Tren Kaçıyor – Re:volt Editoryal Ekibi

El Yazmaları’nın Notu: Koronavirüs krizi kapsamında, krizin etkileri üzerine çeşitli yorumlardan oluşan derlemelerimiz devam ediyor. Bu kapsamda Almanya sosyalist solunun tartışma konularını ve Alman egemen sınıfların kriz karşısındaki tutumunu da içeren, Re:volt Magazine web sitesinin editöryal ekibinin kaleme aldığı yazıyı siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

“Korona Krizi” diye tanımlanan kapitalizmin sağlık krizi birkaç hafta içinde dünya çapında oldukça ciddileşti. Söz konusu kriz sonucunda 10 Nisan 2020 tarihi itibariyle dünya çapında 1,7 milyon vaka ve 100.000 üzerinde ölüm gerçekleşti. Sayısı bilinmeyen vakalar ise bundan çok daha fazla olsa gerek. Bundan dolayı virüsün ölümcüllük oranı büyük ihtimalle daha düşüktür, yani SARS-CoV-2’den dolayı ölenlerin sayısı bugünkü resmi sayılara göre, oran açısından, göründüğünden azdır. Ancak bu bilinmeyen sayı aynı zamanda virüsün aşırı bir hızla yayıldığı anlamına geliyor. Bu bakış açıdan virüs yaklaşık 100 sene önce ortaya çıkan ve dünya çapında 10 milyon insanın ölümüne neden olan İspanyol gribine benziyor. Ama ölümlerin de asıl sayısı henüz yeterince açığa çıkmadı ki onlar da çok daha yüksek olduğu tahmin ediliyor. Virüsün oldukça sert sarstığı bölgelerde – ister İspanya, ister İtalya, Fransa, İsviçre veya New York olsun – “Exzessmortalität” [Almanca aşırı ölüm, çev. notu], yani son senelerin belirli bir zaman içerisinde ortalama ölümlere karşı bugünün ölümlerinin artışı, oldukça hızlı bir patlama yaşıyor. Bütün bu nedenlerden dolayı SARS-CoV-2 hangi mevsim gribiyle olursa olsun karşılaştırılamaz. Dünyayı saran bir pandeminin başında bulunuyoruz.

Mevcut durum Almanya’nın federal ve eyalet hükümetleri tarafından OHAL-repertuarından faydalanmak için değişik oranlarda kullanılıyor. Toplumun genel anlamda felç olmasının yanı sıra solun büyük kesimleri de hareket edememe noktasına gelmiş durumda: Bu tarihsel dönüm noktasına ve krizin olası çarpma gücüne dair her ne kadar bilinçli olsa da sol, iletişim sorunu, genel bağlamın seyreltilmesi ve SARS-CoV-2’nin siyasi ve toplumsal etkilerine gerekli pratik ve derhal uygulanabilen çözümler üretmekte oldukça zorlanıyor. Söz konusu, mesela devletin aldığı tedbirlere karşı mahallelerde örgütlenen dayanışma ağlarını aşan bir pratiğin nasıl izlenmesi gerektiğine; siyasi örgütlenmenin ve pratiğinin kamuda ve sanal ağlar dışında nasıl sağlanacağına dair genel bir çaresizlik. Öyleyse önümüzde nasıl bir yol var? Mevcut siyasi pasifliği bu senaryoya rağmen üstümüzden atmak için sol açısından ne tür siyasi analizler üretmemiz gerekiyor?

Cehennemin Ağzında: Global Sağlık Sistemi

Herkesin bildiği gibi Korona vakaları hemen hemen her yerde üstel şekilde artmakta. Kemer sıkma politikalarının sonucuyla darmadağın edilmiş sağlık sistemlerinin dünya çapında iflas etme riski oldukça yüksek; ki İtalya, İspanya, Büyük Britanya, Amerikan Birleşik Devletleri ve Fransa’da bu durum zaten kısmen gerçekleşti.

Göründüğü kadarıyla Küresel Kuzey’de en ağır şekilde etkilenen sağlık sistemleri son dönemde neoliberal aşırı kemer sıkma ve özelleştirme politikaları nedeniyle çöken sistemlerdir; teknik, eleman ve finans kapasiteleri ciddi boyuttu zayıflayan bu sistemler birden patlayan vaka sayılarıyla baş etmekte oldukça zorlanıyor. Kapsamlı bir sağlık sistemi inşa etmek için gereken maddi araçları bugüne kadar zaten hiç var olmayan Küresel Güney ülkelerinde ise boyutu henüz kestirilemeyen büyüklükte bir insanlık felaketiyle karşı karşıyayız. Bu ülkeler zaten Korona ile birlikte yeniden tetiklenen dünya ekonomik krizi tarafından sert vurulmuş durumdalar. Virüsün Trikont’ta (yani Afrika, Latin Amerika ve Asya kıtasının belirli bölgelerinde) ne kadar feci bir şekilde yaşanacağını en son Ekvador’dan çıkan ve her yerde hızla yayılan fotoğraflarda gördük: Ölüler sokaklarda sadece bir çarşafla örtülmüş durumda. O sırada virüs sorunuyla derin bir krize giren Küresel Kuzey ekonomilerinde sağlık işçileri yetersiz önlemlerle cepheye gönderiliyor. Helak oluncaya dek veya virüsü kapasıya kadar çalışmak ve fazla mesai yapmak normalleşiyor. Sağlık işçilerinin omuzlarında inanılmaz bir yük bulunmakta ki piyasa yönelimli olan ve bütçenin tasarrufu adına çökene kadar kısıtlanan bu sağlık sisteminin hata ve kusurlarını sağlık işçileri 12 saatlik mesaiyle taşımak zorundalar.

AB ve Troyka tarafından çökene kadar özelleştirilen sağlık sistemlerine bakarsak zaten yaşama ihtimali daha yüksek olan hastalara tedavi açısından öncelik tanındığını görüyoruz. Kalan insanların sağlık sistemlerinde aşırı baskı yaratmalarından ötürü ölüme terk edildikleri anlaşılıyor. Covid-19’da ölüm ve “sadece” ağır hastalık arasında fark yaratabilecek solunum cihazı sayısı ise her yerde çok sınırlıdır.

Bu arada hastalık seyrinin sadece “çok yaşlı insanlar” tarafından ağır bir şekilde yaşandığı savının gerçek olmadığı da anlaşılıyor: ABD’de hastaneye kaldırılan insanların yüzde 40’ı 20-54 yaş arasındadır. Hastanelerin acil kapasitesinin yüzde 14’ünü kullanmaktalar. Her şeyden önce şeker, KOAH veya tansiyon hastalığı gibi yaygın ve “popüler” hastalıklara sahip olanlar ve bundan ötürü bağışıklığı düşük olan insanlar virüse maruz kalıyor. Bu hastalıklarla insanlar genelde birçok sene, hatta on yıllar yaşayabilir; yani yeni sosyal-Darwinist sinizmin düşündüğü gibi “zaten ölmek üzere” değiller. Ayrıca virüsün uzun vadede yaratacağı hasar, virüsün mutasyonu ve bağışıklık reaksiyonlarının etkililiği henüz tam olarak kestirilemiyor.

Tam da bu nedenle – ve bütün bunların aslında “egemenlerin” bir oyunu olduğunu ifade eden komplo teorileri karşın – ilk bakışta özellikle Batı devletlerinin virüse bu kadar yavaş ve inatçı bir şekilde tepki vermesi şaşırtıcı olabilir. En nihayetinde Avrupa’da ilk vakalar Ocak ayının ortasında tespit edilmişti. Çin makamları da o zamana kadar virüsün tehlikesiyle ilgili gereken bilgilendirmeleri yapmıştı. Harekete geçmektense her yerde “evet biz yeterince hazırız” diye mesajlar verildi. Sonunda virüs aslında grip virüsü gibi bir şeydir; sonuçlarını abartmamak gerekiyormuş! Kayak turizmi, festivaller, karnavallar, futbol maçları gibi kitlelerin katıldığı etkinliklerden ötürü Covid-19, Mart ayından itibaren Avrupa’da hızlı bir şekilde yayılıp İtalya’nın kuzeyini felç ederken, birçok Avrupa ülkesinde hükümetler halen duraksıyordu. Bu durum nasıl açıklanabilir?

Biriktir! Biriktir! Musa ve Peygamberler Aşkına!” (Marx)

Bu devletlerin bu kadar geç ve tutarsız tepki göstermelerinin elle tutulur bir sebebi vardı ve bunun ismi kapitalist birikimdir.[1] Pandeminin yayılma hızını azaltmak için en verimli yöntemin sosyal veya fiziksel mesafe uygulamak olduğu aslında tarihe de bakarak daha ilk başlardan beri belli idi. Amaç zaman kazanmaktır ki o arada daha ileriye giden ve aşı gibi çözümleri de kapsayan tedbirler alınabilsin. İnsanlar arası temasın azaltılması ise sadece ekonomik dolaşıma müdahale ederek gerçekleşebilir. Almanya’da bu, Mart ayının başında gerçekleşti ve ekonomik sonuçları felaketti: Almanya Federal Cumhuriyet için yapılan değişik öngörülere göre ekonomi yüzde 3 ile 20 arası bir oranında çöküş yaşayacak, aynı zamanda bütçe açığının GSYİH’nın en azından yüzde 15 artması bekleniyor. Uluslararası Para Fon (IMF) 1929 yılından beri yaşanan en ağır kütlesel iktisadi krizden bahsediyor. Belli ki kapitalistler ve devletler böyle bir senaryodan oldukça ürküyorlar.

Aynı zamanda Almanya Federal İçişleri Bakanlığından sızan bir 17 sayfalık “uzman araştırmasına” göre pandeminin kontrolsüz bir şekilde yayılması durumda iki milyona yakın insanın ölebileceği ve nizamın “anarşi” içinde batabileceği öngörülüyor.

Böyle bir senaryo da elbette ne kapitalist birikim açısından ne de devlet içerisinde hâkim olan siyasi ve iktisadi egemenler açısından arzu edilebilir değil. Donald Trump (ABD), Jair Bolsonaro (Brezilya) ve Boris Johnson (Büyük Britanya) gibi dünyadaki “Korona dehaları”nın başını en etkili biçimde çeken sağcı ve palavracı başbakanlar/cumhurbaşkanları bile, buna benzeyen iktidar taktikleri açısından yapılan hesaplardan dolayı sonunda “sürü bağışıklığı” stratejisinden vazgeçmiş olsalar gerek. Bu tarz stratejiler, hesaplanamayacak kadar çok ölü ve hastaların kabul edildiği son derece ihmalkâr bir senaryodur. Fakat tedbirlerin gerekliliğini henüz birkaç hafta önce kabul eden Avrupa ve ABD (neoliberal) burjuvazisinin belirli kesimleri heyecanlı bir şekilde aynı tedbirlerin tekrardan kaldırılması konusunda oldukça sabırsız görünüyorlar.

Önce Meta, Sonra Can Güvenliği

Bu tedbirlerin kaldırılması genel olarak “ekonomiye zarar” bağlamında tartışılıyor. Texas eyaletinin vali yardımcısı Dan Patrick (Cumhuriyetçi) bir röportajda ABD’nin yaşlılarından torunları (veya “ekonomi”) için ölmelerini talep ederken aslında bu yönde tavır alanların arasında sadece en tutarlı olanıdır. Bilim insanları ise bir insanın kurtarılmasının, ekonomik açıdan hangi noktadan sonra kârlı olmayacağını değişik metotlarla titizce hesap ediyorlar. Almanya’da bu durumlardan faydalanmaya çalışan neoliberal güçler arasında, her şeyden önce FDP’nin [Freie Demokratische Partei; Özgür Demokratik Parti, Almanya’nın liberal partisi, çev. Notu] krizle sarsılmış mevcut başkanı Christian Lindner’dir. FDP’nin taleplerine göre meta dolaşımının, sağlık siyaseti bağlamında alınan kararlar tarafından zarar görmemesi gerekiyor. Bu şu demektir: Üretim ve değer artışının her türlü koşul altında sürdürülmesi gerekiyor, yani kârın, emekçi sınıfların can güvenliğine göre öncelenmesi.

Elbette neoliberaller meta dolaşımının her şeyden evvel sömürülerek değer üreten sınıflar olmadan imkânsız olduğunu gayet iyi anlıyorlar. Bunu her şeyden önce tarım sanayisinde görebiliriz. Avrupa çapında insan dolaşımının kısıtlanması tarımı oldukça sert bir şekilde ve her şeyden önce büyük kısmı kadınlardan oluşan düşük ücretle çalışan mevsimlik işçileri etkiliyor. Onlar için yapılan bir kurtarma paketi yok. Fakat istisnalar oluşturuluyor, mesela Bulgar ve Romanyalı işçiler için: Alman Cumhuriyeti’nin tarlalarında çalışıp kutsal kuşkonmazları “kurtarmaları” için çalışmaya gidebilmeliler.

Telaş içinde çağırılan ve İspanya ve İtalya’da olduğu gibi kayıtsız ve hiçbir hakkı olmadan çalışan bu işçiler, ucuz ve haklarının çoğundan mahrum olan işçiler olarak Avrupa tarımının omurgasını oluşturuyor. Bu durum tarım bakanının çağrısıyla beraber daha da kritikleşti; ona kalsa Almanya’da bulunan ilticacılar ve işsizlerinin tarlalarda yardım etmeleri gerekiyor. Yani zaten koşulları güvencesiz olan mevsimlik işçilik daha da güvencesizleşiyor: Daha ucuz, haklarından daha çok mahrum bırakılmış, daha esnek.

Korona krizi karşısında ve belirli risk hesaplarına ve risk göze alma kapasitesine göre her kapitalist devlette, her şeyden önce Batıda, hükümetlerin kapitalist birikim açısından bir yandan kısa, öbür yandan orta ve uzun vadeli çıkarlarını dengelemeye çalıştıklarını görüyoruz. İzlenen yol ise iktidardakilerin hesaplarına göre ortalama zararı en düşük olarak görülen yoldur. Kapitalist ekonomilerinin zarar görmesini göze alamayan devletler ise önlem almamak konusunda ısrarcı davranıyorlar. Bu tutumu Batı’da geçen ay en iyi şekilde simgeleyen ülke İsveç’tir. Ancak “OHAL” konusu hakkında konuşan bazı popüler “eleştirici” teorisyenlerin dediklerinin aksine, aşırı otoriter ve protofaşist rejimler otoritarizm ve faşistleşme eğilimlerini ve iktidarlarını OHAL koşulları altında sadece ve sadece keyifleri istediği için gerçekleştiremiyorlar. Türkiye Cumhuriyeti mesela, belli başlı istisnalar dışında bu hafta sonuna dek daha hala sokağa çıkma yasağı ilan etmedi. Anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan sağlık bakanının ve bilim kurulunun baskısına rağmen bu adıma karşı çıkmıştı. Bu keyfi bir durum değildi: Aksi halde Türkiye kapitalist ekonomisi büyük ihtimalle hızlıca çökerdi.

Otoriterliğin Şiddetlenmesi ve Neoliberal Restorasyon Arasında

Değişik iktidar blokları kapitalist rasyonellere göre kendilerini konumlandırıp harekete geçerken, sol her zamanki gibi nal topluyor. Ki şu an kriz zamanlarındayız, yani mevcut hegemonyaları kırıp yerine yenilerini kurma ihtimalinin en yüksek olduğu – veyahut da eski hegemonyaların restore edileceği zamanlardayız. Gözümüzün önünde restorasyon eğilimin iki farklı biçimi gerçekleşmektedir: Şiddetlenen otoriterleşme ve neoliberal restorasyon, yani neoliberal nizamın konsolide edilmesi.

İlk başta kararsız gibi duran Alman federal hükümeti sonunda kapsamlı tedbirler alınmasını sağlayabildi, mesela işletmelerin büyük kısımlarının kapatılması veya temas yasağı gibi. Aynı zamanda onlarca senedir neoliberal hakimiyet altında ekonomik olarak mümkün olmayan sosyal tedbirler de alındı: Öncesine göre çok daha az ön koşullu ve nicel olarak daha kapsamlı olan işsizlik rejimi mekanizmaları, işsizlik kurumları ve Jobcenter’ler çerçevesinde oluşturuldu; kısa mesai ücretleri (Kurzarbeitergeld) önceye göre çok daha kolay ödeniyor; milyonları aşan serbest meslek sahipleri ve özel işletmelere geçici olarak yardım fonları kuruldu; hastanelere ve özel olarak yoğun bakım kapasitelerini genişleten yüksek miktarda yatırımlar yapılıyor ve hatta kısıtlı boyutta olsa da üretim dönüşümü görebiliyoruz. Otomobil imalatçısı VW koruyucu maske parçaları, Jägermeister şirketi ise dezenfektan için alkol üretiyor.

Elbette Almanya’da ekonominin hemen hemen yüzde 30’una ulaşan yardımlar ve kredi garantilerinin çoğu büyük şirketlere aktarılıyor, ki onlar utanmadan daha hala milyarları aşan kâr payı şeklinde rantçılara aktarıyor. Kararı alınan sosyal paketlerden ise emekçilerin küçük bir kısmı faydalanabiliyor. Fiilen uygulanan sokağa çıkma yasağı ise bilhassa iyi bir evde kalan, mali durumu ve sosyal istikrarı az çok sağlam olanlar için “sabır meselesi”dir. Alınan bütün acil önlemler ve resmi siyaset tarafından yürütülen “dayanışma” söylemleri, on yıllar boyunca sağlık sistemine uygulanan neoliberal ve kâr amaçlı reformlar karşısında yalan dolandan başka bir şey değil.

Yine de her şeye rağmen, federal hükümetin bir yandan sermayenin çıkarlarını sağlamaya, öbür yandan – ne kadar geçici, kısıtlı ve körelmiş olsa da – sosyal sınıf düşüşünü engellemeye çalışmasıyla, devletin “ideal kolektif kapitalist” (Engels) rolünü bu aralar aktif olarak yerine getirmeye; sağlık ve sosyal politika ile sermaye çıkarları arası dengeyi kurmaya çalıştığını görebiliyoruz.

Olayların yorumlanması ise esas olarak bugün hareket eden ve mümkün olduğunca çok çıkar ve ihtiyacı siyasi bir rejime entegre edebilenler tarafından belirleniyor. Buna siyasi hegemonyad denär. Şu an Almanya’da neoliberal bir rejim sosyal bir görüntü altında pandemi karşıtı uygun tedbirler ve önlemler alıyor. Aynı zamanda ise epidemiyolojik açıdan bu tedbirler yeterli değil, çünkü aslında hayati olmayan bütün üretim alanlarının birkaç hafta boyunca topyekûn durdurulması gerekiyordu. Böyle bir karar ise şirketlerin kârlarını oldukça baltalayacaktı. Ve kriz paketlerinin ve federal hükümetin duraksamasına bakarak tavırların genel olarak sermaye lehine olduğunu anlayabiliyoruz. Aynı zamanda düzenci ve polis devleti öğelerinin öne çıkma eğilimleri de göze batıyor.

Hükümet Politikaların İki Yüzü

Görebildiğimiz her iki öğe – yani kapitalist kârlarının korunmasını amaçlayan otoriter tedbirler ve yarı akıllı ve sosyal aromalı olan pandemi karşıtı tedbirler – analizde birbirinden ayrılabilir fakat pratikte birlikte gerçekleştiriliyorlar. Ayrıca bu öğeler özneleri tarafından söylem biçimlerinde zorunlu olarak birbirine bağlı olarak izah ediliyor. Bunun inandırıcı olmasının sebebi ise federal hükümetin fiilen hareket etmesi ve aldığı tedbirlerinin kısmen “mantıklı” olmasıdır. Federal hükümetin aldığı tedbirler bağlamındaki olumlu anket sonuçlarına bakarsak durum gayet net bir şekilde anlaşılıyor [Almanya’da hükümete ve bazı federal başkanlara onay çok yüksek; çev. notu]. Buna bağlı olarak federal hükümetin ilerleyiş tarzı aynı zamanda halk içerisinde asıl anlamıyla inandırıcılığını yitirmiş olan neoliberalizmin restorasyonu girişimidir. Bu durum şu anda olduğu sorunsuz bir şekilde devam edebilirse eğer, maliye bakan Olaf Scholz (SPD) krizin sona erdiği gün ortaya çıkıp şunu diyebilir: “İşte, gördünüz mü? Biz tam da bundan dolayı, kriz zamanlarında eksik bütçemiz olmaması için emek piyasalarını esnekleştirip sosyal devlet bağlamında kamu giderlerini kısıtlamıştık. Ve bu mantık gördüğümüz gibi gayet iyi işlediği için bunu hemen tekrarlayalım!” Oldukça kızışan dünya ekonomik krizinin ortasında böyle durum bir felakete dönüşecektir.

Sol şimdi yaptığı gibi sadece veya özellikle polis devleti veya keyfi davranışları eleştirmekle yetinirse, bu her ne kadar anlamlı olsa da, siyaseten oldukça zararlıdır. Elbette mevcut güvenlikçi düzende bugüne kadar berbat olan bütün öğeler şimdi çok daha aşırı bir boyutta rezalete dönüyor. Yabancı görünen, siyahî insanlar ırkçı polis kontrollerine daha fazla maruz kalıyorlar; evsiz insanlara çok daha kötü davranılıyor; polis şiddetine maruz kalmadan veya dava yemeden eylem veya grev yapmak zaten mümkün değil.

Bu bakımdan “makul tedbirler” sloganı altında olup bitenlere bakarsak icabında şu anki neoliberal kriz çözümü yöntemleri iflas ederse devreye girebilecek olan olası bir otoriter hegemonyanın da zemininin oluşturulduğunu görüyoruz. Bu durum ekonominin ve/veya Avrupa Birliğinin (AB) çöktüğü, ölülerin ve zarar görenlerin sayısının oldukça arttığı takdirde gerçekleşebilmesi bir ihtimal. Böyle koşullarda bir de bir alternatif olarak güçlü ve örgütlü solun eksikliği, tam da protofaşist bir darbe imkanı belirmesine yol açar. Bunun sonunun nereye gidebildiğini bugün en net Macaristan’da görebiliyoruz: Neoliberal ve devletin zor kullanma araçlarına fazlasıyla sahip olan fiili bir diktatörlük. Bu, Almanya’da da ortaya bir Orban çıkacağı anlamına gelmez. Ama polisin şimdi daha çok genişletilen yetkileri ve böylece ortaya çıkan keyfi durumlar kolayca tekrar yok edilmeyebilir. Bu da oldukça kötü bir durum olur.

Yine de, gittikçe otoriterleşen polis devleti bağlamında alınan tedbirlere ve temel hakların kısıtlanmasına karşı muhalefette olmakla, sadece bu durumları eleştirmekle yetinen bir sol, en azından mevcut olan kadar verimli bir pandemi karşıtı mücadele stratejisi oluşturamadığı müddetçe, sonuçsuz ve etkisiz kalacaktır. Bu hem teoride hem de pratikte geçerlidir. Bu elbette federal hükümetin solunda net bir perspektif oluşturarak ve böylece kapitalizmin neoliberal düzenini hedef alıp onu bu krizin en önemli tetikçisi olduğunu öne sürerek gerçekleştirebilinir.

Bize göre mevcut durumda yapılması gereken tam da böyle bir perspektif oluşturmak için çabalamaktır. Bu tabii ki aynı zamanda şu anlama geliyor: Bu perspektif sonucunda ortaya çıkan tedbirlerin derhal ama eğer mümkün değilse adım adım ve küçük çapta uygulanması gereklidir. Birçok sol yapı buna dair iyi hamleler yapıyor, ki bunları önümüzdeki haftalarda re:volt magazine’de tartışacağız.

Şimdi sadece krizden sonraki duruma dair ne tür bir tutum sergilememiz gerektiğini veya muhtemel bir ekonomik krize soldan ne tür cevaplar üretmek zorunda olduğumuzu tartışmak, Korona krizinden sonra daha fazla değil, aksine daha az eylem yeteneğine sahip olmamıza neden olacaktır. Kriz sonrası süreçte kimin çıkarının, kimin hegemonyasının ağır basacağı yalnız Korona krizini aşma mücadelesinin tam orta yerinde belirlenecektir.

Sol Perspektiflerin Mücadelesini Vermek

Bu kriz hakkında iyi bir şey varsa, bu sadece kapitalizmin sağlık krizlerinin ortaya çıkışına nasıl önemli bir katkıda bulunduğunu göstermesi değildir. Kriz, aynı zamanda neoliberal kâr arttırma ve “piyasa” teranelerini pandemi bağlamında hiçbir şekilde işlemediğini çok net ortaya koydu.

Devletin uyguladığı bütün programlara baktığımızda – İspanya’da birden bire devlet idaresine sevk edilen özel hastanelerden tutun da başka ülkelerde buna benzer tedbirlerin alınmasına dair yürütülen tartışmalara kadar –, uygulamalar kapitalizmi kurtarmak amacında olduğu için ve dolayısıyla negatif olarak olsa da şunu görüyoruz: Solun tartıştığı ve kapitalist olmayan, tam tersine ihtiyaç odaklı olan bir dönüşüm fiilen oldukça mümkünmüş. Tabii ki bu yalnızca mevcut kriz koşullarında sol tarafından söz konusu edilip, örgütlenerek mücadelesi verilirse geçerlidir. İtalya ve ABD’de emekçiler tarafından örgütlenen grevler ise şunu gösteriyor: Hayati olmayan üretimin dallarını kapatmak, her koşulda, bugünkü koşullar altında bile, bir de işçilerin aleyhinde olmadan mümkündür.

Demokratik ve sol bir perspektiften elbette polis devletine dair alınan tedbirleri de tartışmak ve eleştirmek zorundayız. Pandemiye karşı yürütülen mücadele bağlamında hangi tedbirler anlamlıdır, hangileri gerekli değildir; bunların, her önlem için ayrıca gözden geçirilip tartışılması gerekir. Federal ordunun yedek askerlerine sivil fonksiyon yüklemek yardım açısından mantıklı olabilir; silahlı askerlerin silahlanmış biçimde polis fonksiyonlarını üstlenmesi ise elbette mantıklı değildir. Dar alanlarda kitlesel etkinlikleri yasaklamak mantıklıdır, fakat sağlık tedbirlerine uyan her türlü eylem veya siyasi toplantının yasaklanması veya mesela sendikalar tarafından önden ve alternatifsiz bir şekilde iptal edilmesinin eleştirilmesi ve kabul edilmemesi gerekir.

Solun inisyatif elde etmek için açığa çıkarması gereken irtibat noktaları halkın içinde az çok kabul görmüş konular olabilir: Emekçiler lehinde alınan sosyal tedbirlerin (maaşlarının sürekliliği, işsiz, esnek ve serbest mesleklere sahip olan emekçilere de maaş bağlanması vs.) sağlamlaştırılması için mücadele etmeliyiz. Taleplerimizin merkezinde her şeyden önce çalışmak zorunda kalan satış, sağlık, eğitim, temizlik ve diğer emekçilerinin korunma tedbirleri olması gerekiyor. Adım adım kaldırılan pandemi tedbirlerinin ana kriteri kapitalistlerin kârları değil, kamu refahı ve dolayısıyla halk sağlığı olmalı. Aynı zamanda neoliberal paradigmayı eleştiren, onun yerine toplumsallaştırma ve yeniden kamulaştırma süreçlerini tartışan hamleler yapılması lazım. Bu önlemler mali açıdan nasıl gerçekleştirilebilir sorusuna da en zenginlere uygulanan servet vergisiyle cevap veriyoruz.

Aynı zamanda sendikaların taban örgütlenmesi oldukça önem kazanacaktır. Solun tutumu, kriz masraflarının emekçilere yüklenmesine karşı olmalıdır ve bu da içerisinde bulunduğumuz resesyonun sonuçlarının gittikçe alt sınıflara yüklenmesinden önce olmalıdır. Sosyal sorun, sağ güçler devreye girip ortaya çıkan toplumsal çelişkileri kendi lehine kullanmadan, yeniden tartışılmalıdır.

Özel olarak sağlık ve genel olarak yeniden üretim emeğinin ağırlığını ortaya koymalıyız: Her akşam saat 9’da sağlık çalışanları için alkışlamak güzel bir inceliktir, fakat sağlık emekçilerinin maaşlarının arttırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve kâr doğrultusunda örgütlenmemesi, kamu refahı doğrultusunda sağlamlaştırılan sağlık sistemi tartışılmadığı müddetçe, bu sadece incelik olarak kalıyor.

Konuşulmayanların bir diğeri ise yeniden üretim emeğinin hemen hemen bütününün kadınlar tarafından yapılmasıdır. Bireysel boyutta çözülmesi gereken ücretsiz bakımdan ve çocuk büyütme işinden hiç başlamayalım… Büyütme, eğitim, bakım, aile içi iş vesaire, yani hepimizin iyiliğini ve sağlını ilgilendiren bu toplumsal alanlar, toplumumuzun omurgasıdır ve işlemediği takdirde diğer alanların hiçbirinin işleyememesi söz konusudur. “Sistemik olarak önemli” demek bu durumu yeterince karşılamıyor; bu alanlarda çalışan insanların emeğine layık olan biçimde karşılanması konusunda oldukça geç kaldık.

Sol, mevcut kızışmış siyasi ve toplumsal koşullar altında eylem kabiliyetini yeniden ele geçirmelidir. Bugünlerde birçok sol yapı hem düzen siyaseti çıkarı hem de ama sağlık nedenlerinden dolayı uygulanan kısıtlamalardan ötürü elemanlarının yalnızlaşması ve şaşılacak biçimde eksik olan politik bir perspektifle karşı karşıyadır. Hâlbuki tam da şimdi solun mevcut olana karşı modellere işaret etmesine ve onlar için mücadele etmesine ihtiyacımız var. Haydi, hep beraber bu işi ele alalım!

 

[1] Kapitalist sistem, emek gücünün sömürülmesini baz alarak, kârın maksimizasyonu için ve böylece servetin sermaye şeklinde maksimizasyonu için dizayn edilmiştir; aksi takdirde, yani birikmemesi halde, ölümle cezalandırılıyordur. “Kapitalist birikim” kavramı bu bağlantıya ifade eder. Bu sürece, kârın artmasına karşı olan her şey, sermaye tarafından yok edilmesi gerekir. Marx sermayenin bu uyumsuz, çelişik özelliğini çok net bir şekilde izah etti: “Sermaye, […] kargaşalıktan ve kavgadan kaçar ve ürkek bir tabiata sahiptir. Bu, çok doğru olmakla birlikte, gerçeğin tamamı değildir. Sermaye, doğanın boşluktan dehşet duyması gibi kâr olmaması ya da çok az kâr olması halinde dehşete kapılır. Uygun bir kâr olsun, aslan kesilir. Yüzde 10’luk emin bir kârla her işe girişir; yüzde 20 ile canlanır; yüzde 50 ile cesareti mutlaklaşır; yüzde 100 ile bütün yasaları ayaklar altına alır; yüzde 300 için işleyemeyeceği suç yoktur, asılmayı bile göze alır.”

 

(Bu yazı re:volt magazine sitesinde 11 Nisan’da yayınlanmıştır. Türkçeye El Yazmaları için Evrim Muştu tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinali için https://revoltmag.org/articles/der-zug-fährt-ab/)