Restorasyon, 11. Tez’in Tini ve Devrimin Güncelliği

Rejim ne toplumu ne tabanı ezber ettiği biçimde kontrol edemiyor, harekete geçiremiyor. Kitle destekleri peşi sıra açıklanan anketlerden de anlaşıldığı üzere ayaklarının altından kopuyor. Muhalif kesimler ile aralarındaki uçurum da her geçen gün derinleşiyor.

Erdoğan ve irili ufaklı ittifak ortakları 23 Haziran’da yaşadıkları mağlubiyetin tetiklediği fay hatları küçük ölçeklerle ama artarak hareketlenmeye başladı. Açık ki düzen içi siyasetin panoramasının yeniden dizaynına ihtiyaç duyulan belirleyici bir eşiğe gelindi. Bu muayyen aralıklarla kendini tekrarlayıp durduğunu söyleyebileceğimiz tarihsel yeni anda, T.C.’nin tarihsel marazlarından biri yeniden nüksetti.

Devlet sınıflarıyla, emekçi sınıflar ve geniş halk kesimleri arasından uyumsuzluk örtülemez bir biçime erişti.  Rejim ile kitlelerin, ideolojik aygıtlar ve üst yapı kurumları vasıtasıyla ve devletli aydınların gayretleriyle yeniden uyumlandırılması, uzlaştırılması oldukça güç bir biçime evrildi. Söz konusu uyumsuzluğun makası açılmaya başladı.  Öyle ki saraya müzahir medya ve kesimlerde dahi parti devleti, devlet partisi tartışmaları yapılmaya başladı. Hatta saray rejiminin reisi partilileriyle yaptığı seri toplantılarda halktan kopulduğu, halka yukarıdan bakıldığı şikâyet ve uyarılarını defaten tekrarlamak mecburiyetinde kaldı.

15 Temmuz’un yıl dönümünde suni teneffüs yöntemiyle yeniden hayata döndürülmek istenen rejim açısından hayati kimi hasletlerde artık yaşam belirtisinin olmadığı izleyen herkesçe kolaylıkla teşhis edilebildi diyebiliriz. Öyle ki 15 Temmuz anma müsamereleri açık biçimde gösterdi ki rejim ve onu siyasal olarak temsil eden ittifak, toplumu hatta kendi tabanını dahi seferber etme yeteneğini hızla kaybediyor.  15 Temmuz anlatı ve kurgularıyla yapılmaya çalışan suni teneffüs müdahaleleriyle, S-400 ve F-35 krizleri etrafında kurulmaya çalışılan anlatılarla yapılmak istenen elektro-şok takviyeleri de Perinçek ve Ergenekoncu çevreler dışında pek de fazla bir kesime tesir edemiyor.

Restorasyona Giden Yol

İlgili enstrümanlar görevini yapamayanınca takım çantasında iş gören yegâne alet olan zora daha sık başvurulduğu görülüyor.  Saray kliği ancak zor aygıtlarıyla süreci sürdürebiliyor. Ve bu herkesçe artık açık biçimde gözle görülür bir yakınlığa geldiğinden olsa gerek, rejimin etrafındaki egemen sınıflar ittifakı da çözülüyor. İşte tam da bu noktada peşi sıra yapılan seçimlerle, hatta 7 Haziran ve 31 Mart seçimlerinde olduğu gibi tekrarlanan seçimlerle, bir türlü sağlanamayan meşruiyet zeminine mukabil, restorasyon arayışları kaçınılmaz olarak kendini dayatıyor.

Saray rejiminin siyasal sıkışmışlığı hızlı bir biçimde devlet krizine doğru dönüşürken restorasyon arayışları güncel biçimler almaya başlıyor. Dış baskıların ve sıkışmışlığın tazyikiyle de kuruluşundan bu yana vurguncu, soyguncu bir muhafazakâr koalisyonu olagelmiş AKP’nin içerisindeki muhalefetler yahut saray rejimi tarafından tasfiye edilmiş kimi eski AKP’li kesimler iktidardaki klikten kopuşmaya başlıyorlar.  Erkan Mumcu’nun ve Abdullatif Şener’in kaderini paylaşmaktan endişe ve imtina eden ve bu nedenle uzun süredir şartların olgunlaşmasını beklediği anlaşılan parti içi hizipler gerekli koşulların yavaşça olgunlaştığını düşünerek hareket geçmeye başladılar.

AKP’nin kendi içinde; yeni bir MGK ile saraya yeniden bağlanan eski tüfekler ve rejime sadık kesimler yani Erdoğancılar; tüketilmiş, eski bir hikâyeye -AKP’yi yeniden ihya etme iddiasına- sarılan, AKP’nin asrısaadetine çağıran Davutoğlu ve küresel kapitalizmle uyumlu bir role, “ılımlı İslam’ın” yeni rol modeline oynayan Babacan ekibi olarak en az üç hizbe bölüneceği artık açık biçimde görülebiliyor.

Erdoğancı klik zaten uzun süredir başkanlık sisteminin zorunlu kıldığı ittifakların yan etkisiyle, bir miktarını ittifak ortaklarına doğru kaybettikleri kitle tabanının desteklerinin azalmakta olduğunun farkında. Gelinen noktada erimenin artık özellikle Babacan-Gül tehdidiyle kendi kemik kitlelerine değin varmış olduğunu görüyor.

Bu durumun yarattığı endişe ve panikle çıldırmış bir vaşak gibi gördükleri her yere doğru saldırıyorlar. Bir yandan Başur Kürdistan’ının işgali, bir yandan Rojava’nın işgali gibi maceralarla, Doğu Akdeniz’de AB ile ilişkileri kalıcı olarak koparabilecek zorlamalara başvuruyor, S-400, F-35 krizleriyle eksen kayması tartışmalarını zorluyorlar. Her an bir ateş topuna dönüşebilecek tehlikeli girişimlerle toplumu bir seferberlik, teyakkuz halinde tutarak zaman kazanmayı, belki de ayakta kalmayı umuyor.

İçeride ise MHP’li ortaklarının artık düpedüz küfre varan asabiyetlerinden anlaşılacağı üzere yoğun bir gerginlikle, zora alabildiğine abanıyorlar. Öyle ki henüz kendi aralarında bile yeni yeni belirginleşen hizipleşmelere dahi ancak zor ve baskıyla cevap verebiliyorlar. Babacan’a FETÖ soruşturması açmayı akıl edebiliyorlar. Davutoğlu’nu yayına alan programı yayından kaldırtıyorlar. Hülasa aynı kadrolar, aynı yöntem, söylem, enstrümanlarla alışageldikleri gibi idare edebilmeyi, yönetebilmeyi başaramıyorlar.

Eski alışkanlıklara abandıkça ve yeni bir müspet netice alamadıkça afallıyor, saldırganlaşıyor, kendilerini ve kitlelerini yadsıyor ve ona yabancılaşıyorlar. Böylece erozyonları sürat kazanıyor.  Siyasal bir boşluk genişleyerek derinleşiyor. Zira gelinen eşikte ayrımına varamadıkları nokta değişen şeyin yönetenler değil yönetilenler olduğudur.

Rejim ne toplumu ne tabanı ezber ettiği biçimde kontrol edemiyor, harekete geçiremiyor. Kitle destekleri peşi sıra açıklanan anketlerden de anlaşıldığı üzere ayaklarının altından kopuyor. Muhalif kesimler ile aralarındaki uçurum da her geçen gün derinleşiyor. Başvurdukları teyakkuz, milli seferberlik manevraları dahi bu kesimleri hatta bu kesimleri temsilcilerini bile yeni bir Yenikapı ile yanlarına çekmeye fayda etmiyor. Açık ki yönetenler eskisi gibi yönetemiyor. Yönetenler henüz ayrımına varmamış olsa da yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyor.  Diğer yandan ise nasıl yönetilmek istediklerini bilince çıkaramıyorlar. Kendi alternatiflerini örgütleyemiyorlar. Yönetilenler bir özne olarak (solun bu noktadaki krizine aşağıda değineceğiz) kendilerini siyaset sahnesinde var edemiyorlar.

İşte bu düzlemde bu da kaçınılmaz olarak devlet sınıfları içerisinde restorasyonu gündeme getiriyor. Hiç şüphe yok ki siyaset boşluk kaldırmaz. Halk sınıflarının iktidar alternatiflerini yaratamamalarından, hatta siyasal bir özne olarak kendilerini örgütleyememelerinden ötürü oluşmuş olan siyasal boşluğu bu düzen içi arayışlar, devlet sınıfları arasındaki restorasyon arayışları dolduruyor.

Var olan sıkışmışlık devlet sınıfları yönünden onların marifetiyle aşılmaya çalışıyor.  Bir yandan saray rejimi kendini konsolide etmenin, yeniden pazarlamanın yollarını ararken diğer yandan rejimden ayrışan AKP hizipleri, sistemden kopuşmaya başlayan, sistemin oyalama yeteneğini yitirdiği kitleleri yeniden restore edilmiş bir ilişkiye ikna etmeye çalışıyor.

Oysa rejim ve artıkları yerleri yeni düzen içi biçimlerle doldurabilecek olsa bile bu biçimleriyle büyük bir gümbürtüyle yıkılmaktadır. Ne Babacan-Gül ne de Davutoğlu ne de Erdoğan’ın  hötzötçülüğü bu çöküşe mani olacak gibi görünmemektedir.  Böylelikle diğer yandan ise yerli Macron İmamoğlu mümkün olan en uygun restorasyon, yumuşak geçiş figürü olarak yavaş yavaş hazırlanmaya, parlatılmaya devam ediyor.

Türkiye’yi 17 yıldır yöneten siyasal hegemonya sarsılmakta, çözülmektedir. Bu anlamda düzen içi siyasetin istikrarını sekteye uğratıyor. Berat Albayrak’ın gün aşırı panik içerisinde açıkladığı kifayetsiz paketlerden, TÜSİAD hatta MÜSİAD’ın her fırsatta dille getirdiği yapısal reform taleplerinden anlaşılabileceği üzere Türkiye kapitalizminin dengesi bozuluyor, bozulmakta. 2013 Haziran ayaklanmasıyla başladığını söyleyebileceğimiz sarsıntılar muktedirlerin ayarlarını bozmuştu. Bozulan ayarların itkisiyle kimi düzen içi gerilimlerin almış oldukları biçimler, hatta darbe boyutlarına varmış oluşu, yönetenler arsındaki uyumun bozulduğunu göstermekteydi. Gelinen noktada ise artık bu bozulan serencamın ete kemiğe bürünmeye başladığını söyleyebilmek mümkün görünüyor.

1908’den başlayarak 1919-1923 sürecinin nihayetinde iktidara ortak oluşundan beri Türkiye burjuvazisi kaygan bir zemin üzerinde durmaktaydı. AKP ile elde etmiş olduğu görece istikrarlı dönemin sonuna gelindiği anlaşılmaktadır. AKP vasıtasıyla kazanmış olduğu göreli sağlam zemin bizzat saray rejimi eliyle ayaklarının altından kaymaktadır. Her ne kadar eksen kayması tartışmaları bir miktar kafa karışıklığına neden olsa da Türkiye, dünya kapitalist-emperyalist sistemin bir parçasıdır. Bu sisteme prangalarla bağlıdır. Rusya ve ABD arasındaki çelişkilerden yol alan “kurnaz” bir politika yürüterek kendine alan açmaya çalışsa da Türkiye, emperyalist sistemin zayıf halkalarından biridir. Şimdi bu zayıf halka siyasal, iktisadi, toplumsal krizlerle sarsılmaktadır.

Doğası gereği zayıf halkalarda daha fazla ve yoğun devrimci enerjinin birikmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Emperyalist sistemin kriz içinde olduğu emperyalist metropollerde dâhi kırılganlıkların gözlemlendiği bu güncellikte zayıf halka Türkiye’deki derinleşen krizler yoğun enerji sıkışmasını besliyor. Bu sıkışmanın yakın bir merhalede toplumsal bir patlamaya yol açacağı kaçınılmaz olsa da bunun devrimci bir patlamaya dönüşebileceğini söylemek rasyonel olmamakla beraber zor görünüyor, ama bu yine de nereden ve nasıl baktığımızla da ilgili bir sorundur.

Sol, obsesif bir kimlikçiliğe indirgenmiş, ehlileşmiş bir muhalifliği, sivil toplumcu bir aktivizmi devrimci siyasetinin/gündeminin yerine ikame ediyor. Sıkışmış egemen blokların birinin ihtiyaç duyduğu meşruiyet için temaşalık bir vitrin unsurunu dönüşüyor.

Devrimci Güçlerin Konumu

Bu sorun, devrimin güncelliğini kavrayıp kavrayamamakla ilgili bir sorundur. Devrimci çalışmanın aciliyetini öteleyen, devrimi uzak bir ufuktaki belli belirsiz bir hedef olarak mı, yoksa devrimi güncel ve acil bir hayat memat meselesi olarak mı gördüğümüzle ilgili bir sorundur.  Bu, devrimin imkânına olan inanç ve bilincimizle, gözümüzü iktidara dikip dikmemiş olmamızla ilgili bir sorundur. Bu kendi öz gücümüze, özneleşmemize, örgütlenmemize, ajandamıza, gündemimize ve sınıfımıza mı yaslandığımız, güvendiğimizle yoksa sınıfsal niteliği muğlak ittifaklara, egemenler arası çelişkilerde hesapta ilerici, muhalif görünen taraflardan birinin ajandasına tabii olarak yedeklenerek mi yürümek istediğimizle ilgili bir sorundur.  Marksizm’i kapalı devre bir entelektüel laf yarışı, trafik polisliği olarak mı yoksa proletaryanın mukadder ve zorunlu zaferinin muştulayacağı insanlığın kurtuluşunun kılavuzu olarak mı gördüğümüzle ilgilidir. “Aslolan devrimin gündemidir” deyip diyememekle ilgilidir.

Bu 11. tezin hep genç kalan tinini kavrayıp kavramamakla, devrimin aciliyetini ve güncelliğini kavrayıp kavramamızla ilgilidir. Devrimin güncelliği potansiyel olarak hep vardır. Önemli olan bu potansiyelin bir gerçekliğe dönüşebileceği uğrakları değerlendirebilmek, işçi sınıfına öncülük edecek, onu özneleştirecek bir partiyi/örgütü oluşturmak, büyütmek ve hazır tutmaktır. Saldırı psikolojisiyle örgütlenme azmi ve kararlığında olmaktır.

Zira ezilen geniş halk kesimleri, emekçi yığınlar, devrime yahut devrimci kalkışmaya, ikna oldukları ölçülüp biçilmiş programlardan, planlanmış, hesaplanmış planlardan ziyade artık tahammüllerinin kalmadığı, rıza göstermedikleri düzene karşı duydukları öfke ve kinle “artık yeter” dürtüsüyle katılırlar. Ancak onların öncülüğüne talip olanlar, onların önderliğini yapma iddiasını taşıyanlar ve onların örgütü/partisi olmaya soyunup siyasal bir programa sahip olanlar bu yıkıcı enerjinin öncülüğünü üstlenebilirler. Bu öncülerin ödevi, krizlerin bu raddede derinleştiği bir zaman zarfında “dün çok erkendi yarın çok geç” tetikliğinde bir aciliyet ve ciddiyetle hazırlanmaları, devrimin gündemini kitlelere taşımalarıdır. Ezilen kitlelerde bunları gündemleştirerek, kitlelerin, krizlerin ortaya koyduğu sorunların bilincine varmaların, kitlelerin aktif biçimde yön bulmalarının ve örgütlenip, özneleşerek siyasal sahneye çıkmalarının yolunu açmaktır.

Bu görev,  günün koşullarında bu bahsettiklerimiz ne denli güç olsa da her nevi hareketliliğin üzerine özenle eğilen, adım adım, bazen bir adım ileri iki adım geri, ama iğneyle kuyu kazar bir sabırla, bir kıratı işler bir titizlikle yerine getirilecektir. Bu görev, daha sıkı, daha derin, daha sert örgütlenen, her kırılmayı ve sıçramayı bir imkân, fırsat olarak gören bir bilinçle hazırlanmak ve kitleleri buna hazırlamaktır.

Devrimin Güncelliği ve Sol

Bugünkü kriz günlerinde de yeniden deneyimleyip, gözlemlediğimiz üzere “Devrimin güncelliği”  yeterince anlaşılamadığı yahut bu bakış açısının muğlaklaştığı sürece, memleket sol, sosyalist, devrimci hareketleri her önemli siyasal ve toplumsal dönemeçte olduğu gibi hem örgütsel hem de politik bağımsızlığını kaybediyor. Devlet sınıflarının çarpışmalarında, kamplaşmalarında bir yan unsur, meşruiyet öğesi, bir manivela derekesine düşüyor. Yüksek siyaset yapıyoruz sanrısıyla, iddialarından uzaklaşan hatta iddialarından koparak egemenlerin siyasetlerini mutlak, doğru  “siyasetleştirip” onun gereklerine mahkûm kalıyor. Siyasetsizleşiyor. Siyasetin dışına düşüyor.

Sol, obsesif bir kimlikçiliğe indirgenmiş, ehlileşmiş bir muhalifliği, sivil toplumcu bir aktivizmi devrimci siyasetinin/gündeminin yerine ikame ediyor. Sıkışmış egemen blokların birinin ihtiyaç duyduğu meşruiyet için temaşalık bir vitrin unsurunu dönüşüyor. Bir alternatif olmaktan uzaklaşıp egemen siyasetlerin hatta düpedüz CHP’nin radikal söylemlere sahip, radikal görünümlü bir alt bileşenine ya da türevine dönüşüyorlar.

Lenin bu tutum ve eğilimleri söyle izah ederek mahkûm etmişti:

‘’Kaba bir Marksist’in gözünde burjuva toplumunun temelleri o kadar sarsılmaz bir sağlamlıktadır ki, bu temellerin son derece göze çarpan biçimde sarsıldığı anlarda bile yalnızca ‘normal’ duruma dönülmesini diler, burjuva toplumunun bunalımlarını geçici olaylar olarak görür ve böyle zamanlarda bile mücadeleye kesinlikle yenilmez olan bir kapitalizm karşısında akıl dışı ve sorumsuz bir isyan olarak bakar.”

Hâlbuki Lenin devrimi,  uzak ufuklarda mutlaka bir gün bir evrim içerisinde varılacak olan belli belirsiz bir erim olarak değil, aksine güncel aktif bir mesele olarak ele alır:

Devrimin güncelliği, tek tek her günlük sorunun, toplumsal tarihsel bütünün somut bağlamı içinde ele alınması, bunların proletaryanın kurtuluş momentleri olarak incelenmesi demektir. (…) Bu ise yalnızca, günlük her sorunun -günlük sorun olarak bile- aynı zamanda devrimin temel sorunu olduğu anlamına gelir.”

Hülasa devrim kitapların satırları arasından bizlere gülümseyen, parıldayan salt teroik bir mesele, bir soyutlamadan ziyade güncel bir sorun, hatta gündelik bir meseledir. Ve her günlük sorun devrimin olasılığıyla bağıntılıdır. Her günkü gündelik sorunumuz, faaliyetimiz devrimin hazırlanmasıyla münasebetlidir.

Böylelikle devrim artık bir teorik soyutlama değil, günün meselesidir. Güncel bir meseledir.

1917 Ekim Devrimi’nin hayat bulabilmesi başka bir biçimde mümkün olamazdı. Şüphesiz devrim el nihayetinde tarihsel koşulların ve maddi nesnelliğin üstüne inşa edilebilir. Ama son tahlilde devrim bir eylemdir. Bu eylemi de ancak ve ancak devrimin imkânına, günceliğine inanmış gözünü iktidara dikmiş ve buna göre örgütlenmiş buna kilitlenmiş ve onu mümkün kılabilecek yeteneklerle donanmış kadrolar elinde hayat bulabilir. Eylem olmadan nesnellik elbette hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Zira 1917 Ekim Devrimi’nin esas dersi sosyalizmin tarihsel olanaklarının nasıl olgunlaşacağına ilişkin değildir.

Evet, bakılması gereken yer tam da buralardır: On yıllardır savaş içerisinde olan, yoksulluğun ve işsizliğin hüküm sürdüğü, sürekli yeni siyasal krizlerin yaşandığı, kırılgan bir ekonomik yapının olduğu bir ülkede iktidarı alacak koşulları ve aygıtları görüp, iktidarı almak için doğru zamanda harekete geçebilecek şekilde hazırlanmak gerekir. Aynı zamanda bu doğru zamanın öyle çok geniş bir zaman aralığı olmadığını bilincinde olmak gerekir.

Bugün Türkiye’deki sistem uluslararası konjonktürün de tazyikiyle gittikçe derinleşen ve yıkıcı olabileceği anlaşılan ekonomik krizin içerisinde. Bu derinleşen ekonomik krize artık varlığı herkesçe kabul edilen ve dillendirilen bir siyasi krizin eşlik ettiğini de söyleyebiliriz. Burjuvazinin ideolojik ve üst yapı kurumlarının krizinden bahsetmek de aynı derecede mümkün görünüyor. Sistemin bu üç temel öğesi kriz içerisindeyken, bir de bunlara, rejimi sürekli olarak sıkıştıran ve paralize eden Kürt özgürlük hareketinin sarsıcı varlığını eklediğimizde nesnel koşulların varlığından ve olgunlaşmasından bahsetmek bir zorlama olmasa gerek.

Öyleyse hep birlikte kendimize sormamız gereken sorular şudur: Türkiye’deki kriz dinamikleri git gide derinleşirken, yeni bir toplumsal patlamanın öngünlerinde memleketin sol, sosyalist, devrimci hareketleri bu akışa öznel olarak müdahale ederek bir devrimci durumun oluşmasını tetikleyebilmek için mi çalışacaktır? Yoksa tarihin bu eşiğinde sistem yeni bir sıkışma içerisindeyken, yeniden restorasyon arayışlarındayken bir kez daha devlet sınıflarının birinin ipine sarılacak, aranan meşruiyet zemini için bir takviye güç görevi mi üstlenecektir?

Eğer cevap birincisi ise bugün, devrimin güncelliği ışığında esas sorun işçi ve emekçi kitlelerin siyaset sahnesinden çekilmiş olmasında değildir. Sorun, onların siyaset sahnesinde devrimci bir özne olarak var edecek önderliğin yaratılmasındadır. Devrimin nesnel olarak güncelliğini gösterdiği günümüzde sosyalistlerin temel görevi, var olan kendiliğinden eylemlilikleri tek bir hedefe yoğunlaştıracak devrimci öncü müfrezeyi örgütlemektir.

Bugün saldırı psikolojisiyle örgütlenen sosyalizm mücadelesi tek hakiki, politik pratik faaliyettir.