredatlarının içerisinde yapabileceğimiz ilerici hamlelerin önünü kesmeye çalışırken Shor aklımıza yeni bir kavram sokuyor: “‘yaramazlık kredisi”. Çalıştığı kurumun işleyişinde yeni görevler almanın, önemli bir yere sahip olmanın öğretmeni/eğitmeni vazgeçilmesi zor bir konuma taşıyacağını ve işleyişte söz hakkında sahip olacağını söylüyor. Örneğin belirli gün ve haftaların hakkını oldukça iyi veren bir öğretmeni, okul yönetimi kaybetmeye pek yanaşmaz. “Ne tamamen dışarlıklı olmak ne de tamamen içeriden olmak” hayallerinden vazgeçmemekte inat eden devrimci öğretmenlerin/eğitmenlerin pozisyonunu oldukça iyi betimliyor. Otoritenin bizi zapt etmesinin önüne, kurumun işleyişinin birkaç önemli anahtarını tutmakla geçilebilir. “Muhalefet işten atılmak için yapılmaz.” sözüyle kazandığımız alanı korumanın önemini hatırlatıyor Shor.

“Öğrencilerin beklentilerini merkeze almak”

Çoklu krizler çağı olarak adlandırılan çağımızda öğrencilerin türlü çeşit gelecek kaygısı içinde olabileceklerine de değiniyor Freire ve Shor. Öğrencilerin bir parçası olmak zorunda kaldıkları iş-merkezli, kariyer odaklı bir yaşamda nasıl tutunacaklarını öğretmenin, her eğitimcinin görevi olduğunu söylüyor Freire. Buradaki kritik soru şu: Özgürlükçü pedagoji uygulamalarına ters düşmeden bu nasıl başarılır? Bu sorunun cevabını da şöyle veriyor Shor: “Geleneksel eğitimci teknik eğitim verirken bunu egemen ideolojinin dayandığı temelleri güçlendirecek bir tarzda yapar. Tek başına teknik beceri o işi yapmanın altında yatan ideolojik temellere dair bize pek fikir vermez. Bu anlamda özgürlükçü öğretmen kariyeri, işi, çalışmayı putlaştırmadan ve gizemlileştirmeden çalışmalı ve teknik becerileri aktarırken öğrencilerin zihninde birtakım eleştirel soruların uyanmasını sağlamalıdır.” Hakim ideolojinin anlayışı doğrultusunda aktarım yapan öğretmen/eğitmen, eleştirel sorular bırakarak öğrencilerinin zihninde sisteme eleştirel bir perspektif de sunabilir; Shor’un ifadesiyle “öğretmenden gelen özgürlükçü önermelerle öğrencilerin algılarının açıklığının esnetilmesi”. Burada öne çıkan “gizemlileştirme” kavramı da öğretmen öğrenci arasındaki asimetrik ilişkide, bilginin sır hâline gelmesi ancak otoritenin verdiği kadarının açığa çıkması ve geri kalanının onun “sırrı olması” gibi bilgiyi, bilmeyi yüceltmesi ve hiyerarşiyi beslemesi bakımında oldukça tehlikelidir.

Bizdeki “‘anadilde” eğitim sorununa benzer bir sorun üzerine de konuşuyor Freire ile Shor. “Toplumsal dönüşüm mücadelesinde ayakta kalabilmek için egemen dilin kullanımına da hakim olmalısınız.” diyor Freire. Bunun belirli riskler taşıdığını da es geçmeden anadille organik bağı hiç koparmadan, o dilin taşıyıcısı, sürdürücüsü olmaya devam etmenin önemini vurguluyor.

“Yoksulların hâline acımak yetmez.” 

Sözünü, sesini duyurmakla, yaşamını anlamakla yükümlü olduğumuz ezilenlerin gerçekliğini bilmek ve kendi gerçekliğimizden akılcı bir kopuşla eşitlenmenin ve öğrencileri ezilenlerin yaşamının teknik bilgileriyle buluşturmanın önemine şöyle değiniyor Freire. “Sadece zenginlerin değil, yoksulların barınma ve tıbbi gereksinimlerinin neler olduğunu anlatılmalıdır.” Edebiyat derslerinde işçi öykülerini analiz etmek, matematikte işçi problemlerine bir de ezilenlerin gözünden bakmak, müfredata küçük çelmeler takmanın hazzını yaşamaya yardımcı olabilir. 

Elza Costa Freire

Paulo Freire, darbe zamanı ciple evden alınıp bir bilinmeze götürüldüğünde, onu götürdükleri haberini Elza’ya nasıl ulaştırabileceğini düşündüğünü anlatıyor. Paulo Freire’nin Elza’yı düşünmesi bize de Elza’yı düşündürttü. Kimdi Elza? Bu “büyük adamlar” bize yeni fikir dünyaları sunarken eşleri neler yapıyordu diye düşünmek Ezilenlerin Pedagojisi’ni okumuş her devrimci öğretmenin/eğitmenin aklına düşmesi gereken bir şeydir.

Ezilenlerin Pedagojisi’nde ismine hiç rastlamadığımız Elza, Paulo’nun eşi olmaktan öte önemli bir eğitimci, dahası eleştirel pedagojinin uygulayıcısıydı Elza, Freire’nin kavramlarını oluşturmasına ön ayak olan pedagoji pratiklerinin içerisinde doğrudan uygulayıcı olarak yer aldı. Dolayısıyla hem kavramların emekçisi olarak hem de muhtemelen tartışmalarıyla bu üretim sürecinin önemli bir parçasıydı. Bu meseleye dair çeşitli makaleleri ilgilisine dipnot olarak sunmak ve başka bir yazıda ayrıca ele almak istiyoruz. Elza’nın ya da bir kadının görünmeyen emeğinin gün yüzüne çıkması ve hakkının verilmesi için Paulo’nun çalışmalarının merkezinde Elza’nın ismini görmek ve kayıtlara geçirmek, içimize az da olsa su serpecektir. Elza Costa Freire’nin buradaki durumu bize okurken güvendiğimiz, üzerine eleştirel düşünmekten imtina etme kolaycılığına kapıldığımız kitapların ya da yazarların ardında ismi gizlenen, emeğine çökülen bir “ezilen” olabileceğini unutmamak, devrimcilik iddiası olan her öğretmenin/eğitmenin sorumluluğu olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

**  Nilgün Toker / https://www.yurtseverlik.com/prof-dr-nilgun-toker-korku-insani-ahlaksizlastirir.html