Rus Devrimi Üzerine – Rosa Luxemburg

El Yazmaları’nın Notu: 15 Ocak 1919’da karşı devrimci güçler tarafından Karl Liebknecht ile birlikte katledilen Rosa Luxemburg’un 101. ölüm yıldönümü vesilesiyle mini bir dosya içeriği hazırladık. Bu dosya içeriğinde Rosa Luxemburg’un devrimci teoriye yaptığı katkının yanı sıra, onun devrimci yaşantısı ve az bilinen iç dünyası ile ilgili içerikler yer alıyor. Bu içeriklerden üçüncüsü olan Rosa Luxemburg’un “Rus Devrimi Üzerine” [1] makalesini Murat Çakır’ın çevirisiyle siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz.

 

Rus Devrimi, Dünya Savaşı’nın en muazzam olgusudur. Başlaması, emsalsiz radikalizmi, kesintisiz etkisi, resmî Alman sosyaldemokrasisinin, Alman emperyalizminin başlayan fetih kampanyasını bir memur gayretiyle ideolojik olarak örtbas etmek için kullandığı yalan söylemini: yani Rus Çarlığını yıkacak ve ezilen halklarını özgürleştirecek olan Alman süngüsünün misyonu söylemini, en iyi biçimde deşifre etmiştir. Rusya’daki devrimin ulaştığı muazzam kapsam, bütün sınıf ilişkilerini sarsan, tüm sosyal ve iktisadî sorunları açığa çıkartan ve burjuva cumhuriyetinin ilk devresinden diğer safhalarına iç mantığının uğursuzluğuyla ilerleyen derinlemesine etkisi – ki Çarlığın yıkılması dar bir epizot, neredeyse önemsiz bir olay olarak kalmıştır – tüm bunlar Rusya’nın kurtuluşunun savaşın ve Çarlığın askerî yenilgisinin bir sonucu, Kautsky’nin redaksiyonu altındaki “Neue Zeit”ın başyazısında sözünü verdiği “Alman yumruğu içinde tutulan Alman süngüsünün” bir kazancı değil, aksine devrimin kendi ülkesinde kökleşmiş ve tamamen olgunlaşmış olmasının bir sonucu olduğunu apaçık göstermektedir. Alman emperyalizminin, Alman sosyaldemokrasisinin ideolojik kalkanı arkasındaki savaş macerası, Rusya’daki devrimi olanaklı kılmamış, aksine, başlangıçta belirli bir süre için – 1911’den 1913’e kadar artarak gelişen selden sonra – tehir etmiş ve ardından – devrimin başlamasından sonra – ona en ağır, en olağandışı koşulları yaratmıştır.

Bu gelişme, her düşünebilen gözlemci için, Kautsky’nin hükümet sosyalistlerinin partisiyle üzerinde hemfikir olduğu ve Rusya’nın iktisadî açıdan geri kalmış, genellikle tarım ülkesi olarak sosyal devrim ve proletaryanın diktatörlüğü için olgun olmadığını ileri süren doktriner teoriyi yalanlayan bir kanıttır. Rusya’nın sadece bir burjuva devrimi için olgunlaştığını söyleyen – ve Rusya’daki sosyalistlerin burjuva liberalizmi ile koalisyona girme taktiğini temellendiren yaklaşımın dayandırıldığı – bu teori aynı zamanda Rus işçi hareketi içerisindeki oportünist kanadın, Axelrod ve Dan’ın liyakatli yönetimi altındaki Menşeviklerin teorisidir. İkisi de, Rus ve Alman oportünistleri, Rus Devrimi’ne yönelik ve taktiğin detay sorularıyla ilgili pozisyonların kendiliğinden ortaya çıktığı bu temel değerlendirmelerinde bütünüyle Alman hükümet sosyalistleriyle uyuşuyorlar: Her üçünün de görüşüne göre Rus Devrimi, Alman emperyalizminin, Alman sosyaldemokrasisinin mitinde oluşan, asil görev olarak adlandırdığı safhada, Çarlığın yıkılması noktasında durmalıydı. Eğer devrim bu noktadan ileri gitti, proletarya diktatörlüğünü ödev olarak gördüyse, bu, o doktrine göre, Rus işçi hareketinin radikal kanadının, Bolşeviklerin, basit bir hatasıydı ve bu yüzden devrimin ilerleyen süreçlerinde karşılaştığı her olumsuzluk, kurbanı olduğu her kargaşa bu uğursuz hatanın doğal sonucuydu. Gerek tepinimci “Vorwärts”, gerekse de Kautsky tarafından “Marksist düşüncenin” bir meyvesi olduğu iddia edilen bu doktrin teorik olarak, sosyalist değişimin ulusal, yani her modern devletin kendi sorunu olduğunu söyleyen özgün “Marksist” buluşa yol açmaktadır. Tabii ki Kautsky, soyut şemanın sisleri arasında kapitalizmin dünya çapındaki ve modern ülkelerinin tümünü birbirine bağlı bir organizma haline getiren iktisadî bağlantılarını göstermesini çok iyi bilir.

Rus Devrimi – uluslararası gelişme ve tarım sorununun bir meyvesi: çözümü, burjuva toplumunun sınırları içerisinde olanaksız.

Bu doktrin pratikte uluslararası proletaryanın ve ilk etapta Alman proletaryasının Rus Devrimi’nin başarısına yönelik sorumluluğunu unutturma, bu devrimin uluslararası bağlantılarını yalanlama eğilimi göstermektedir. Savaşın ve Rus Devrimi’nin seyri, Rusya’nın ham oluşunu değil, Alman proletaryasının tarihsel görevleri yerine getirmedeki olgun olmamasını kanıtlamıştır ve Rus Devrimi’ne her eleştirisel bakışın ilk görevi, bu gerçeği tüm çıplaklığı ile göz önüne çıkartmaktır. Rus Devrimi’nin kaderi bütünüyle uluslararası olaylara bağımlıydı. Bolşeviklerin politikalarını tamamen proletaryanın dünya devrimine dayandırmaları, politik öngörülerinin ve esaslı sadakatlerinin, politikalarının cesur atılımının en parlak kanıtıdır. Burada kapitalist gelişmenin son on yılda yaptığı devasa sıçrayış görülebilmektedir. 1905 – 1907 Devrimi, Avrupa’da çok zayıf bir yankı buldu. Bu nedenle bir başlangıç bölümü olarak kalmak zorundaydı. Devamı ve çözümü, Avrupa’daki gelişmeye bağlıydı.

Eleştirisiz savuncarlığın değil, sadece etraflı, düşünceli eleştirinin deneyim ve öğreti hazinelerini çıkartabileceği çok açıktır. Dünya tarihinin ilk deneyinde işçi sınıfının diktatörlüğüyle, hem de düşünülebilecek en ağır koşullar altında: dünya yangınının ve emperyalist soykırım kaosunun ortasında, Avrupa’nın en gerici askerî gücünün ilmiği içinde, uluslararası proletaryanın bütünüyle başarısızlığı karşısında, yani bu olağandışı koşullar altındaki bir işçi diktatörlüğü deneyiyle Rusya’da tüm yapılanların mükemmelliğin zirvesi olduğunu söylemek, deli saçması olurdu. Diğer taraftan sosyalist politikanın temel kavramları ve zorunlu tarihsel önkoşullarına bakış, bu son derece koşullar altında en devasa idealizmin ve en dayanıklı enerjinin bile devrime ve sosyalizme değil, en fazla bunların aciz ve çarpık hamlelerine yol açacağı varsayımına zorlamaktadır.

Bunları, tüm etraflı bağlantıları ve etkileriyle açık bir biçimde göz önüne çıkarmak, bütün ülkelerdeki sosyalistlerin temel ödevidir; çünkü ancak böylesi bir acı idrak sonucunda uluslararası proletaryanın Rus Devrimi’nin kaderiyle ilgili olan sorumluluğunun büyüklüğü ölçülebilir. Diğer yandan, salt bu yol üzerinden proleter devrimin sırt sırta uluslararası hareketinin belirleyici önemi geçerlilik kazanır – tek tek ülkelerdeki proletaryanın çalışkanlığının ve en büyük fedakârlığının, olmadığı takdirde, kaçınılmaz olarak çelişkiler ve hatalar keşmekeşine döndürecek temel koşul olarak.

Rus Devrimi’nin akıllı önderlerinin, Lenin ve Troçki’nin, dikenli ve türlü tuzakla dolu olan yollarında, bazı kesin adımlarını büyük tereddütler içinde ve şiddetli isteksizlikle attıkları ve acı zorunluluklar ile dayatmaların kaynayan girdabında yapmak zorunda olduklarını, Enternasyonal tarafından sosyalist politikanın eleştirisiz hayranlığa ve şevkli taklide yol açacak ulu örneği olarak kabul görülmesini beklemekten hayli uzak oldukları, kesinlikle şüphe götürmemektedir.

Aynı şekilde Rus Devrimi’nin kat ettiği şimdiye kadarki yolların eleştirisel değerlendirilmesinin, yalnızca Rus proletaryasının Alman kitlelerinin utandırıcı miskinliğini aşacak olan saygınlığının ve hayranlık uyandıran örneğinin altını tehlikeli biçimde oyacağı korkusuna kapılmak da yersizdir. Bundan yanlış bir şey olamaz. Almanya’daki işçi sınıfının devrimci eylem gücü artık hiç bir zaman Alman sosyaldemokrasisinin geleneğindeki herhangi bir kitlesel telkine, ister kendi “mercileri”, ister “Rus örneği” olsun, herhangi bir lekesiz otoriteye dayanan vesayet metotları anlayışı ile yaratılamayacaktır. Alman proletaryasının tarihsel eylem yetisi devrimci hurra havasının yaratılmasıyla değil, tam tersine sadece görevlerin dehşetli ciddiyetinin, tüm karmaşıklıklarının idraki, politik olgunluk ve zihinsel bağımsızlık ve de kitlelerin, Alman sosyaldemokrasisi tarafından on yıllarca çeşitli bahaneler altında öldürülmeye çalışılan eleştirel karar verme yetisi sayesinde doğabilir. Rus Devrimi’nin ve bütün tarihsel bağlantılarının eleştirel değerlendirilmesi, Alman ve uluslararası işçilerin günümüzdeki durumdan doğan görevlerin üstesinden gelebilmeleri için olabilecek en iyi eğitimdir.

Böylesi bir durumda, başlangıçtan itibaren demokrasiyi kurtaran ve devrimi ilerleten o taktiğini ilân ve çelik tutarlılıkla takip eden Bolşevik akım tarihsel onura hak kazanmaktadır. Bütün iktidarı sadece işçi ve köylü kitlesinin, Sovyetlerin eline bırakmak – işte bu gerçekten devrimin içinde bulunduğu zorluktan çıkmanın tek yolu, devrimin dar boğazdan çıkartılıp, engelsiz gelişmesi için akıp gideceği nehir yatağının önündeki kördüğümü açan kılıç darbesiydi.

II

Rus Devrimi’nin, Mart’ta patlak vermesinden, Ekim Devrimi’ne kadar süren ilk devresi, genel seyri açısından gerek büyük İngiliz Devrimi’nin, gerekse de büyük Fransız Devrimi’nin tam bir benzeridir. Bu, burjuva toplumunun koynunda üreyen devrimci güçlerin, eski toplumun zincirlerine karşı verdikleri her ilk, büyük genel mücadelenin tipik gelişimidir.

Gelişimi doğal olarak yükselen bir çizgide hareket etmektedir: Ilımlı başlangıçlardan, hedeflerin giderek daha fazla radikalleşmesine, sınıflar ve partiler koalisyonundan, en radikal partinin tek egemenliğine doğru.

İlk anlarda, 1917 Mart’ında, devrimin başında “Kadetler”, yani liberal burjuvazi duruyordu. Devrimci selin ilk genel yükselişi, önüne çıkan herkesi ve her şeyi birlikte götürdü: Devlet darbesinin[2] sonucu olan gerici dört sınıflı seçim sisteminin[3] en gerici ürünü olan dördüncü Duma, aniden devrimin bir organı haline geldi. Milliyetçi sağcılar dahil, bütün burjuva partileri aniden mutlakîyetçiliğe karşı saf aldılar. Mutlakîyetçilik, daha ilk taarruzda, hafif dokunmayla yere düşecek ölü bir uzuv gibi, direniş göstermeksizin yıkıldı. Gelişmenin fırtınalı süreci, zamanında Fransa’nın on yıllar sonrasında kat ettiği yolu, günler ve hatta saatler içerisinde aldı. Burada Rusya’nın, Avrupa’nın yüzyıllık gelişiminin bir sonucunu gerçekleştirdiği ve 1917 Devrimi’nin, Alman “kurtarıcıların” hediyesi değil, 1905 – 1907 Devrimi’nin doğrudan devamı olduğu görüldü.

Ancak şimdi ikinci, daha zor olan görev başlıyordu. Devrimin itici gücü, daha ilk anından itibaren kent proletaryasının kitlesiydi. Talepleri salt politik demokrasiyle kısıtlı değil, bilâkis uluslararası politikanın acil sorununa: hemen barışa yönelikti. Devrim, aynı zamanda aynı hemen barış talebini yükselten ordu kitlesine ve tarım sorununu 1905 Devrimi’nden bu yana hep ön planda tutan köylü kitlesine dayanmaktaydı. Hemen barış talebi, sözcülüğünü Miljukov’un[4] yaptığı liberal burjuvazinin emperyalist tandansı ile sert bir biçimde çelişmekteydi; toprak sorunu ise, burjuvazinin diğer kanadının, derebeyliğin, korkulu rüyası ve böylelikle, kutsal özel mülkiyete yönelik bir suikast anlamına geldiğinden, bütün burjuva sınıflarının hassas noktasıydı.

Böylelikle devrimin ilk zaferinin ertesi günü, devrimin tam ortasında iki temel nokta, barış ve toprak sorunu üzerine bir iç mücadele başladı. Liberal burjuvazi sürünceme ve kaçamaklar taktiğini başlattı. İşçi kitleleri, ordu, köylülük giderek daha atılgan bir biçimde bastırıyorlardı. Barış ve toprak sorununun, cumhuriyetin siyasî demokrasisinin kaderiyle bağlı olduğu şüphe götürmüyordu. Devrimin ilk taarruz dalgasına kapılıp, cumhuriyetçi devlet biçimine kadar sürüklenen burjuva sınıfları, kısa zaman sonra gerici dayanak noktaları aramaya ve sessizce karşı devrimi örgütlemeye başladılar. Kaledin Kazaklarının Petersburg’a[5] karşı giriştikleri saldırı bu tandansın açık bir ifadesiydi. Bu saldırı başarılı olsaydı, sadece barış ve toprak sorununun değil, demokrasinin, cumhuriyetin sonu gelecekti. Proletaryaya karşı dehşetli bir egemenlik kuracak olan askerî diktatörlük ve monarşiye geri dönüş, kaçınılmaz sonuç olacaktı.

İşte burada Kautsky çizgisindeki Rus sosyalistlerini, Menşevikleri yönlendiren taktiğin ütopikliği ve özünde gericiliği ölçülebilir.

Bu çalışkan adamın[6] Dünya Savaşı’nın dört yılında yorulmaz yazıcılığıyla nasıl sakin ve metotlu bir biçimde, sonucunda sosyalizmi sağlam bir yeri kalmayan eleğe dönecek şekilde, sosyalizme peş peşe teorik delikler açtığını izlemek, hayret vericidir. Taraftarlarının resmî kuramcının bu çalışkan eserini izlemeleri ve her yeni icadını gözlerini kırpmadan yutmalarındaki eleştirisiz itidal, Scheidemann ve ortaklarının taraftarlarının, sosyalizmin bunlar tarafından pratikte adım adım delinmesini izlemelerindeki itidal ile benzeşmektedir. Gerçekten de her iki uğraş birbirini tamamlamaktadır ve Kautsky, Marksizm’in resmî tapınak bekçisi, savaşın başlangıcından itibaren Scheidemannların pratikte yaptıklarını: 1. Enternasyonal, barışın enstrümanı; 2. Silahsızlanma ve Milletler Cemiyeti, milliyetçilik; ve en sonunda da 3. Demokrasi, sosyalizm “değil”i teoride yapmaktadır.

Rus Devrimi’nin burjuva karakteri uydurmasına kendini kaptırarak– öyle ya, Rusya sosyal devrim için henüz olgunlaşmamıştı – umutsuzca burjuva liberalleri ile koalisyona, yani devrimci gelişmenin doğal iç seyri nedeniyle bölünmüş olan, birbirleriyle sert bir biçimde çelişen güçlerin cebrî birleşimine sarılmışlardı. Axelrod ve Don’lar, devrim ve devrimin ilk kazanımı olan demokrasiye yönelik en büyük tehdidi oluşturan o sınıflar ve partilerle her pahasına birlikte çalışmak istiyorlardı.

Böylesi bir durumda, başlangıçtan itibaren demokrasiyi kurtaran ve devrimi ilerleten o taktiğini ilân ve çelik tutarlılıkla takip eden Bolşevik akım tarihsel onura hak kazanmaktadır. Bütün iktidarı sadece işçi ve köylü kitlesinin, Sovyetlerin eline bırakmak – işte bu gerçekten devrimin içinde bulunduğu zorluktan çıkmanın tek yolu, devrimin dar boğazdan çıkartılıp, engelsiz gelişmesi için akıp gideceği nehir yatağının önündeki kördüğümü açan kılıç darbesiydi.

Böylelikle Lenin-Partisi, Rusya’da devrimin ilk devresindeki gerçek çıkarlarını kavrayabilen tek parti, devrimi ileriye iten unsuru, yani bu anlamda da gerçekten sosyalist politika yapan tek partiydi.

Devrimin başlangıçlarında her taraftan düşmanlıkla, iftirayla ve fesatla karşılaşan Bolşeviklerin, en kısa sürede devrimin başına getirilmeleri ve tüm gerçek halk kitlelerini: kent proletaryasını, orduyu, köylülüğü ve demokrasinin devrimci unsurlarını, sosyalist-devrimcilerin sol kanadını kendi bayrağı altına toplayabilmesi işte buradan açıklanabilir.

Rus Devrimi’nin gerçek durumu birkaç ay sonrasında tek seçeneğe indirgendi: Ya karşı devrimin zaferi ya da proletarya diktatörlüğü, ya Kaledin ya Lenin. Kısa süre sonra ilk sarhoşluğun ardından her devrimde ortaya çıkan ve Rusya’daki, “burjuva” devrimi çerçevesinde çözümü olmayan barış ve toprak sorunlarının somut ivediliğinin bir sonucu olan objektif durum buydu.

Rus Devrimi bu noktada da her büyük devrimin temel öğretisini, yaşam yasasını teyit etti: [Devrim] ya çok hızlı davranıp ileriye hamle yapacak ve demirden yumruğuyla tüm engelleri bertaraf edip, hedeflerini hep yeniden daha ileriye yerleştirecek, ya da kısa zamanda zayıf çıkış noktasına geri itilecek ve karşı devrim tarafından ezilecektir. Durmanın, yerinde saymanın, ilk anda elde edilen hedeflerle yetinmenin devrimde yeri yoktur. Ve her kim ki parlamentodaki göstermelik kavgaların sıkıcı bilgeliklerini devrimci taktiğe uygulamak istiyorsa, o sadece devrimin yaşam yasasına, psikolojisine ve tüm tarihsel deneyimlere aynı bir kapalı kutuya olduğu gibi yabancı olduğunu gösteriyordur.

1642’de patlak veren İngiliz Devrimi’nin seyri. Eşyanın mantığı, nasıl Presbiteryanlar’ın zayıf dalgalanmalarının, kralcı orduya karşı verilen tereddütlü savaşta Presbiteryan önderlerin kesin savaştan ve böylelikle I. Karl’a karşı zafer kazanmaktan kasten kaçınmalarının, Independentler’in onları parlamentodan kovmalarını ve iktidarı kendi ellerine geçirmelerini reddedilemez zorunluluk haline getirmişti. Independent Hareketi’nin bütün vurucu gücünü Independent Ordusu içindeki küçükburjuva askerlerin alt kitlesi, Lilburn’cü “Eşitleyiciler” iken, Digger Hareketi içerisinde ifadelerini bulan ve demokratik “Eşitleyiciler” Partisi’nin mayalı hamurunu oluşturanlar, en ileri giden sosyaldevrimci unsurlar, asker kitlesinin proleter unsurlarıydı.

Devrimci proleter unsurların asker kitlesi üzerindeki fikrî etkisi olmaksızın; demokratik asker kitlesinin de Independentler Partisinin burjuva üst katmanlarına yönelik baskısı olmaksızın, ne parlamento Presbiteryanlar’dan “temizlenir”, Kavalyalar Ordusu’na ve İskoçlara karşı verilen savaş zaferle sonuçlanır, ne mahkeme açılıp I. Karl idam edilebilir, ne de Lordlar Kamarası lağvedilip, cumhuriyet ilân edilebilirdi.

Büyük Fransız Devrimi’nde nasıldı? Burada da Jakobenlerin dört yıllık mücadeleden sonra iktidarı ele geçirmelerinin, devrimin kazanımlarını kurtarmak, cumhuriyeti gerçekleştirmek, feodalizmi parçalamak, içte ve dışarıda devrimci savunmayı örgütlemek, karşı devrimin konspirasyonlarını bastırmak ve Fransa’daki devrimci dalgayı bütün Avrupa’ya yaymak için tek araç olduğu ortaya çıkmıştı.

Rus Devrimi’nin ilk safhasındaki “burjuva karakterinin” korunmasını isteyen Kautsky ve Rus yandaşları, Büyük Fransız Devrimi’ni iki evreye: ilk, Girondist safhanın “iyi” devrimi ve Jakobenci iktidardan sonraki “kötü” devrime ayıran geçen yüzyılın Alman ve İngiliz liberallerinin dengidirler. Tarih anlayışının liberal sığlığı “ölçüsüz” Jakobenlerin iktidarı ele geçirmeleri olmaksızın Girondist safhanın ilk ürkek ve yarım kazanımlarının devrimin enkazı altında kalacağını, 1793’deki tarihsel gelişmenin gidişatı karşısında Jakoben diktatörlüğün tek alternatifinin “ılımlı” demokrasi değil, aksine Bourbon’ların restorasyonu olacağını kavrama gereğini hissetmez tabii ki! Devrimlerin hiçbirinde “altın orta yol” ayakta kalamaz. [Devrimin] doğa yasası acil kararları gerekli kılar: Ya lokomotif tarihsel yükselişin en uç noktasına kadar son süratle ilerletilecektir, ya da kendi ağırlığıyla çıkış noktasına geri kayacak ve yarı yolda zayıf güçleriyle geriye dönüşü durdurmak isteyenleri kurtulamayacak bir biçimde uçuruma sürükleyecektir.

Her devrimde önderliği ve iktidarı ancak en ileri itici parolayı sunan ve bunun bütün sonuçlarına katlanmaya hazır olan partinin ele geçirebileceği buradan açıklanabilir. Başlangıçta kitleler üzerinde müthiş etkileri olan, ama uzun süren ikircikliliklerinden, iktidarı ve sorumluluğu üstlenmekten kaçınmalarından sonra sahneden şöhretsizce süpürülen Rus Menşeviklerinin, Dan, Zereteli ve diğerlerinin acıklı rolü buradan açıklanabilir.

Lenin Partisi, gerçek bir devrimci partinin icabını ve yükümlülüğü-nü kavrayan ve “Tüm iktidar proletarya ve köylülük eline!” şiarıyla devrimin devamını güvence altına alan tek partiydi.

Böylelikle Bolşevikler, Alman sosyaldemokratlarının her zaman korkulu rüyası olan ünlü “halkın çoğunluğu” sorusunu çözdüler. [Alman sosyaldemokratlar] parlamenter kretinizmin ıslah olmaz çırakları olarak, parlamenter çocuk bahçesinin sözüm ona bilgeliğini basitçe devrime uyarlıyorlar: Bir şeyi gerçekleştirebilmek için illâki çoğunluğa sahip olmak gerekliymiş. Yani devrimde de önce “çoğunluğu” kazanmalıymışız. Ancak devrimlerin gerçek diyalektiği bu parlamenter köstebek bilgeliğini tersine çevirmektedir: Yol, çoğunluk üzerinden devrimci taktiğe değil, devrimci taktikten çoğunluğa gider. Sadece önderlik yapmayı, yani ileriye itmeyi bilen bir parti, rüzgâr hızıyla taraftar kazanır. Lenin ve yoldaşlarının belirleyici momentte ileriye itici olan tek şiarı: “Tüm iktidar proletarya ve köylülük eline!” şiarını yükseltme kararlılığı, önderleri Marat gibi bodrumlarda saklanmak zorunda kalan, kovuşturulan, iftira edilen, “illegal” bir azınlığı bir gece içerisinde devrimin mutlak hâkimi haline getirmiştir.

Bolşevikler de hemen bütünsel ve en ileriye gidici programı iktidarlarının amacı olarak açıkladılar: Burjuva demokrasisinin güvence altına alınması değil, sosyalizmi gerçekleştirmek amacıyla proletarya diktatörlüğü. Böylelikle ilk kez sosyalizmin son hedeflerini pratik politikanın doğrudan programı olarak ilân etmenin tarihsel onurunu bir daha silinmeyecek şekilde elde ettiler.

Lenin, Troçki ve yoldaşları tarihsel bir dönemeçte bir partinin gösterebileceği cesaret, eylem gücü, devrimci öngörü ve tutarlılığın hepsini gösterebilmişlerdir. Batı’da, sosyaldemokraside olmayan bütün devrimci onur ve eylem yetisi Bolşeviklerde temsil edilmekteydi. Onların Ekim Başkaldırısı, sadece Rus Devrimi’nin gerçek kurtuluşu olmakla kalmadı, aynı zamanda uluslararası sosyalizmin onurunun da kurtuluşu oldu.

Rusya’daki Sovyet Hükümeti’nin bu devasa reformları uygulayamaması mı? Bu sitemi kim yapabilir ki! Lenin ve yoldaşlarından, iktidarlarının bu kısa süresinde, iç ve dış mücadelelerin yırtıcı girdabının tam ortasında, etrafları sayısız düşman ve dirençlerle sarılmış iken, sosyalist devrimin en zor görevlerinden birisini, evet, rahatlıkla söyleyebiliriz, en zorlu görevini çözmüş olmalarını veya sadece çözmeye başlamış olmalarını beklemek, kötü bir şaka olurdu!

III

Bolşevikler, İngiliz Eşitlikçiler ile Fransız Jakobenlerin tarihsel mirasçılarıdırlar. Ancak, Rus Devrimi’nde iktidarı ele geçirdikten sonra karşı karşıya kaldıkları somut görev, tarihsel öncüllerinin görevleri ile karşılaştırılamayacak derecede daha zordu.[7] Tabii ki mülkiyeti doğrudan, hemen ele geçirme ve toprağın köylüler[8] arasında paylaşılması şiarı, iki şeye ulaşmanın, büyük toprak sahipliğini ortadan kaldırmanın ve köylülüğü hemen devrimci hükümete bağlamanın en kısa, en basit ve en özlü formülüydü. Proleter-sosyalist hükümetin tahkimine yönelik politik tedbir olarak mükemmel bir taktikti. Maalesef [bu taktiğin] iki yanı vardı ve köylülüğün mülkiyeti doğrudan ele geçirmesinin, sosyalist iktisatla hiçbir ortak yanı olmadığı, [bu taktiğin] ters yüzüydü.

İktisadî ilişkilerin sosyalist reorganizasyonu, ziraî ilişkiler hususunda iki önkoşulu zorunlu kılar. Önce, taşrada tek başına sosyalist iktisat biçiminin çıkış noktası olarak hizmet edecek olan büyük toprak mülkiyetinin, ziraî üretim araçları ve metotlarının teknik açıdan en ilerici yoğunlaşması olarak kamusallaştırılması. Eğer küçük köylünün parselini elinden almaya gerek yok ve ona gönüllü olarak toplumsal işletmenin avantajlarından, önce kooperatifleşme yolu ve en sonunda da bütünsel sosyal işletmeye katılmaya kazanılmasıyla faydalanma kararı bırakılacak ise, o zaman taşradaki her sosyalist reformu tabii ki büyük ve orta ölçekli toprak mülkiyetinden başlamak zorundadır. [Sosyalist iktisat reformu] burada mülkiyet hakkını öncelikle ulusa veya sosyalist hükümette [ulusla] eşanlama gelen, devlete vermelidir; çünkü sadece bu adım ziraî üretimin, birbiri ile bağlantılı olan büyük sosyalist bakış açılarından örgütlenmesinin olanağını garanti eder.

İkincisi; bu reorganizasyonun önkoşullarından bir tanesi: Ziraî iktisat ile sanayi ayrılığının, burjuva toplumunun bu karakteristik özelliğinin, her ikisinin karşılıklı olarak iç içe geçmesi ve birleşmesi, ziraî ve sanayi üretiminin türdeş bakış açısıyla kapsamlı biçimlenmesine yer vermesi için, ortadan kaldırılmasıdır. Tek tek işletme biçimi nasıl olursa olsun: ister kent idareleri, isterse, kimilerinin önerdiği gibi, devlet merkezinden – her durumda bunun koşulu, merkezî olarak standart geliştirilen ve gerçekleştirilen bir reform ve [bu reformun] önkoşulu olarak toprağın kamusallaştırılmasıdır. Büyük ve orta ölçekli toprak mülkiyetinin kamusallaştırılması, sanayi ve ziraatın birleştirilmesi, her sosyalist iktisat reformunun, olmadıkları takdirde sosyalizmin olamayacağı, iki temel bakış açısıdırlar.

Rusya’daki Sovyet Hükümeti’nin bu devasa reformları uygulayamaması mı? Bu sitemi kim yapabilir ki! Lenin ve yoldaşlarından, iktidarlarının bu kısa süresinde, iç ve dış mücadelelerin yırtıcı girdabının tam ortasında, etrafları sayısız düşman ve dirençlerle sarılmış iken, sosyalist devrimin en zor görevlerinden birisini, evet, rahatlıkla söyleyebiliriz, en zorlu görevini çözmüş olmalarını veya sadece çözmeye başlamış olmalarını beklemek, kötü bir şaka olurdu! Biz de, hele bir iktidara gelelim, Batı’da da ve en uygun koşullar altında dahi, daha bu büyük görevin binlerce komplike zorluğunun üstesinden henüz kabaca gelemeden, bazı dişlerimizi bu çetin cevizin üzerinde kırdıracağız!

Ama, iktidara gelmiş olan bir sosyalist hükümet her durumda şunu yapmalıdır: Ziraî ilişkilerin ilerideki sosyalist reformunun temel önkoşulları yönünde olan tedbirler almak, en azından o tedbirlere giden yolu tıkayacak olan her şeyden kaçınmak.

Bolşeviklerin, mülkiyeti hemen ele geçirme ve toprağın köylülere paylaştırılması şiarı, ister istemez ters yönde etkide bulunmak zorundaydı. [Bu şiar] sadece sosyalist tedbir olmamakla kalmadı, aynı zamanda böylesine tedbire giden yolu kesmekte, ziraî ilişkilerin sosyalist anlamdaki reorganizasyonu önüne aşılamayacak zorluklar yığmaktadır.

Arazi mülkiyetlerinin, Lenin ve arkadaşlarının basit: Gidin ve toprağı alın! parolası üzerine, köylülük tarafından ele geçirilmesi, büyük toprak mülkiyetinin kaotik bir biçimde köylülüğün mülkiyetine geçmesine yol açtı. Gerçekleştirilen toplumsal mülkiyet değil, aksine yeni özel mülkiyettir ve büyük mülkiyetlerin orta ve küçük mülkiyete, izafî olarak gelişmiş büyük işletmenin, teknik açıdan firavunlar döneminden kalma araçlarla çalışan küçük işletmelere parçalanmasıdır. Dahası: Bu tedbir ve [bu tedbirin] uygulanmasının kaotik, saf keyfî biçimi ile taşradaki mülkiyet farklılıkları giderilemedi, aksine sertleştirildi. Bolşeviklerin, köylülüğü köylü komiteleri kurmaya ve asilzadelerin topraklarına el koyulmasının bir kolektif eyleme dönüştürülmesi için yaptıkları çağrı olmasına rağmen, bu genel tavsiyenin gerçek pratikte ve taşradaki gerçek güç ilişkilerinde hiçbir değişikliğe yol açamayacağı çok açıktı. Komiteli veya komitesiz, köy burjuvazisini oluşturan ve her Rus köyündeki yerel gücü ellerinde tutan zengin köylüler ve tefeciler, tarım devriminden asıl faydalananlar oldular. Toprak dağılımı sonucunda köylülüğün ortasındaki sosyal ve iktisadî eşitsizliğin giderilemediğini, aksine artırılıp, oradaki sınıf çelişkilerinin sertleştirildiğini, herkes gözü kapalı parmaklarıyla hesap edebilir. Bu güç değişimi kesinlikle proleter ve sosyalist çıkarların zararına gerçekleşmiştir.

Lenin’in, sanayinin merkezîleştirilmesinin, bankaların, ticaret ve sanayinin kamusallaştırılmasının zorunluluğu üzerine yaptığı konuşma. Peki, neden toprağın da [kamusallaştırılmasının zorunluluğu] değil? Burada tam tersi oldu: desantralizasyon ve özel mülkiyet. Slogan ise, çokça küfredilen sosyalist-devrimcilerden veya daha doğrusu, köylülüğün spontane hareketinden.

Sovyet Hükümeti tarım ilişkilerinde sosyalist esasları uygulamak için, proleterlerden – genellikle kentsel, işsiz unsurlardan – oluşan tarım komünleri yaratmayı aradı. Bu gayretlerin sonuçlarının, tarım ilişkilerinin toplam hacmine oranla, kaybolacak derecede küçük olacakları ve sorunun değerlendirilmesinde hiç dikkate alınamayacakları basitçe önceden tahmin edilebilir.[9] (Sosyalist iktisat için en uygun başlama noktası olan büyük toprak mülkiyetini küçük işletmelere parçaladıktan sonra, şimdi küçük başlangıçlardan örnek komünist işletme kurulmaya çalışılıyor.) Verili koşullar altında bu komünler sadece bir deneyim değeri verebilirler, kapsamlı sosyal reformunkini değil.

Taşradaki sosyalist reformun karşısında eskiden en fazla asilzade ve kapitalist büyük toprak sahiplerinin küçük bir kastı ile zengin köy burjuvazisinin küçük bir azınlığının direnci dururdu, ki bunların devrimci halk kitleleri tarafından kamulaştırılması çocuk oyuncağıdır. Şimdi, “mülkiyetin ele geçirilmesinden” sonra ise ziraatın her türlü sosyalist toplumsallaştırılması karşısında düşman olarak, yeni elde ettiği mülkiyetini her tür sosyalist suikasta karşı dişleri ve tırnaklarıyla savunacak olan mülkiyet sahibi köylülüğün müthiş artmış ve güçlenmiş kitleleri durmaktadır. Şimdi, ziraatın gelecekteki sosyalizasyonu, yani Rusya’daki asıl üretim sorunu, kentsel proletarya ile köylü kitlesi arasındaki çelişki ve mücadele sorunu haline gelmiştir.

Çelişkinin şimdi ne denli keskinleştiğini, köylülerin kentlere karşı, gıda maddeleri vermeyip, aynı Prusyalı Junkerler gibi vurgun yapmak için uyguladıkları boykot kanıtlamaktadır. Fransız parsel köylüsü, kendisine göç edenlerin el konulan topraklarını dağıtan Büyük Fransız Devrimi’nin en cesur savunucusu olmuştu. Napolyon askeri olarak Fransa’nın bayrağını zafere taşımış, Avrupa’yı bir boydan öbür boya aşmış ve ülke ülke feodalizmi paramparça etmişti. Herhalde Lenin ve arkadaşları tarım parolalarının aynı etkiyi sağlayacağını beklediler. Ancak Rus köylüsü, toprağı kendi gücü ile ele geçirdikten sonra, toprağa sahip olmasını sağlayan Rusya ve devrimi savunmayı rüyasında dahi düşünmedi. Yeni mülküne sarıldı ve devrimi düşmanlarına, devleti yıkıma, kent sakinlerini de açlığa terk etti.

Leninci ziraat reformu, taşrada sosyalizme, direnişleri asilzade büyük toprak sahiplerininkinden çok daha katı ve tehlikeli olacak düşmanlardan oluşan yeni bir güçlü halk tabakası yarattı.

Askerî yenilginin, Rusya’nın yıkılmasına ve çözülmesine dönüşmesindeki hatanın bir kısmı Bolşeviklerdedir. Ancak Bolşevikler, durumun bu objektif zorluklarını, politikalarının ön planına koydukları bir parola[10] ile yüksek derecede sertleştirdiler: ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkı[11], ya da gerçekte bu deyimin arkasında duranı: Rusya’nın parçalanması. Rus İmparatorluğu’nun çeşitli uluslarının “Rusya’dan devlet olarak ayrılmaya kadar”, kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmelerine yönelik, doktriner inatçılıkla hep tekrarlanan formül, Lenin ve yoldaşlarının Miljukow ve Kerenski[12] tarafından yürütülen savaşa karşı geliştirdikleri muhalefetteki seçkin harp nidasıydı; Ekim Devrimi’nden sonraki iç politikanın yayını ve Bolşeviklerin Brest-Litowsk’daki[13] tüm platformunu, Alman emperyalizminin gücüne karşı çıkartabildikleri tek silahı oluşturuyordu.

Öncelikle Lenin ve yoldaşlarının bu parolada ısrar etmelerinin inatçılığının ve katı tutarlılıklarının, diğer noktalardaki politikalarındaki ve de diğer demokratik esaslara karşı aldıkların tavırlarındaki merkeziyetçilikle keskin bir çelişki içerisinde olması, şaşırtıcıdır. Bir taraftan Anayasa Koyucu Meclis’e, genel seçim hakkına, basın ve toplantı özgürlüklerine, kısacası halk kitlelerinin, bir bütün olarak Rusya’daki “kendi kaderini tayin hakkını” oluşturan demokratik hak ve özgürlükler aparatının bütününü açıkça küçümserken, diğer taraftan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, demokratik politikanın, uğruna reel eleştirinin bütün pratik bakış noktalarının susması gereken bir mücevheri olarak ele alıyorlardı. Rusya’daki Anayasa Koyucu Meclis’in halkoylamasından, bir halk cumhuriyetinin tüm özgürlükleri altında ve dünyanın en demokratik seçim hakkı temelinde gerçekleşen bir seçimden hiç bir şekilde etkilenmez ve son derece soğukkanlı, eleştirel mülahazaların yönlendirmesiyle, bu seçimlerin sonuçlarını geçersiz ilan ederlerken, Brest’te, Rusya’nın yabancı uluslarının hangi devlete ait olacaklarına dair “halkoylamalarını” her türlü özgürlük ve demokrasinin gerçek kutsal değeri, halk iradesinin saf cevheri ve ulusların politik kaderi sorusunda en yüksek, belirleyici mercii olarak savundular.

Burada ortaya çıkan çelişki, ulusların o mükemmel “kendi kaderini tayin hakkı” içi boş bir küçükburjuva lafazanlığı ve zırvalığı iken, sonradan da göreceğimiz gibi, her ülkedeki politik yaşamın demokratik biçimlerinde gerçekten de sosyalist politikanın son derece değerli, hatta vazgeçilmez esasları söz konusu olduğundan, daha da anlaşılmazdır.

Gerçekten de, bu hak hangi anlama geliyor? Sosyalist politikanın, bir ulusun diğer bir ulusu ezmesi dahil, her türlü zulme karşı mücadele vermesi, [sosyalist politikanın] ABC’sidir.

Eğer, Lenin ve Troçki ile arkadaşları gibi, genelde, silahsızlanma, Milletler Cemiyeti vb. türünden her ütopik boş lafazanlığa ironik bir biçimde omuz silken soğukkanlı ve eleştirel politikacılar, tam da aynı kategorideki içi boş bir deyimin düşkünleri haline geldilerse, bu, görebildiğimiz kadarıyla, bir tür fırsatçılık politikasından hareketle olmuştur. Lenin ve yoldaşları basit bir şekilde, Rus İmparatorluğu’nun birçok yabancı ulusunu devrim davasına, sosyalist proletaryanın davasına bağlamak için, onlara devrim ve sosyalizm adına kendi kaderini tayin hakkı için olabilecek en sınırsız özgürlüğü vermekten başka güvenli bir araç olamayacağını hesaplıyorlardı. Bu, Bolşeviklerin, toprağa karşı olan açlıkları asilzadelerin mülkünü ele geçirme parolasıyla dindirilecek ve böylece devrimin sancağına ve proleter hükümete bağlanacak olan Rus köylülerine karşı uyguladıkları politikanın analojisidir. Her iki durumda da yapılan hesaplar bütünüyle yanlış çıkmıştır. Lenin ve yoldaşları, “devlet olarak ayrılmaya kadar” ulusal özgürlüğün savunucuları olduklarında Finlandiya’yı, Ukrayna’yı, Polonya’yı, Litvanya’yı, Baltık ülkelerini, Kafkasyalıları vs. Rus Devrimi’nin sadık bağlaşıkları yapacaklarını umarlarken, biz tam tersi bir tiyatroya tanık olduk: Bu “uluslar” birbiri ardına hediye edilen yeni özgürlüğü, Rus Devrimi’nin ölümcül düşmanlarına dönüşerek, [Rus Devrimi’ne] karşı Alman emperyalizmi ile ittifaka girmek ve [Alman emperyalizminin] koruması altında karşı devrimin sancağını bizzat Rusya’ya taşımak için kullandılar. Ukrayna’nın Brest’teki[14], görüşmelerin yönündeki ve Bolşeviklerin iç ve dış politikalarının durumundaki değişimde belirleyici olan oyunu, buna örnektir. Finlandiya’nın, Polonya’nın, Litvanya’nın, Baltık ülkelerinin ve Kafkasya uluslarının tavırları, inandırıcı bir biçimde burada tesadüfî bir istisna ile değil, aksine tipik bir kararla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Kuşkusuz, bütün bu örneklerde gerici politikayı yapanların gerçekten “uluslar” olmadığı, aksine kendi proleter kitlelerine keskin bir karşıtlıkla “ulusal kendi kaderini tayin hakkını” karşı devrimci sınıf politikalarına dönüştüren burjuva ve küçük burjuva sınıfların olduğu açıktır. Ama – böylelikle sorunun düğüm noktasına geliyoruz – sınıf toplumunun sert gerçekliğinde, bilhassa sonuna kadar keskinleşen karşıtlık dönemlerinde basitçe burjuva sınıf egemenliğinin bir aracına dönüşen bu milliyetçi boş lâfın ütopik-milliyetçi karakteri işte burada yatmaktadır. Bolşeviklere, devrimin ve kendilerinin en büyük zararına, kapitalizmin egemenliği altında “ulusun” kendi kaderini belirleyemeyeceği, sınıf toplumunda ulusun her sınıfının “kendi kaderini farklı tayin etmeye” çalışacağı ve burjuva sınıfları için ulusal özgürlüğün bakış noktalarının, sınıf egemenliğininkilerin ardına itileceği öğretilmiştir. Fin burjuvazisi ile Ukrayna küçük burjuvazisi, [ulusal özgürlüğün] “Bolşevizmin” tehlikesi ile bağlantılı olması durumunda, Alman zorbalığını ulusal özgürlüğe yeğlemede hem fikirdiler.

Brest’te konuşulanların odak noktası olan “halk oylamalarıyla” bu reel sınıf koşullarını tersine çevirme ve devrimci halk kitlesine güvenle, Rus Devrimi birleşme sonucu çıkarma umudu, eğer Lenin ve Troçki tarafından cidden taşınıyorduysa, anlaşılamaz bir iyimserlikti ve şayet Alman şiddet politikasıyla girişilen düelloda salt taktiksel kılıç darbesi olarak düşünüldüyse, ateşle oynanan tehlikeli bir oyundu. Köylü kitlesinin ve farklılıkları göremeyen proleterlerden oluşan büyük katmanların zihinsel durumu, küçük burjuvazinin gerici tandansı ve burjuvazinin oylamayı etkileyecek binlerce aracı karşısında çeper ülkelerde halk oylaması yapılsaydı, Alman askerî işgali olmadan da bu mükemmel “halk oylaması” büyük bir olasılıkla Bolşeviklerin hiç hoşlanmayacağı sonuçlara yol açardı. Egemen sınıfların ulusal sorun üzerine yapılacak halk oylamalarını, işlerine gelmediğinde, ya engelleyecekleri, ya da ellerindeki araçlar ile halk oylamasının sonuçlarını etkileyebileceklerinden, halk oylaması aracılığıyla sosyalizme geçemeyeceğimiz, kırılmaz bir kural olarak geçerlidir.

Ulusal çabaların ve özel tandansların devrimci mücadelelerin ortasına atılması, hatta Brest Barışı ile ön plana itilmesi ve de sosyalist ve devrimci politikanın Şibboleti[15] olarak damgalanması, sosyalizmin sıralarına büyük kafa karışıklığı taşımış ve özellikle çeper ülkelerdeki proletaryanın pozisyonunu sarsmıştır. Finlandiya’daki sosyalist proletarya, Rusya’nın açık vermeyen devrimci saflarının bir parçası olarak mücadele ettiği sırada, egemen bir güç konumunu elde etmişti; mecliste, ordu içinde çoğunluğa sahipti, burjuvaziyi bayıltacak derecede bastırmıştı ve ülkedeki durumun hakimiydi. Rus Ukrayna’sı Yüzyıl’ın başlarında, “Karbowentzleri” ve “Evrenselleri” ile “Ukrayna milliyetçiliğinin” maskaralıkları ve Lenin’in “bağımsız Ukrayna” düşküsü henüz icat edilmeden önce, Rus devrimci hareketinin bir kalesiydi. Devrimin lava selleri 1902’den 1904’lere kadar oradan, Rostov’dan, Odesa’dan, Donez bölgelerinden akmaya başlamışlar ve 1905 patlamasını hazırlayarak, bütün Güney Rusya’yı bir alev denizi haline getiren ateşi yakmışlardı; aynısı şimdiki devrimde, Güney Rusya proletaryasının, proleter safların elit kıtalarını oluşturduklarında, tekrarlandı. Polonya ve Baltık ülkeleri 1905’den bu yana devrimin, içlerinde sosyalist proletaryanın seçkin bir rol oynadığı, en güçlü ve en güvenilir ocaklarıydı.

Nasıl oldu da, bütün bu ülkelerde karşı devrim anîden zafer kazandı? İşte milliyetçi hareket, proletaryayı Rusya’dan kopararak felce uğrattı ve çeper ülkelerdeki ulusal burjuvaziye teslim etti. Bolşevikler, her zaman savundukları saf uluslararası sınıf politikası bağlamında, imparatorluğun bütününde devrimci güçlerin en yoğun birlikteliğini hedeflemek, Rus İmparatorluğu’nun bütünlüğünü bir devrim bölgesi olarak dişleri ve tırnaklarıyla savunmak, Rus Devrimi içerisinde bütün uluslardan proleterlerin beraberliğini ve ayrılmazlığını her türlü milliyetçi özel gayretlere karşı yürütülen politikanın ilk şartı haline getirmek yerine, “devlet olarak ayrılmaya kadar, kendi kaderini tayin hakkına” dair gürleyen milliyetçi lafazanlıkla tam tersine, çeper ülkelerdeki burjuvaziye, karşı devrimci çabalarının sancağı haline gelen, en arzu edilen, en parlak bahaneyi verdiler. Çeper ülkelerdeki proleterleri saf burjuva tuzağı olan her türlü ayrılıkçılığa karşı uyarmak ve ayrılıkçı çabaları, bu durumda gerçekten proleter diktatörlüğün anlamında ve ruhunda olan demir yumrukla tohum halindeyken boğmak yerine, parolaları ile çeper ülkelerdeki kitlelerin kafalarını karıştırdılar ve [onları] burjuva sınıflarının demagojisine teslim ettiler. [Bolşevikler] milliyetçiliği böyle teşvik ederek, Rusya’nın parçalanmasına neden oldular, bunu hazırladılar ve kendi düşmanlarının eline, Rus Devrimi’nin kalbine saplayacakları bıçağı verdiler.

Kuşkusuz, Alman emperyalizminin, Kautsky’nin “Neue Zeit”ının yazdığı gibi, “Alman yumruklarının tuttuğu Alman dipçiklerinin” yardımı olmadan, Ukrayna’nın Lubinskyleri ve diğer hergeleleri, Finlandiya’nın Erichleri ve Mannerheimları ve Baltık baronları, kendi ülkelerindeki proleter kitleler ile hiçbir zaman başa çıkamayacaklardı. Ancak ulusal ayrılıkçılık, Alman “yoldaşların” ellerindeki süngülerle bütün o ülkelere girmelerini sağlayan Truva Atıydı. Reel sınıf karşıtlıkları ve askerî güç ilişkileri Almanya’nın müdahalesini sağladılar, ama Bolşevikler karşı devrimin bu kampanyasını maskeleyen ideolojiyi verdiler, burjuvazinin pozisyonunu güçlendirdiler ve proletaryanınkini zayıflattılar. Buna en iyi örnek, Rus Devrimi’nin talihinde böylesine uğursuz rol oynayacak olan Ukrayna’dır. Rusya’daki Ukrayna milliyetçiliği, Çek, Polonya veya Fin milliyetçiliği gibi değildi; [Ukrayna milliyetçiliği] on beş-yirmi küçük burjuva entelektüelinin, ülkenin iktisadî, politik ya da düşünsel koşullarında hiçbir kökü olmayan, Ukrayna’da hiçbir zaman ulus veya devlet oluşmadığından, Şevçenko’nun gerici-romantik şiirlerinin haricinde herhangi bir ulusal kültüre sahip olmayan kaçıklıklarından ve kendi beğenmişliklerinden başka bir şey değildi. Sanki Waterkant’ta, Fritz Reuter’e dayanarak, Kuzey Almanya şivesini konuşanlar yeni bir ulusu kuruyorlarmış gibi! Ve Lenin ve yoldaşları, birkaç üniversite profesörüyle, öğrencilerinin bu gülünç kaba komedisini, doktriner ajitasyonları olan “…na kadar, kendi kaderini tayin hakkı vs.” ile sunî bir biçimde politik faktör haline getiriyorlar. Başlangıçtaki kaba komediye, komedi ciddiye binene kadar: yani önceden olduğu gibi şimdi de kökleri olmayan ciddî bir ulusal harekete değil, karşı devrimin levhası ve sancağı olan [komediye] önem verdiler! Bu rüzgâr yumurtasının içindense Brest’te Alman süngüleri çıkıverdi.

Sınıf mücadeleleri tarihinde boş laflar zaman zaman hayli reel anlam kazanırlar. Dünya Savaşı’nda karşı devrimci politika için ideolojik bahane sunmak, sosyalizmin kötü kaderiydi. Alman sosyaldemokrasisi savaş başladığında Alman emperyalizmin yağmasını, yaşlı ustalarımızın 1848’de rüyasını gördükleri Çarlık Rusya’sına karşı özgürlük savaşı diye nitelendirerek, marksizmin sandık odasından çıkardıkları ideolojik kalkanla süslemek için hayli acele ettiler. Hükümet sosyalistlerinin karşıtlarına, Bolşeviklere ise, “kendi kaderini tayin hakkı” söylemiyle karşı devrimin değirmenine su taşıma ve böylelikle, sadece Rus Devrimi’nin boğulmasına değil, aynı zamanda bütün Dünya Savaşı’nın planlanan karşı devrimci likidasyonuna ideoloji sunma rolü düştü. Bolşeviklerin politikalarını bu bakış açısından inceden inceye ele almamız için yeterince neden var. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”, Milletler Cemiyeti ve Wilson’un lütfuyla [gerçekleşen] silahsızlanma ile bağlantılı olarak, uluslararası sosyalizmin burjuva dünyası ile girişeceği ihtilafın savaş narasını oluşturmaktadır. Şu an için uluslararası sosyalizme karşı en büyük tehlikeyi oluşturan kendi kaderini tayin hakkı söylemi ile bütün ulusal hareketlerin, Rus Devrimi’nin kendisinden ve Brest’teki görüşmelerden olağanüstü güç kazandıkları çok açıktır. Bu platform ile ileride daha etraflıca ilgilenmek durumunda olacağız. Rus Devrimi’ndeki, Bolşeviklerin dikenli tellerine yakalandıkları ve kanayan yaralar açan bu lafazanlığın trajik kaderi, uluslararası proletarya için bir ibret dersi olmalıdır.

Bütün bunları Almanya’nın diktatörlüğü izledi. Brest barışından, “Ek Sözleşme”ye[16] kadar. Moskova’daki 200 kefaret mağduru[17]. Bu durumun sonucu terör ve demokrasinin ezilmesi oldu.

Asıl devrim, kor ateşi sayesinde halkın ruh halinin dalgalarının, halk yaşamının nabzının en harikulade bir biçimde temsilî kurumlara etkide bulunduğu o ince, titreyen, duyarlı politik atmosferi yaratır. Her devrimin başlangıç devrelerinde o bilinen etki dolu, eski gerici veya son derece ılımlı, eski rejimin kısıtlı seçim yasasıyla seçilmiş olan parlamentoların aniden devrimin kahraman sözcüleri, akıncıları ve sıkıştırıcıları oldukları sahneleri, asıl buna dayanmıyor mu?

IV

Bunu bazı örneklerle yakından inceleyelim.

1917 Kasım’ında Kurucu Meclis’in bilinen feshedilişi, Bolşeviklerin politikasında mükemmel bir rol oynuyordu. Bu tedbir, [Bolşeviklerin] daha sonraki pozisyonları için belirleyiciydi, yani, tabir caiz ise, taktiklerinin dönüm noktasıydı. Lenin ve yoldaşlarının Ekim Zaferi’ne kadar Kurucu Meclis’in oluşturulmasını ısrarla talep etmeleri, Kerenski Hükümeti’nin bu konudaki sürüncemeci politikasının, Bolşeviklerin o hükümete karşı ileri sürdükleri itham maddelerinden biri olduğu ve sert eleştirilerinin temelini oluşturduğu, bir gerçektir. Hatta Troçki, “Ekim Devrimi’nden Brest Barış Sözleşmesi’ne kadar” başlıklı ilginç yazısında, Ekim dönüşümünün, aynı devrim için olduğu gibi, “Kurucu Meclis için de adeta bir kurtuluştu” diye yazar. [Troçki] devamla şöyle diyor: “Kurucu Meclis’in giriş kapısının, Zereteli’nin ön parlamentosundan değil, Sovyetlerin iktidarı ele geçirmesinden geçtiğini söylediğimizde, tamamen samimiydik.”[18]

Ve bu açıklamaların ardından Lenin’in Ekim Devrimi’nden sonra attığı ilk adım, [devrimin] giriş kapısını açacağı Kurucu Meclis’in dağıtılması oldu. Hangi nedenler böylesine şaşırtıcı bir dönüşü belirlediler? Troçki yukarıda anılan yazısında bu konuya detaylı bir biçimde değiniyor ve biz onun gerekçelerini buraya koymak istiyoruz: [19]

Tüm bunlar gayet güzel ve hayli inandırıcıdır. Amma velâkin, Lenin ve Troçki gibi böylesine akıllı insanların neden yukarıda anılan gerçeklikten çıkartılabilecek en yakın sonucu çıkartmadıklarına şaşmak gerekiyor. Kurucu Meclis belirleyici dönüm noktasından, yani Ekim Devrimi’nden çok önceleri seçilmiş ve oluşumu, yeni durumun değil, geride kalmış geçmişin resmini yansıttığından, bu durumda kendiliğinden, zaman aşımına uğramış, yani ölü doğmuş olan Kurucu Meclisi kapatma ve hemen yeni Kurucu Meclis için seçime gitme sonucu çıkıyordu! Onlar, devrimin kaderini, dünün Kerenski Rusya’sının, dalgalanma ve burjuvazi ile koalisyon döneminin resmini yansıtan bir meclise bırakmak istemiyorlardı, bırakamazdılar. Pekâlâ, geriye [eskisinin] yerine, yenilenen, ilerlemiş olan Rusya’nın bağrından çıkacak olan bir meclisi oluşturmak kalıyordu.

Troçki bunun yerine, Ekim’de bir araya gelen Kurucu Meclis’in özel kifayetsizliğinden, her Kurucu Meclis’in gereksizliği sonucu çıkarıyor, hatta [Kurucu Meclis’i] devrim esnasındaki her genel halk seçiminden çıkan halk temsilciliklerinin işe yaramaz olduğu genellemesini yapıyor.

“Çalışan kitleler, erk için verilen açık ve doğrudan mücadele sayesinde en kısa zamanda hayli politik deneyim biriktirmekte ve gelişmelerinde hızla bir basamaktan diğerine sıçramaktadırlar. Ülke ne denli büyük ve teknik aparatı ne denli eksik olursa, demokratik kurumların hantal mekanizması bu gelişmeyi o denli az yakalayabilir.” (Troçki, S. 93)

İşte burada önümüze “demokratik kurumların asıl mekanizması” çıkıyor. Bunun karşısında öncelikle, temsilî kurumların böylesi değerlendirilmesinde, bütün devrimci çağların tarihsel deneyimleriyle büsbütün çelişen bir şematik, katı anlayışın ifadesini bulduğu vurgulanmalıdır. Troçki’nin teorisine göre, her seçilmiş meclis ebediyen, seçmenin seçim sandığına gittiği andaki zihinsel durumunu, politik olgunluğunu ve beklentilerini yansıtır. Buna göre demokratik kurum, seçim zamanındaki kitlenin resminin yansımasıdır; aynı Herschel’in bize gökyüzünün, gökyüzüne baktığımız anda olduğunu değil, gezegenlerin ışıklarını hesaplanamaz uzaklıklardan dünyaya gönderdikleri andaki gibi gösteren resmi gibi. Seçilmiş olan ile seçmenler arasında var olan her zihinsel bağlantı, aralarında süreklilik arz eden her karşılıklı etkileşim burada yalanlanmaktadır.

Bütün tarihsel deneyim bununla nasıl da çelişiyor! Bu deneyim bize tersinden, halkın ruh halindeki canlı etkinin sabit bir biçimde temsilî kurumlara aktığını, nüfuz ettiğini, [bu kurumları] yönlendirdiğini gösteriyor. Aksi takdirde – fabrikalar, işletmeler ve sokaklar kaynadığında – her burjuva parlamentosunda bulunan “halk temsilcilerinin” zaman zaman tapınası taklalar atabilmeleri, aniden “yeni bir ruhun” tazeliğiyle beklenmedik sözler etmeleri, kupkuru olmuş mumyaların gençleşmeleri ve çeşitli Scheidemanncıkların birdenbire göğüslerinden devrimci böğürtüler çıkartmaları nasıl olanaklı olurdu?

Kitlelerin ruh halinin ve politik olgunluğunun seçilmiş kurumlar üzerindeki sürekli canlı etkisi bir devrim anında parti levhalarının ve seçim listelerinin sabit şeması karşısında mı başarısız olacaktı? Tam tersine! Asıl devrim, kor ateşi sayesinde halkın ruh halinin dalgalarının, halk yaşamının nabzının en harikulade bir biçimde temsilî kurumlara etkide bulunduğu o ince, titreyen, duyarlı politik atmosferi yaratır. Her devrimin başlangıç devrelerinde o bilinen etki dolu, eski gerici veya son derece ılımlı, eski rejimin kısıtlı seçim yasasıyla seçilmiş olan parlamentoların aniden devrimin kahraman sözcüleri, akıncıları ve sıkıştırıcıları oldukları sahneleri, asıl buna dayanmıyor mu? Bunun en klasik örneğini 1642’de seçilip, oluşan ve yedi yıl boyunca ayakta kalıp, içinde halkın ruh halinin bütün değişimlerini, politik olgunluğu, sınıf bölünmesini, devrimin başlangıcından zirvesine, başlangıçta krallıkla dalkavukça müsademe yapan diz çökmüş “sözcüden”, Lordlar Kamarası’nın lağvedilişine, kralın idamına ve Cumhuriyet’in ilânına kadar [her şeyi] yansıtan ünlü İngiliz Parlamentosu vermektedir.

Ve aynı mucizevî değişim Fransa’nın feodal zümre temsilciliğinde, Louis-Philipp’in sansürcü parlamentosunda, hatta – bu son frapan örnek Troçki için öylesine akla yakın ki – Selamet’in 1912’inci[20] yılında karşı devrimin hareketsiz egemenliği altında seçilip, 1917 Şubat’ında aniden devrimin sonbahar aşkını hisseden ve devrimin başlangıç noktası haline gelen Dördüncü Rus Dumasında tekrarlanmadı mı?

Bütün bunlar, “demokratik … hantal mekanizmasının”[21] – kitlenin canlı hareketinde, mütemadiyen süren baskısında – güçlü bir korektife [hataları düzelticiye] sahip olduğunu gösteriyor. Ve kurum ne denli demokratik, kitlenin politik yaşamının nabzı ne denli canlı ve güçlü olursa, etki o denli doğrudan ve tam [hedefli] olur – sabit parti levhalarının, eskimiş seçim listelerinin vs. rağmına. Kuşkusuz, her demokratik kurumun, bütün insanî kurumlarda olduğu gibi, engelleri ve eksiklikleri vardır. Ancak Troçki ve Lenin’in buldukları derman: demokrasinin bütünüyle yok edilmesi, ortadan kaldırılmaya çalışılan dertten daha beter: Çünkü sosyal kurumların doğuştan gelen bütün yetersizliklerini tek başına düzeltebilecek olan canlı kaynağı: en geniş halk kitlelerinin aktif, tereddütsüz, enerjik politik yaşamının üstüne [toprak örtmektedir].

Başka bir frapan örneği: Sovyet hükümetinin hazırladığı seçim yasasını[22] ele alalım. Bu seçim yasasına hangi pratik önemin verildiği pek açık değil. Troçki ve Lenin’in demokratik kurumlara yönelik eleştirilerinden, genel seçimlerle oluşturulan halk temsilciliklerini esas itibariyle reddettikleri ve sadece Sovyetlere dayanmak istedikleri sonucu çıkmaktadır. Ayrıca bu seçim yasasının herhangi bir şekilde yaşama geçirildiğini bilmiyoruz; bu temelde bir nevi halk temsilciliği seçildiğine dair bir şey duymadık şimdiye kadar. Yeşil masada hazırlanan bir teorik ürün olduğu varsayımı, daha büyük bir olasılık; ama böyle olduğu şekliyle, Bolşevik Diktatörlük Teorisi’nin çok tuhaf bir ürününü oluşturmakta. Her seçim yasası, aynı her politik hak gibi, “adalet” ve benzeri burjuva demokrasisi lafazanlığının sıradan soyut şemaları ile değil, uyarlandığı sosyal ve iktisadî ilişkiler ile ölçülür. Sovyet hükümeti tarafından hazırlanan seçim yasası, burjuva-kapitalist toplum biçiminden, sosyalist toplum biçimine geçiş devresi, proleter diktatörlük devresine göre hesaplanmıştır. Lenin ve Troçki’nin bu diktatörlüğü yorumlamaları anlamında seçim hakkı sadece kendi emeği ile geçinenlere tanınır ve tüm diğerleri için reddedilir.

Şimdi, böylesi bir seçim hakkının sadece, çalışmak isteyen herkese kendi emeğiyle yeterli, kültüre değer bir yaşamı olanaklı kılacak derecedeki iktisadî durumu olan bir toplum için anlamlı olduğu açıktır. Ancak bu, şimdiki Rusya için geçerli mi? Dünya piyasasından dışlanmış, en önemli hammadde kaynaklarından bağlantısı koparılmış olan Sovyet Rusya’nın mücadele etmek zorunda kaldığı müthiş zorluklar, iktisadî yaşamın genel ve korkunç sarsıntısı, üretim ilişkilerinin ziraat, sanayi ve ticaretteki tepetaklak oluşlar sonucu şiddetli çöküşü karşısında, sayısız bireyin [Varlık’ın] köklerinden koparılıp, raylarından fırlatılarak, iktisadî mekanizma içerisinde işgüçleri için herhangi bir kullanım bulamayacak olmaları gayet doğaldır. Bu sadece kapitalist ve toprak sahibi sınıflar için değil, aynı zamanda orta sınıfların geniş kesimleri ve de işçi sınıfının kendisi için de geçerlidir. Sanayinin küçülmesinin, taşrada barınak arayan kent proletaryasının köylere doğru kitlesel bir biçimde akmasına neden olduğu bir gerçektir. Böylesi koşullar altında, genel çalışma zorunluluğunu iktisadî önkoşul olarak dayatan bir seçim yasası, anlaşılmaz bir önlemdir. [Yasa] tandansına göre sadece sömürücüyü politik haklardan mahrum tutmak istemektedir. Ve üretken işgücü kitlesel olarak köklerinden sökülüyorken, Sovyet hükümeti defalarca kez ulusal sanayiyi eski kapitalist mülk sahiplerine kiraya vermek zorunda kalmaktadır. Keza 1918 Nisan’ında Sovyet hükümetinin burjuva tüketim kooperatifleriyle uzlaşmak zorunda kaldığını gördüm. Ayrıca burjuva uzmanların kullanılmasının vazgeçilmez olduğu da kanıtlanmıştır. Aynı yönün bir diğer sonucu da proletaryanın sayıları artan katmanlarının Kızıl Ordu mensupları vs. olarak devletin verdiği kamu gelirlerine sahip olmaları söz konusudur. [Bu yasa] gerçekte ise, iktisadî organizmanın çalışma zorunluluğunun gerçekleştirilmesine hiçbir araç sunmadığı küçük burjuvazi ve proletaryanın geniş ve sayıları giderek artan bir kesimini [bu] haktan mahrum etmektedir.

Bu, seçim yasasını ütopik, sosyal gerçeklikten kopuk bir fantezi ürünü olarak vasıflandıran bir abesliktir. Ve işte bu yüzden proletarya diktatörlüğünün ciddî bir aracı değildir. [23]

Orta sınıflar, burjuva ve küçük burjuva aydınları Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet hükümetini aylarca boykot ettiklerinde, demiryolları, posta ve telgraf trafiğini, okulları, idarî aparatı çalışamaz hâle getirdiklerinde ve bu şekilde işçi hükümetine karşı çıktıklarında, onlara karşı, politik hakların, ekonomik gelir olanaklarının ellerinden alınması vs. gibi baskı uygulamanın her türlü tedbiri, bu direnci demirden yumruk ile kırabilmek için tabii ki gerekliydi. İşte burada bütünün çıkarları için belirli tedbirleri zorlamak veya engellemek için hiçbir güç gösterisinden korkmaması gereken sosyalist diktatörlüğün ifadesi ortaya çıkmaktadır. Buna karşın toplumun geniş kesimlerini genel olarak haklardan mahrum eden, onları politik olarak toplum çerçevesinin dışına iten, ama onlara kendi çerçevesi içerisinde ekonomik olarak herhangi bir yer yaratamayan bir seçim yasası, somut amaçlar için somut bir tedbir olarak haklardan mahrum bırakma değil, tam aksine sürekli etkisi olan bir genel kuraldır; bu diktatörlüğün bir gerekliliği değil, ölü doğmuş bir emprovizasyondur[24].

Ancak sorun sadece Kurucu Meclis ve seçim yasasıyla bitmiyor, üstüne, sağlıklı kamu yaşamının ve çalışan kitlelerin politik aktivitesinin en önemli demokratik garantileri; Sovyet hükümetinin bütün karşıtları için yasadışı hâle gelen basın özgürlüğü ile örgütlenme ve toplanma özgürlükleri ekleniyor[25]. Troçki’nin yukarıda anılan, demokratik seçim kurumlarının hantallığına dair argümantasyonu, bu müdahale için uzaktan yakından yeterli değildir. Buna karşın, özgür, engelsiz basın, engellenmeyen örgütlenme ve toplantı yaşamı olmaksızın, bilhassa geniş halk kitlelerinin egemenliğinin tamamıyla düşünülemez olduğu çok açık, itiraz edilemez bir gerçektir.

Lenin diyor ki: Burjuva devleti, işçi sınıfını ezmenin bir aracı, sosyalist devlette burjuvaziyi ezmenin bir aracıdır. Bu basitleştirici yaklaşım esas unsuru göz ardı etmektedir: Burjuva sınıf egemenliği, halk kitlelerinin bütününün politik öğrenimine ve eğitimine gereksinim duymaz, en azından dar çizilmiş belirli sınırların ötesinde. Proletarya diktatörlüğü içinse bu, olmadığı takdirde [proletarya diktatörlüğünün] var olamayacağı yaşamsal unsur, teneffüs edeceği havadır.

“Erk için verilen açık ve doğrudan mücadele sayesinde….” [26]

Troçki burada isabetli bir biçimde kendi kendisinin ve partili arkadaşlarının iddiasını çürütüyor. Bu [tespit] doğru olduğundan, kamu yaşamını bastırarak politik deneyimin ve gelişmenin artmasının kaynağını tıkadılar. Aksi düşünülse, Bolşeviklerin deneyim ve gelişmeyi, iktidarı ele geçirmelerine kadar gerekli gördüklerini, [deneyim ve gelişmenin] en yüksek dereceye ulaşmış olduğunu ve bundan itibaren gerek-sizleştiğini varsaymak gerekir. (Lenin’in konuşması: Rusya sosyalizm için ikna olmuştur!!!)

Gerçekte ise tam tersi! Asıl, Bolşeviklerin cesaret ve kararlılıkla çözmeye çalıştıkları o devasa ödevler, kitlelerin en yoğun politik eğitimini ve deneyim birikimini gerekli kılıyorlardı… [Sadece hükümetin taraftarları, sadece – sayıları ne kadar çok olursa olsun – bir partinin üyeleri için tanınan özgürlük, özgürlük değildir. Özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür. “Adalet” fanatizmi için değil, politik özgürlüğün tüm canlandırıcılığı, iyileştiriciliği ve temizleyiciliği bu esasa bağlı olduğu ve “özgürlük” imtiyaz hâline geldiğinde, etkisini yitirdiği için.] [27]

Diktatörlük teorisinin Leninci-Troçkici anlayışındaki dillendirilmeyen ön koşul, sosyalist devrimin, devrimci partinin cebinde hazır bulunan ve sadece enerjik bir biçimde gerçekleştirilmesi gereken bir reçete meselesi olduğudur [28]. Bu maalesef – ya da duruma göre: Allahtan – böyle değil! Sosyalizmin bir iktisadî, sosyal ve hukukî sistem olarak pratikte gerçekleştirilmesi, bir sürü hazır yönetmeliğin çok uzağında, tamamen geleceğin sisleri arasında duran bir meseledir. Programımızda elimizde olan, genellikle negatif karakterde olan tedbirlerin aranmak zorunda olunacağı bir yönü gösteren az sayıdaki yol işaretleridir. Sosyalist iktisadın yolunu açmak için ilk önce neleri kaldırmamız gerektiğini tahminen biliyoruz, ancak sosyalist esasları iktisadın, hukukun, bütün toplumsal ilişkilerin içerisine yerleştirmek için her adımda alınması gereken binlerce somut, pratik büyük ve küçük tedbirler üzerine hazır bir sosyalist parti programı ve bir sosyalist öğreti kitabı mevcut değildir. Bu bir eksiklik değil, tam aksine, bilimsel sosyalizmin ütopik [sosyalizm] karşısındaki bir avantajdır: Sosyalist toplum sistemi sadece tarihsel bir ürün olabilir ve olmalıdır; kendi deneyim okulundan doğan, gerçekleşme anında, canlı tarihin oluşumunun içinden çıkan, aynı parçası olduğu organik doğa gibi, gerçek toplumsal gereksinimlerin tatmin edilmesi için araçları yaratma, yani ödevle birlikte çözümünü getirme adeti olan [tarihsel bir ürün]. Eğer bu böyleyse, o zaman sosyalizmin doğası gereği zorla kabul ettirilemeyeceği, ukaslarla [emirnamelerle] uygulamaya sokulamayacağı çok açıktır. [Sosyalizm] – mülkiyete karşı vs. – bir dizi şiddet tedbirini zorunlu kılar. Negatif olan, tasfiye kararnamelerle gerçekleştirilebilir, ama inşa, pozitif olan [böyle] gerçekleştirilemez. Yepyeni bir alan. Binlerce sorun. Sadece deneyim düzeltmeler yapabilme ve yeni yollar açabilme durumundadır. Sadece engelsiz, köpüren yaşam binlerce yeni biçimlere girebilir, emprovizasyonlar geliştirebilir, yaratıcı güç elde edebilir, kendi yanılgısını kendisi düzeltebilir. Kısıtlı özgürlüğün olduğu devletlerdeki kamu yaşamı, demokrasi dışlanarak bütün düşünsel zenginlik ve ilerleme hapsedildiğinden, öylesine kifayetsiz, öylesine sefil, öylesine şematik, öylesine kısırdır. (Kanıtı: 1905 yılları ve 1917 Ocak’ından Ekim’ine kadar geçen aylar.) Ne denli politik, o denli ekonomik ve sosyal. Halk kitlesinin bütünü katılmalı. Aksi takdirde sosyalizm bir düzine entelektüelin, etrafında oturdukları masadan [gönderdikleri] kararname ile, zorla kabul ettirilir.

Kamu kontrolü mutlak zorunluluktur. Aksi takdirde deneyimlerin mübadelesi sadece yeni hükümetin memurlarının [başkalarına] kapalı çevreleri içerisinde kalır. Yolsuzluk kaçınılmazdır. (Lenin’in 36 nolu bültendeki sözleri)[29]. Sosyalizmin pratiği, yüzyıllar süren burjuva sınıf egemenliğince aşağılanan kitlelerin düşünsel devinimini gerekli kılar. Egoist içgüdüler yerine sosyal içgüdüler; miskinlik yerine kitle girişimi; bütün acıları aşmaya yarayan idealizm vs. vs. Hiç kimse bunu Lenin’den daha iyi bilmiyor, daha tesirli açıklayamıyor, daha inatçılıkla tekrarlayamıyor[30]. Şimdi ise [Lenin] tamamen yanlış olan bir araca sarılıyor. Kararnameler, fabrika gözcülerinin diktatörce şiddeti, sert cezalar, korkunun egemenliği – tüm bunların hepsi palyatiftir [hastalığın görüntüsüyle mücadele eden, ama nedenlerine dokun-mayan ilaç]. Yeniden doğuma giden tek yol: kamu yaşamı okulunun kendisi, en geniş engelsiz demokrasi, kamu düşüncesidir. Asıl demoralize eden korkunun egemenliğidir.

Bütün bunlar olmazsa, geriye ne kalır? Lenin ve Troçki genel halk seçimlerinden çıkan temsilî kurumların yerine Sovyetleri, çalışan kitlelerin tek gerçek temsilciliği olarak açıkladılar. Ancak ülke bütünündeki politik yaşamın baskıya alınmasıyla, Sovyetlerin yaşamı da giderek sakat olmak zorunda. Genel seçimler, engelsiz basın ve toplantı özgürlüğü, özgür düşünce mücadelesi olmaksızın, her kamu kurumundaki yaşam, içinde sadece bürokrasinin işleyen tek unsur kalacağı biçimde ölür, yalancı yaşama dönüşür. Kamu yaşamı yavaş yavaş uykuya dalar, birkaç düzine parti önderi tükenmez enerjileri ve sınırsız idealizmleri ile yönlendirir ve yönetirler; gerçekte ise aralarındaki bir düzine mükemmel beyin yöneticidir ve zaman zaman işçi sınıfının elit bir kesimi önderlerinin konuşmalarını alkışlamak, hazır kararları oybirliğiyle onaylamak için toplantılara çağrılır, yani özünde kayırıcı klik politikası [uygulanır] – bu bir diktatörlüktür, ancak proletaryanın değil, bir avuç politikacının diktatörlüğü, yani burjuva anlamında, Jakoben egemenliği anlamındaki bir diktatörlük (Sovyet kongrelerinin üç aydan altı aya çıkarılması!). Hatta daha da ötesi: Böylesi durumlar kamu yaşamının yabanileşmesine neden olmak zorundadırlar. Suikastlar, rehinelerin kurşuna dizilmeleri vs. Bu, hiçbir partinin kurtulamayacağı karşı konulamaz, objektif bir yasadır.

Leninci-Troçkici teorinin temel hatası, aynı Kautsky gibi, demokrasinin karşısına diktatörlüğü koymaktır. Soru, gerek Bolşeviklerde, gerekse de Kautsky’de “diktatörlük veya demokrasi”dir. [Kautsky] doğal olarak kararını demokrasiden yana veriyor, hem de sosyalist devrime alternatif olarak gösterdiği burjuva demokrasisinden yana. Lenin ve Troçki ise demokrasi yerine diktatörlüğe ve böylece bir avuç insanın diktatörlüğüne, yani burjuva tarzı diktatörlüğe karar kılıyorlar. Her ikisi de, gerçek sosyalist politikadan aynı şekilde uzak olan iki karşıt kutuptur. Proletarya iktidarı ele geçirdiğinde, Kautsky’nin “ülkenin olgun olmaması” bahanesiyle verdiği tavsiyeye uyarak, kendisine, Enternasyonal’e, devrime ihanet etmeden hiçbir zaman sosyalist devrimden feragat ederek sadece demokrasiye yönelemez. [Proletarya] en enerjik, en dik başlı, en merhametsiz bir biçimde hemen sosyalist tedbirleri uygulamaya başlamalı, yani diktatörlük kurmalıdır, ama sınıfın diktatörlüğünü, bir parti veya kliğinkini değil. Sınıfın diktatörlüğünü, yani en geniş açıklık, halk kitlelerinin en faal dizginsiz katılımı, en sınırsız demokrasi altında. Troçki “Marksistler olarak hiçbir zaman formel demokrasinin putperestleri olmadık[31]“ diye yazıyor. Muhakkak, hiçbir zaman formel demokrasinin putperestleri olmadık. Ama bizler, hiçbir zaman sosyalizmin veya Marksizm’in putperestleri de olmadık. Yoksa, buradan sosyalizmi, Cunow-Lensch-Parvus usulü Marksizm’i, rahatsız edici olduklarında sandık odasına atabiliriz sonucu mu çıkıyor? Troçki ve Lenin bu sorunun yaşayan reddidirler. Hiç bir zaman formel demokrasinin putperestleri olmadık [sözü] yalnızca şu anlama gelir: biz her zaman burjuva demokrasisinin sosyal çekirdeği ile politik biçimini ayırt ediyoruz, her zaman formel eşitlik ve özgürlüğün tatlı kabuğu altındaki sosyal eşitsizliğin ve esirliğin acı çekirdeğini ortaya çıkarıyoruz – eşitlik ve özgürlüğü yok etmek için değil, aksine işçi sınıfını, salt kabuk ile yetinmeyip, politik iktidarı fethetmesi, [kabuğun] içini yeni sosyal bir özle doldurması için heveslendiriyoruz. Proletaryanın tarihsel görevi, bir kez iktidara geldiğinde, burjuva demokrasisinin yerine sosyalist demokrasiyi yaratmaktır, her türlü demokrasiyi yok etmek değil. Ancak sosyalist demokrasi mukaddes topraklarda, sosyalist iktisadın altyapısı yaratıldıktan sonra, bir avuç sosyalist diktatörü sadık bir biçimde destekleyen uslu halka verilecek hazır bir Noel hediyesi olarak başlamaz. Sosyalist demokrasi, sınıf egemenliğinin tasfiyesi ve sosyalizmin inşasıyla birlikte başlar. [Sosyalist demokrasi], sosyalist partinin iktidarı ele geçirdiği andan itibaren başlar. O, proletaryanın diktatörlüğünden başka bir şey değildir.

Elbette: Diktatorya! Ama bu diktatörlük, demokrasinin kullanımından ibarettir, [demokrasinin] yok edilmesinden değil; burjuva toplumunun kazanılmış haklarına ve iktisadî ilişkilerine yönelik, olmadıkları takdirde sosyalist dönüşümün gerçekleşemeyeceği, enerjik, kararlı müdahalelerden [ibarettir]. Ancak bu diktatörlük sınıfın eseri olmalıdır, sınıf adına hareket eden küçük, yönetici bir azınlığın değil, yani [bu diktatörlük] her an ve her adımda kitlelerin katılımının içinden çıkmalı, [kitlelerin] doğrudan tesiri altında olmalı, bütün kamuoyunun kontrolüne tabi olmalı, halk kitlelerinin artan politik eğitiminin içinden çıkmalıdır.

Bolşevikler muhakkak ki, Dünya Savaşı’nın, Alman işgalinin dehşetli cebri altında olmasalardı ve bununla bağlantılı olarak, bütün iyi niyetler ve en güzel esaslarla dolu her sosyalist politikayı çarpıtan olağandışı zorluklar altında ıstırap çekmeselerdi, tam da böyle hareket ederlerdi.

Bunun kaba bir argümantasyonunu, Şura hükümetinin gani gani kullanılan terörü oluşturmaktadır, daha doğrusu Alman emperyalizminin yıkılmasından önceki, Alman elçisine yönelik suikasttan itibaren başlayan son devre. Devrimlerin gül suyu ile yıkanmadığına yönelik o lapalis gerçeği hayli yetersiz kalmaktadır.

Rusya’da olan her şey anlaşılabilirdir ve başlangıç noktası ve son taşlarının Alman proletaryasının muvaffakiyetsizliği ve Rusya’nın Alman emperyalizmi tarafından işgali olduğu, kaçınılmaz bir neden ve sonuç zinciridir. Lenin ve yoldaşlarından bu koşullar altında bir de en güzel demokrasiyi, proletarya diktatörlüğünün en iyi örneğini ve en güzel açan sosyalist iktisadı yaratmalarını beklemek, insanüstü çabaları beklemek anlamına gelirdi. Onlar, kararlı devrimci tavırları, benzersiz azimleri ve uluslararası sosyalizme karşı olan kırılmaz sadakatleri ile, bu son derece zorlu koşullar altında gerçekten yapılabileceklerin en iyisini yaptılar. Tehlikeli olan, kötü koşullar altında elde ettikleri iyi sonucu, uğursuz koşulların dayattığı taktiği, her parçasında teorik olarak bağlamalarında ve bunu uluslararası proletaryaya sosyalist taktiğin taklit edilmesi gereken bir örneği olarak tavsiye etmelerinde yatmaktadır. Böyle kendilerini gereksiz bir şekilde ışık altında tutarak ve gerçek, inkâr edilemeyecek tarihsel liyakatlerini, zorunluluğun getirdiği yanlış adımların tevazuu altına sokarak, Rusya’da güçlükler ve zorunlulukların dayatmasıyla oluşan, ama sonuç itibariyle uluslararası sosyalizmin iflasının ardılı olan yanlışlıkları [uluslararası sosyalizmin] silâh odasına yeni hükümler olarak yerleştirmekle, aşkı ile tutuştukları ve uğruna mücadele edip, acılar çektikleri uluslararası sosyalizme ne fena bir hizmette bulunuyorlar.

Varsın Alman hükümet sosyalistleri kalksınlar, Bolşeviklerin Rusya’daki egemenliklerinin, proletarya diktatörlüğünün bir karikatürü olduğunu haykırsınlar. Eğer [Bolşeviklerin egemenliği] öyleydiyse veya öyleyse, o zaman bu, [Bolşevik egemenliğinin] Alman proletaryasının sosyalist sınıf mücadelesinin bir karikatüründen ibaret olan tavrının ürünü olduğu için böyledir. Hepimiz tarihin yasaları altında durmaktayız. Sosyalist politika tam olarak sadece uluslararasında uygulanabilir. Bolşevikler, hakikaten devrimci bir partinin tarihsel olanakların sınırları içerisinde yapabileceği her şeyi yapabildiklerini kanıtlamışlardır. Onlardan mucize yaratmaları beklenilmemelidir. Çünkü, izole edilmiş, Dünya Savaşı’nda yorulmuş, emperyalizm tarafından boğazı sıkılan, uluslararası proletaryanın ihanetine maruz kalmış bir ülkede, hatasız ve örnek olacak bir proleter devrim ancak mucize olur. Asıl önemli olan, Bolşeviklerin politikasında esaslı olan ile tali olanı, özü ile tesadüfî olanı ayırt edebilmektir. Bütün dünyada belirleyici olacak mücadelenin bu son devresinde sosyalizmin en önemli sorunu, hatta neredeyse zamanımızın en önemli sorunu, taktiğin o ya da bu detay sorusu değil, tam aksine: Proletaryanın eylem yetisi, kitlelerin devrimci azmi, nihayetinde sosyalizmin iktidarını arzulamalarıdır. Bu bağlamda Lenin ve Troçki, arkadaşlarıyla dünya proletaryasına örnek olan ilktirler, şu ana kadar, Hutten[32] gibi: Ben cesaret ettim! diyebilecek yegâne [emsaldirler].

Bolşevik politikasının esası ve kalıcı olanı işte budur. Bu bağlamda, politik iktidarı fethetmeleri ve sosyalizmin gerçekleşmesinin pratik sorularını koyarak uluslararası proletaryanın önüne geçip, sermaye ve emek arasında tüm dünyada süren mücadeleye müthiş hız kazandırmalarıyla ölümsüz tarihsel liyakat onlarındır. Soru, Rusya’da sadece sorulabilirdi. Ancak Rusya’da çözülemezdi. Soru, sadece uluslararası çözülebilir. Ve bu anlamda gelecek her yerde Bolşevizmindir.

* * *

[1] Redaksiyonel başlık. Bitirilmemiş metin. Rosa Luxemburg, Werke, Bd. 4, S. 332-365’den alıntı.

[2] Çarlık Hükümeti 3 Haziran 1907’de II. İmparatorluk Dumasını lağvetmiş ve sosyaldemokrat fraksiyonun üyelerini tutuklamıştı. Aynı anda, İmparatorluk Dumasının onayını almadan, yeni seçim yasasını yürürlüğe soktu. Darbe hükümete, Duma içerisinde sağcı bir çoğunluk sağlama ve 1912’de seçilen IV. İmparatorluk Dumasını “en gerici katmanların, köleci toprak sahipleri ve burjuvazinin üst kesimleri ile içi içe geçmiş olan Çarlık bürokrasisinin” iktidar organı haline getirme olanağını veriyordu. (W.I. Lenin, Werke, Bd. 19, S. 29)

[3] Aralık 1905 tarihli seçim yasasına göre seçmenler, zümre ve mülkiyetlerine göre dört sınıfa ayrılıyor, toprak sahiplerine özel imtiyazlar tanınıyor ve işçi ile köylü delegelerinin sayısı azaltılıyordu. Bu antidemokratik seçim yasasına 1907 darbesinden sonra yeni sınırlamalar eklendi. Böylece büyük toprak sahipleri ile büyük burjuvazinin Duma’daki egemenliği garanti altına alınırken, Rusya’nın kenar bölgelerindeki halklara ya hiç ya da çok sınırlı seçim hakkı veriliyordu.

[4] Kadetlerin önderi P.N. Miljukov geçici hükümetin Dışişleri Bakanı’ydı.

[5] Kazak Ataman’ı A.M. Kaledin Don Kazakları’nı mobilize etmiş ve 1917 Ağustos’unda devrimi engellemek ve bir askerî diktatörlük kurmak için Petrograd’a yürüyen L.G. Kornilov yönetimi altındaki karşı devrimci birlikleri desteklemişti. İşçiler ve askerler, Bolşeviklerin önderliğinde karşı devrimcilere karşı koydular ve onları hüsrana uğrattılar.

[6] Karl Kautsky kast edilmektedir.

[7] R.L. orijinal sayfanın üst köşesine, nereye ait olduğunu belirtmeden bir not düşmüş: “(Tarım sorununun önemi. Daha 1905’de. Ardından 3. Duma’daki sağcı köylüler! Köylülük sorunu ve savunma, ordu.)”

[8] II. Bütün Rusya Sovyet Kongresi’nin 8 Kasım 1917 tarihinde, “köylü seçmenin verdiği görev” doğrultusunda kabul ettiği kararname ile, toprak üzerindeki mülkiyet kaldırıldı ve büyük toprak sahiplerinin, kilise ve manastırların arazileri tazminat ödenmeksizin kamulaştırıldı. Toprak, denkleştiren arazi kullanımı ilkesine, yani çalışma ve kullanım normlarına göre dağıtıldı. Arazi kullanımının, tek tek kişiler, yerel idare veya kooperatif biçiminde olup olmayacağı, köy halkının iradesine bırakıldı. Gelişmiş iktisadî kullanımda olan araziler ise ya yerel idarenin ya da devletin eline bırakıldı.

[9] Rosa Luxemburg’un sol köşede, nereye ait olduğunu belirtmeden koyduğu not: “Primli tahıl tekeli. Şimdi sınıf mücadelesini post festum köye taşımak istiyorlar.”

[10] Kaynakta: Politika

[11] Sovyet Hükümeti ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkı ilkesini savunuyordu. Çarlık tarafından ezilen ulusların zor kullanılarak Rusya’ya zincirlenemeyeceklerini düşünüyordu.

[12] P. N. Miljukow’un Dışişleri Bakanı olduğu geçici hükümet savaşı devam ettirmiş ve Antant ülkelerine, savaşı “zaferle sonuçlandırana dek” bütün ittifak yükümlülüklerini yerine getireceğine dair güvence vermişti. Bu politika, Mayıs 1917’de işbaşına gelen ve A. F. Kerenski’nin Savaş ve Bahriye Bakanı olarak görev aldığı yeni hükümet tarafından da devam ettirilmiş ve Temmuz 1917’de 60.000 insanın yaşamına mal olan bir taarruzda bulunmuştu. Bolşevikler, bu politikaya karşı ilhaksız hemen barış talebini çıkardılar, ki Polonya, Finlandiya, Ukrayna ve Büyük Rusya’ya ait olmayan bölgelerin zorla Rus devlet birliği içerisinde tutulmalarını da ilhak olarak kabul etmekteydiler.

[13] Sovyet Hükümeti, Brest-Litowsk’da yürütülen barış görüşmelerinde, savaşa katılan ülkelerin uluslarının, ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkına kadar, kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkını talep ediyordu. Bu hak, belirli koşullar altında ilgili bölgenin bütün halkı arasında yapılacak olan bir referandum ile gerçekleştirilecekti.

[14] Ukrayna Merkez Rada’sı 27 Ocak 1918’de, egemenlikleri yıkılmış ve Sovyet Hükümeti Ukrayna genelinde zaferi sağlamış olmasına rağmen, emperyalist ülkelerle bir sözleşme imzalamıştı. Almanya bu sözleşme ile Ukrayna’yı işgal etme hakkını elde etmiş ve 27 – 28 Ocak 1918’de Brest-Litowsk’da yürütülen barış görüşmelerinde ültimatif bir biçimde ilhak taleplerini öne sürmüştü.

[15] Schhibboleth (İbranice: שבולת): İbranice’de “buğday başağı” anlamına gelmektedir, ama ilk Hıristiyanların “Kutsal Kitap” olarak adlandırdıkları “Tanach”da kod sözcüğü veya parola olarak geçmektedir. Schhibboleth (Şibbolet), kişinin bir kelimeyi telaffuz edişine göre şivesini, yani kökenini öğrenmeye yarayan bir kod olarak bilinmektedir. Rosa Luxemburg el yazmasında ulusların kendi kaderini tayin hakkını, sosyalist ve devrimci politikanın belirleyici temel kodu haline getirilmesini bu kelimeyle eleştirmektedir.

[16] 27 Ağustos 1918’de imzalanan Alman-Rus Ek Sözleşmesi, Estonya ve Livland’ın doğu sınırlarının belirlenmesinden sonra, Almanya’nın bu sınırların doğusunda kalan ve işgal ettiği bölgeleri terk etmesini öngörüyordu. Almanya, Beresina’nın doğusundaki bölgeyi, Sovyet Rusya’sının Malî Antlaşmada belirlenen ödeme yükümlülüklerini yerine getirdiği oranda boşaltacaktı. Sovyet Rusya, Estonya, Livland ve Gürcistan üzerindeki hükümranlığından feragat etti. 27 Ağustos 1918 tarihli Alman-Rus Malî Antlaşmasına göre Sovyet Rusya, Almanya’ya 6 milyar Mark ödemekle yükümlü tutuldu.

[17] Sol sosyal devrimciler 6 Temmuz 1918’de Alman büyükelçi Wilhelm Graf von Mirbach-Harff’i öldürerek, Moskova’da Sovyet Hükümeti’ni yok edecek bir darbe girişiminde bulundular. Başkaldırı geri püskürtüldü ve yüzlerce sosyal devrimci tutuklandı.

[18] Leo Trotzki: “Von der Oktoberrevolution bis zum Brester Friedens-Vertrag”, Berlin, S. 90.

[19] Kaynakta bu gerekçe ve Troçki’nin yazısına yönelik ipuçları eksik. Troçki’nin gerekçesi şöyleydi: “Ekim Devrimi’nden önceki aylar, kitlelerin sola kayış ve işçilerin, askerlerin ve köylülerin Bolşeviklere yönelik temel akın dönemiyse, bu süreç kendisini, Sosyalist Devrimciler Partisi içerisinde sol kanadın, sağın aleyhine, güçlenmesi olarak ifade ediyordu. Ancak gene de Sosyalist Devrimcilerin parti listelerinde sağ kanadın eski isimleri dört üçlük bir hakimiyet sağlamışlardı…

Buna ek olarak, seçimlerin Ekim Devrimi’nin ilk haftalarında yapılmış olması söz konusuydu. Gerçekleşmiş olan değişimin haberi, yoğunluk çevrelerden, başkentten taşraya ve kentlerden köylere nispeten yavaş yayılıyordu. Köylü kitleleri birçok yerde, Petrograd ve Moskova’da olanlardan pek haberdar değillerdi. [Köylüler] “toprak ve özgürlük” için, ulusal komitelerdeki, genellikle “Narodniki” sancağı altında toplanmış olan temsilcileri için oy kullandılar. Ama böylelikle oylarını, toprak komitesini feshedip, tutuklattıran Kerenski ve Awxentjew için verdiler… Bu olay, Kurucu Meclis’in, politik mücadele ile parti gruplarının gelişiminin ne denli gerisinde kaldığını açıkça göstermektedir.”

[20] Kaynakta: 1909

[21] Kaynakta nokta nokta olarak verilen alıntının tamamı şöyle: “demokratik kurumların hantal mekanizmaları”.

[22] Anayasaya göre seçme ve seçilme hakkına, inancına, milliyetine ve ikametine bakılmaksızın, 18 yaşını doldurmuş olan şu yurttaşlar sahipti: “Geçimlerini üretken ve topluma yararlı işlerden sağlayanlar ile, her türden ve kategoriden sanayide, ticarette, ziraatta vs. çalışan işçi ve hizmetliler gibi, bu üretken işleri yapmayı olanaklı kılan ve ev işlerinde çalışan kişiler, kâr sağlamak için ücretli işçi çalıştırmayan köylüler ve çiftçilik yapan Kazaklar.”

[23] Sol köşede, nereye ait olduğu belirtilmeyen bir not: “Olgunlaşmış sosyalist iktisat temelinde yeri olan, ama proletarya diktatörlüğünün geçiş devresinde yeri olmayan bir anakronizm, zamanından önce [gerçekleştirilen] politik durum.”

[24] Sol köşede, nereye ait olduğu belirtilmeden düşülen bir not: “Gerek omurilik olarak Sovyetler, gerekse de Anayasa Koyucu Meclis ve genel seçim hakkı.” Sayfa numarası olmayan bir kâğıt üstüne düşülen bir diğer not: “Bolşevikler Sovyetleri, içlerindeki çoğunluğu köylüler (köylü ve asker delegeleri) oluşturduğundan, gerici olarak nitelendirmişlerdi. Ama Sovyetler [Bolşeviklerin] tarafına geçince, halk iradesinin gerçek temsilcisi oldular. Bu ani dönüş sadece Barış ve toprak sorunu ile bağlantılıydı.”

[25] “Proletarya diktatörlüğü sömürücüleri, burjuvaziyi baskı altına alır – bu nedenle ikiyüzlü değildir, onlara özgürlük ve demokrasi vaat etmez – ama emekçilere gerçek demokrasiyi verir. Proletarya ve Rusya’nın müthiş emekçi çoğunluğuna, hiç bir burjuva demokratik cumhuriyetinde tanınmayan, olanaklı olmayan ve düşünülemez bir özgürlüğü ve demokrasiyi ancak Sovyet Rusya vermiştir; bu amaçla örneğin burjuvazinin elinden saraylarını ve villalarını almıştır (aksi takdirde toplantı özgürlüğü ikiyüzlülük olur), bu amaçla kapitalistlerin elinden matbaaları ve kâğıdı almıştır (aksi takdirde ulusun emekçi çoğunluğu için basın özgürlüğü bir yalan olur).” W.I. Lenin, Werke, Bd. 28, S.97/98

[26] Kaynakta nokta nokta belirtilen alıntının tamamı şöyle: “Çalışan kitleler, erk için verilen açık ve doğrudan mücadele sayesinde en kısa zamanda hayli politik deneyim biriktirmekte ve gelişmelerinde hızla bir basamaktan diğerine sıçramaktadırlar.” Leo Trotzki, “Von der Oktorberrevolution bis zum Brester Friedens-Vertrag”, S.93

[27] [ ] içine alınan metin: Rosa Luxemburg, Breslauer Gefängnismanuskripte zur Russischen Revolution. Textkritische Ausgabe, Leipzig 2001, S.34’den alınmadır. Ancak “özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür” cümlesi “kendisini ifade etme” eki konulmadan kullanılmıştır. Burada Annelies Laschitza’nın Bemerkungen zum Probestück für eine textkritische Ausgabe der Breslauer Gefängnismanuskripte von Rosa Luxemburg, S.3’deki argümentasyonuna uygun hareket ettik.

[28] Sol köşede, nereye ait olduğu belirtilmeden düşülen bir not: “Bolşevikler, elleri kalplerinin üzerindeyken bile, adım adım çabalamak, deney yapmak, onu ya da bunu denemek zorunda kaldıklarını ve tedbirlerinin önemli bir kısmının hiç te inci gibi parlak olmadığını yalanlayamazlar. Biz de hepimiz bunları yapmaya kalkıştığımızda aynı şeylerle karşı karşıya kalacağız – her ne kadar böylesi zorlu koşullar her yerde olmasa da.”

[29] R.L. kaynakta yanlışlıkla 26 nolu bültenden bahsediyor. “Rus Devrimi’nden sonra” başlıklı makale, Berlin ve Çevresi Sosyaldemokrat Seçim Dernekleri Birliği’nin 8 Aralık 1918 tarihli ve 36 nolu bülteninde yayımlanmıştı. Makale, W. I. Lenin’in Sovyet İktidarının Diğer Ödevleri başlıklı çalışmasının, kısmen kelime kelime, ama çok detaylı alıntılarını içeriyor.

[30] Sol köşede, nereye ait olduğu belirtilmeden düşülen bir not: “Lenin’in disiplin ve yolsuzluk üzerine konuşması. Anarşi, her yerde ve bizde de kaçınılmaz olacak. Lümpen proleter unsur burjuva toplumuna yapışıktır ve kendisini ondan kopartmaz: Kanıtlar:

  1. Doğu Prusya “Kazak” yağmaları.
  2. Almanya’da gasp ve hırsızlığın genel olarak yayılması (“Vurgunculuklar”, posta ve demiryolları personeli, polis, düzenli toplum ile hapishane arasındaki sınırların silinmesi.)
  3. Sendika önderlerinin süratle lümpenleşmesi. Buna karşın acımasız terör tedbirleri âciz kalıyor. Tam tersine, bunlar ahlâkı daha çok bozuyor. Tek panzehir: idealizm ve kitlelerin sosyal aktivitesi, kayıtsız şartsız politik özgürlük.”

Numarasız bir kâğıtta ve nereye ait olduğu belirtilmemiş olan uzunca bir not: “Her devrimde lümpen proletaryaya karşı mücadele kendince ve son derece önemli bir sorun teşkil etmektedir. Lümpen proleter unsur burjuva toplumuna derinden yapışıktır, sadece özel bir katman olarak, toplum düzeninin duvarları yıkıldığında hacmi devasa büyüyen bir sosyal artık olarak değil, toplumun bütünleştirici unsuru olarak. Almanya’daki süreçler – az ya da çok diğer bütün devletlerde – burjuva toplumunun bütün katmanlarının nasıl lümpenleşebildiklerini göstermektedir. Fahiş fiyatlardaki farklar, mezbaha vurgunculuğu, uydurma işler, gıda maddelerindeki hilebazlık, dolandırıcılık, memur rüşvetleri, hırsızlık ve gasp öylesine iç içe geçmiştir ki, iffetli burjuvazi ile hapishane arasındaki sınır yok olmuştu. Burada, narin burjuva çiçeklerinin deniz aşırı sömürgelerde yabancı sosyal toprağa ekildiklerinde aniden lümpenleşmeleri aynen tekrarlanmaktadır. İç yaşamının yasası en derin ahlâksızlık; yani insanın insanı sömürmesi olan burjuva toplumu, ahlâk ve hukukun konvansiyonel mânia ve dayanaklarını bir yana bıraktığında, doğrudan ve dizginsiz bir biçimde basit lümpenleşmeye uğruyor. Proleter devrim her yerde karşı devrimin aracı olan bu düşman ile mücadele etmek zorunda kalacak.

Ancak buna rağmen bu bağlamda da terör kör, hatta iki tarafı keskin bir kılıçtır. En sert alan hukuku dahi lümpen proleter düzensizliğin patlak veren püskürmeleri karşısında âciz kalır. Evet, her kuşatma rejimi sonuçta muhakkak keyfiyete ve her keyfiyet de toplumu yıkıcı etkiye yol açar. Proleter devrimin elindeki tek etkin araç burada da: politik ve sosyal anlamda radikal tedbirler, kitlenin yaşamının sosyal garantilerinin en hızlı bir biçimde gerçekleştirilmesi ve sadece kitlelerin yoğun aktif yaşamı sonucu [gerçekleşen] kayıtsız şartsız politik özgürlük ile süreklilik arz edecek olan devrimci idealizmin alevlenmesidir.

Hastalık enfeksiyonlarına ve mikroplara karşı nasıl güneş ışınlarının özgür etkisi en tekin, en temizleyici ve iyileştirici ilaç ise, devrimin kendisi ve yenileyici etkisi, yarattığı düşünsel yaşam, kitlelerin aktivitesi ve kendi kendine sorumluluk almaları, yani bunun biçimi olarak en geniş politik özgürlük, tek iyileştirici ve temizleyici güneştir.”

[31] Leo Trotzki, “Von der Oktorberrevolution bis zum Brester Friedens-Vertrag”, S.93

[32] “Ben cesaret ettim!” hümanist Ulrich von Hutten’in sloganıydı. Von Hutten bunu muhtemelen antik Yunan şairi Aşilos’un “Zincire vurulu Prometeus” adlı şiirinde, Prometeus’a söylettiği “ama ben cesaret ettim” dizelerine dayandırıyordu. 1933-1945 Almanya’sında nasyonalsosyalistler de bu sloganı kullanmışlardı. Almancada ise bu cümle hâlen, hedefe ulaşamamış, ama gene de denemiş olmaktan gurur duymak anlamında kullanılmaktadır.