23 Haziran’ın Ardından: Sol Şimdi ne Yapacak?

Solla ilgili genel bir tanımlama yaparsak son yıllarda yaşanan tasfiye dalgasında solun, genel itibariyle üç ayrı hatta konumlandığını saptayabiliriz.

Sol, ya HDP/Kürt hareketi ekseninin içerisine sıkışıp eriyip gidiyor, ya CHP’ye eklemleniyor ya da bağımsız bir duruşta ısrar ederek o bağımsız duruş çerçevesinde başka siyasetlerle ilişkileniyor.

 

YSK aracılığıyla gerçekleşen sivil darbenin sonucunda yenilenen seçimler de bitti. Seçimler halkın rejime indirdiği büyük bir tokat ile sonuçlandı. Hiçbir tereddüde düşmeden belirtelim: Bu başarı halk dinamiklerinin, toplumsal hareketlerin başarısıdır.

Her şeye rağmen, bütün şiddet ve baskıya karşın yılmayan-yenilmeyen işçiler, kadınlar, gençler, LGBTİ bireyler, Aleviler, Kürtler ve nice halkçı-toplumsal dinamik yine dik durdular ve mührü rejimin aleyhine vurdular. Yeni rejimi veto ettiler.

Bu sonuçla birlikte zaten öncesinde de oldukça canlı olan Türkiye gündemi daha da hareketlendi. Sürekli yeni gelişmelerle güncellenen bu kaotik süreci iyi kavramak, sürece doğru ve somut müdahale edebilmek için her zamankinden daha da önemli.

Dönem Tariflenmesine Dair

Siyaset ve toplumsal alan Türkiye’de uzun bir süredir, ara vermeksizin hareketli. Durmadan yeni gelişmelere karşı karşıyayız, bundan dolayı dönem tariflemeleri yapmak hiç de kolay değil. Hele hele şu anda olduğu gibi bir geçiş dönemi söz konusu ise…

Gene de birkaç genel notla dönemi ve yaşanan son süreci anlamlandırmaya çalışalım. Dönemi kavramak açısından temel bir tespit olarak söyleyebiliriz ki, 2013 Gezi İsyanı ile birlikte bir hegemonya krizi başladı.

“Hegemonya krizi” de kolayca yapılabilecek bir kavramsallaştırma değil.

Teorik bir tartışmaya girmeden ve Gramsci tefsiri ve skolastizizmi yapmadan hemegonyayı şöyle tanımlayabiliriz:

Bir sınıf ya da birtakım devlet ve toplum fraksiyonları bir sınıf adına “hegemonyal” durumdadır. Hegemonya sadece zor ile değil, rıza üretilerek ve belli bir “kültür”, “siyasi anlayış” ve “ahlâk” kabul ettirilerek oluşturulur.

Bu şekilde egemen olmayan sınıf ve zümrelerin bir kısmı o hegemonyal projeye rıza gösterir, aynı zamanda egemenler arasında da hegemonya oluşmaya başlar ve bu şekilde bir fraksiyon sınıfsal ve siyasal önderliğe soyunur.

Türkiye’de AKP bunu bir dönem başardı. Elbette 1980 itibariyle inşa edilen toplumsal-ekonomik modele yaslanarak ve çeşitli ittifaklar kurarak başardı bunu. Egemen olmayan sınıf ve zümreler, yönetilenler bir süre AKP’ye kısmen rıza gösterdi.

Fakat Gezi’den itibaren “yönetilenler” – halk güçleri – Türkiye toplumsal formasyonunun ve devletin temellerini sorguladıkları için bir hegemonya krizinden söz etmek mümkün. “Yönetilenler” artık bilinen şekilde yönetilmek istemediklerini sokakta dile getirerek ve alternatif modelleri pratikte şekilde inşa ederek ifade ettiler.

Gezi, Türkiye’de egemenlere böylesi bir şok yaşattı.

Sarsıldılar, bir daha hiçbir şeyin asla eskisi gibi olamayacağı bir şeklide sersemlediler. Öyle ki, hâlâ Gezi’nin hayaleti onları korkutuyor. Birkaç gün önce görülen “Gezi davası” bunun önemli göstergelerinden.

Sarsılma; bilindiği gibi, Gezi’nin sistem içi muhalefetin dışına taşan, devletin ve toplumun temellerini sorgulayan bir hareket olmasından kaynaklanıyordu. Cin şişeden çıktı ve toplumsal-siyasal hayatın “olağan” akışını altüst etti.

Üstelik Gezi’de Türkiye’nin neoliberal birikim rejiminin temelleri sorgulandı, rantçı-talancı-vurguncu, borçlanma ve ekolojik tahribat üzerine kurulu olan model reddedildi. Kitlesel bir reddediş ahvali içinde, özgür bir yaşam isteği, başka bir toplum hayali dile getirildi.

İnsanlar, yaşamlarının devlet ve sermayenin çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmesine, gerici eğilimler tarafından belirlenmesine karşı çıktılar.

Öte yandan, despotik devlet ve yönetim anlayışı ve o anlayışın kurumları reddedildi; yerel dinamiklerin forumlar ve meclis tipi bir araya gelişlerle kendilerini ifade etmeleriyle birlikte alternatif bir anlayışın nüveleri de ortaya atıldı.

2013 itibariyle, Türkiye’yi kimin ve nasıl yöneteceği üzerine egemenler arasında da tartışmalar başladı ya da öncesinde başlamış olan, fakat o zamana değin açıktan yapılmayan tartışmalar ortalığa saçılıverdi. AKP-Fethullahçılar kavgası, Gezi öncesi başlamış olsa da, 2013 Aralık ayında ulaştığı şiddetle herkese açık bir hâl aldı.

Sonraki süreçte gerçekleşen çeşitli alt-üst oluşları, sürekli değişen ittifakları, art arda yapılan seçimleri, bombalı saldırıları ve darbeleri de bu hegemonya krizinin efektleri olarak okumak gerek.

Gezi ile birlikte siyasal-toplumsal alanda üç ana eğilim ortaya çıkmış oldu. Ana eğilimlerin içinde muhtelif farklılıklar, ayrışmalar mevcut, hatta kimi zaman iki eğilimin arasında duran ya da git-gel yapan duruşlara da var elbet.

Gene de, bir halkın kendi güce dayalı diğer ikisi ise egemen güçlerin inisiyatifinde yol alan, genel hatlarıyla üç eğilimden bahsetmek mümkün, ki eğilim terimi zaten bir dinamiği, hareketliliği ve geçişkenliği işaret ediyor.

Birincisi despotik devlet geleneği ve neoliberal kapitalizmi sorgulayan/reddeden demokratik-halkçı seçenek. Bu seçeneğin temsilcileri Gezi güçleri, kadınlar, LGBTİ+ bireyler, Aleviler, Arap Aleviler, işçi sınıfı (özellikle yeni kesimler) ve Kürt halkı.

Kürt halkının ısrarlı özgürlük ve demokrasi arayışı Gezi sonrasındaki süreçte daha da güçlendi ve hegemonya krizini derinleştirdi.

Egemenler cephesindeki eğilimlerden birincisi özellikle AKP/Erdoğan ile simgeleşmiş, fakat çeşitli devlet ve toplum fraksiyonlarıyla ittifak halinde bulunan faşistleşme eğilimi. Gezi’ye verilen şiddet yollu cevap, otoriterleşme ve faşistleşme eğiliminde olan rejimce tercih edilip sürdürüldü.

Diğer eğilim ise, başlarda daha cılız olan ve ama sonrasında giderek belirginleşen restorasyon eğilimi.

TÜSİAD, finans-kapital ve kimi devlet fraksiyonları başta olmak üzere; Türkiye Cumhuriyeti’nin yıpranmış kurumlarını tadilattan geçirip, birikim modelinin krizini uluslararası sermaye ve Batı güçleriyle uyumlu bir şekilde çözmek isteyen bir eğilimdir restorasyon.

2013 Haziran’ı itibariyle, Erdoğan’a alternatif olacak isimler arayışına girildiğini biliyoruz, bu arayış İmamoğlu ile şimdilik sona erdi.

Bu eğilimlerden hiçbiri, sabit, değişmeyen birer blok değil, konjonktürel olasılıklar dâhilinde siyasal-toplumsal birer seçenekler.

Bu eğilimlerin somut temsilcileri bir eğilimden başkasına geçebilirler, onların temsilcileri veya sözcüleri değişebilir.

Bu eğilimlerin toplumsal sınıfların ve zümrelerin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda yapısal birer gidiş yolu olarak kavranmaları gerekir.

Burada kritik nokta şudur:

Demokratik-halkçı seçenek var olduğu müddetçe “hegemonya krizi” egemenlerce kalıcı bir şekilde çözülemez. Çözülebilmesi için demokratik-halkçı seçeneğin egemenlerce bastırılıp-etkisiz hale getirilmesi gerekiyor.

Restorasyoncu ve faşistleşme eğilimindeki güçler, demokratik-halkçı seçeneğe yönelik farklı yaklaşımlar öneriyorlar.

Faşistleşme eğilimi; demokratik-halkçı seçeneği ezmek istiyor, restorasyoncu eğilim demokratik-halkçı eğilimi sisteme, mevcut düzene dâhil etmek istiyor, onu sisteme entegre ederek zayıflatmak istiyor.

Restorasyoncu eğilimin ve demokratik-halkçı eğilimin taktiksel ittifakı faşistleşme eğilimini zayıflatmak adına (ki yerel seçimlerde de bu başarıyla uygulandı) mümkün.

Öte yandan restorasyoncu ve faşistleşme eğilimleri arasında demokratik-halkçı eğilimi yok etmek için bir stratejik ittifak, bir çeşit uzlaşma da olasılıklar dâhilinde.

Demokratik-halkçı eğilim; özellikle sol restorasyona yanaştığı zaman, bunları dikkate almalı. Restorasyon, halkın hiçbir yakıcı ihtiyacını kalıcı olarak çözemez. Bu konuda yapısal ve sınıfsal sınırları vardır.

İmamoğlu’nun “devlet aklı”nı bolca vurgulayan konuşmalarında başkanlık sistemini bir kere bile sorgulamaması ayrıca şunu gösteriyor: Restorasyonun despotik devlet geleneğiyle de pek bir sorunu yok.

Onun yerine başkanlığın güncellenmiş ve “demokrasi patinajlı” versiyonunu istiyor sadece. Ekonomik krize halkçı bir cevabının olmadığı da ayrıca görünüyor.

Etnik ve inanç kimliklerine yaklaşımı ise çeşitliliği tek bir üst kimlikle tanımlayan geleneksel anlayıştan farklı değil.

Özetle, mevcut devlet ve toplum anlayışına alternatif sunmuyor, sunmayacak da.

Gerçek alternatifin tohumları Gezi ile atıldı. Ve istedikleri kadar itibarsızlaştırılmaya çalışılsa, istedikleri kadar “darbeci, dış güçler, dış mihraklar edebiyatıyla gölgelenmek istense de, Gezi ile birlikte ortaya çıkan potansiyel, egemenlerin etinde diken olmaya devam ediyor.

Demokratik-halkçı eğilim o büyük güçten beslendi ve beslenmeye devam ediyor.

Fakat Gezi’de ortaya çıkan seçeneğin potansiyelini gerçekleştirecek bir özneye ihtiyacı var. Evet, elbette çok şey değişti, köprünün altından çok sular aktı, hiçbir şey olduğu gibi kalmadı. Ve Gezi canlı bir seçenek olarak varlığını hala sürdürüyor.

Ama bu büyük halk hareketinin içerisinden halen siyasal bir özneleşme çıkamadı.

 

 Şimdi, 23 Haziran sonuçlarıyla yeni bir dönem açıldı, solun önünde- eğer değerlendirilebilirse- tarihi fırsatlar var.

Böylesine kritik bir dönemeçte, döneme uygun hamleler yaparak, fırsatları doğru değerlendirmek hayati önemde.

 

Peki, Sol?

Çizdiğimiz bu çerçeve üzerinden, solun-sosyalistlerin “doğal” konumlanma yeri, elbette halk güçleri ve demokratik-halkçı eğilim.

Ve elbette bu eğilimin siyasi öncülüğünü yapmak da, solun tarihsel misyonu.

Hâlbuki gerçekler hiç de öyle değil ve halkçı dinamikler solun çok önünde yürüyor.

Örgütlü sol, uzun zamandır gündemi belirleyebilmek şöyle dursun, tepedekilerin yukarıdan  dayattıkları gündemlerle belirleniyor, o gündemlerin peşi sıra koşup, mevcut durumunu korumaya çalışıyor. Bu durumu değiştirmek için gerekli olan inisiyatif, vizyon, söylem geliştiremiyor.

Elbette solun tasfiyesine yol açan-tasfiyeyi hızlandıran yapısal ve tarihsel sıkışmalar ve açmazlar var.

Fakat; inisiyatif geliştirememekten ve tahayyülsüzlükten de kaynaklı bu açmazlar bir türlü aşılamıyor.

Solun büyük kesimi siyasi öncülük yapması gereken bir konjonktürde, uçlardaki eğilimlere savrulup gidiyor.

Solla ilgili genel bir tanımlama yaparsak son yıllarda yaşanan tasfiye dalgasında solun, genel itibariyle üç ayrı hatta konumlandığını saptayabiliriz.

Sol, ya HDP/Kürt hareketi ekseninin içerisine sıkışıp eriyip gidiyor, ya CHP’ye eklemleniyor ya da bağımsız bir duruşta ısrar ederek o bağımsız duruş çerçevesinde başka siyasetlerle ilişkileniyor.

HDP ve Kürt hareketi ile stratejik ilişkilenme biçimlerine bir parantez açmak gerekir. Kürt hareketi ve HDP ile stratejik ittifak yapmaktan biz, solun kendi tarihsel görevi doğrultusunda siyaset yürütmesi ve Kürt hareketi-HDP ile yan yana gelişin koşullarını kendi bağımsız hattını koruyarak ve geliştirerek siyaset yapmayı anlarız. Bu çizgi ile Kürt hareketinin ya da HDP’nin içerisine erimek, oraya tabi olmak, tüm motivasyonunu oraya yüklemek ayrı çizgilerdir.

Her üç hatta önemli farklılaşma zeminlerinin söz konusu olduğunu vurgulayalım. Bağımsız hat dışında kalan (HDP veya CHP’ye) eklemlenme biçimlerinde ton farkları olduğu bir gerçek. Kimileri gerçekten bu büyük siyasetler içerisinde eriyip gitme eğilimindeyken kimileri ise tam erimeme ile birlikte kendi bağımsız hattını kurmakta zorlanıyor, bir paradigma dahilinde hareket etmedikleri ve konjonktürü tam yakalayamadıkları için git geller yaşayabiliyorlar.

Siyasetsizlik

Solda yaygın bir problem ise siyasetsizlik.

Artık sadece inisiyatif kaybından bahsetmek yetersiz, kimi kurumlar neredeyse siyaset yapmayı bıraktı.

İmamoğlu eleştirileri yapılırken kendisinin bir müteahhit, sermaye yanlısı, muhafazakâr kökenli olduğu söyleniyor ve bilumum olumsuz sıfatla kendisinin sınıfsal duruşu teşhir ediliyor. CHP’nin de yapısal olarak otoriter ve devlet partisi olduğu teşhir ediliyor.

Peki, solda ve birçok toplumsal kesim içerisinde bunu bilmeyen var mı? Zaten İmamoğlu da kendi mal varlığını açıklayarak bu teşhirciliğin önüne geçti.

Teşhircilik, devrimci siyasette önemli bir rol oynayabilir ancak tek başına devrimci siyaset değildir, aksine onun yedeklenmesidir.

Kendi bağımsız paradigmasını, somut programını ortaya koyamayanlar, bir çeşit “çokbilmişliğe” düşebiliyor genellikle. “Bağımsız hat ve duruş” böyle bir tarzla savunulduğunda ise, kendi politik hattının altını oyan, anlamı ve de etkisi olmayan bir sorunsal açığa çıkıyor.

Diğer uçta ise; “CHP’nin solu” olmaya çalışan örgütler var.

Bunu bilinçli yapanlara, söylenecek çok laf yok. Ne yaptıklarının farkındalar ve bunun kendilerince bir hesabı olsa gerek. Onlara ancak “kolay gelsin” ve “hayırlı işler” demekle yetiniriz.

Ancak İmamoğlu’na ve CHP’ye yedeklenmek kimi zaman, boşlukta salınan siyaset(siz) hattan dolayı, kapılıp giden, “ayırdına varamama” halinden de kaynaklanabiliyor.

Paradigma boşluğundan ötürü, özgün bir hat geliştirememe, solun bir kesiminin hızla savrularak kendisini İmamoğlu ve CHP’nin dümen suyunda bulmasına yol açabilir, açıyor da.

Şu ana kadar, kendini salt “direnmek-boyun eğmemek” ajitasyonu üzerinden tarifleyen sol, artık zor durumda. Sürece pek karşılık üretemiyor.

Bu kesim, bildiğimiz “pes etmeme”, “direnme” çağrısı ya da “biz kazanacağız” sloganik duruşuyla hareket edip, az da olsa belli bir çevreyi konsolide edebildi. Ama o kadar.

Şimdi, 23 Haziran sonuçlarıyla yeni bir dönem açıldı, solun önünde- eğer değerlendirilebilirse- tarihi fırsatlar var.

Böylesine kritik bir dönemeçte, döneme uygun hamleler yaparak, fırsatları doğru değerlendirmek hayati önemde.

Bu bağlamda ne soyut ve üstenci “halkımız yine kandırıldı, boş umutlara kapılmayalım” sloganları ne de özgün program ve mekanizmalardan yoksun “zafer çığlıkları” bizi ileri götürür.

Restorasyon Gerçekleri ve Toplumsal Dinamikler

“Herkes komünist olsaydı” ne güzel olurdu değil mi?

Lakin ne yazık ki, işler bizim küçük dünyamızdaki iyi niyetli arzularımızla dönmüyor, dönmez de.

Yaşamın ve siyasetin akışı zaten böylesine doğrusal bir mutlaklıkta da akmaz, akmıyor.

Temiz, steril, berrak bir alanda “ideal olan” üzerinden hesap kurmak; siyasette, mistik bir hayalcilikten öteye gidemez.

Siyaset bin bir türlü aktörle yapılır ve şeytanla dans edebilme becerisi gerektirir. Stratejik hedefinden sapmadan, türlü esneme ve kapsama kapasiteleri siyasetin doğası gereğidir.

Ancak bu esneme yeteneği eklemlenme ile karıştırılmamalıdır. Çoğu zaman sol siyaset ya toplumsal hareketliliğe “steril kalma” refleksiyle uzak kalıyor ya da bu hareketliliğin başını çeken burjuva/liberal güçlere teslim oluyor.

Bu noktada ufukta görülen restorasyon olasılığında solun konumlanmasına değinmek gerekir.

Sol, AKP iktidarını da, sağ-muhafazakâr rejimi de iyi biliyor, ama kendisini iyiden iyiye hissettiren restorasyonu çok bilmiyor. Solun restorasyoncu güçlere ilişkin doğru hareket etmeyi bilip bilmediğini ilerleyen süreçte göreceğiz. Fakat yukarıda belirtilen çerçeveden baktığımızda, solun durumu pek parlak gözükmüyor. Sol ya basit bir İmamoğluculuğa kaçıyor, ya da İmamoğlu’nun öne çıkmasına neden olan halk dinamiğini ve o dinamiğin taleplerini doğru kavrayamayıp, ona uzak kalıyor. Sol, hızlı bir revizyona girmezse, yeni bir tarihi anda önemli fırsatları kullanmamış olacak.

Genel siyasi iklim açısından, 31 Mart ve 23 Haziran seçimleriyle restorasyoncu eğilim güçlendi, en azından moral üstünlük ve kimi önemli mevziler kazanmış oldu.

Fakat, restorasyon bloku ve rejim arasında mutlak sınırlar yok. Kaygan bir zemin var. Yukarıda restorasyoncu eğilimin ortaya çıktığı genel ortamı ve kimi yapısal nedenleri açmaya çalıştık.

Özellikle seçim hezimetinin ardından gemiyi terk edenler, saf değiştirenler, “zaten biz demiştik” diyenler bol oldu, daha da olacak. Hele bu sonuçlar biraz sinsin ve yeni oluşumlar kurulsun…

Ali Babacan harekete geçip AKP’den istifasını sundu. Yeni partinin kurulması en fazla birkaç aylık bir mesele gibi gözüküyor. Ve kimi liberaller hemen arkasına dizildi bile. Belli ki, Batıcı zeminde ve büyük sermayenin istekleri doğrultusunda hareket eden bir Babacan-İmamoğlu ikiliği onları heyecanlandırıyor. Belki milliyetçi tabanı çekmek için buraya Akşener eklenebilir. Böylece liberallerin neredeyse AKP’nin ilk yıllarına, yani “fabrika ayarları”na dönüş rüyası gerçekleşmiş olacak. Ve herhalde kimi, özellikle “sol” liberallerin bu hesabına göre HDP/Demirtaş ile de kısmi bir ittifak kurulabilir. Bütün bu “kombinasyonlar” birer olasılıklardır. Ve hangi olasılığın öne çıkacağı süreç içerindeki güç dengeleri ve yapılan hamleler belirleyecek.

Zaten baktığımızda, içlerinde ne kadar fark olsa da, restorasyoncu güçler en temelde sermaye hareketine ve rasyonalitesine uygun bir rejim inşa etmek istiyorlar. Bu girişimde bir sürü detaya bağlı olarak farklı rejim biçimlerinin ortaya çıkması olası. Her halükarda mevcut rejimin kimi fraksiyonlarıyla anlaşarak ve halk güçlerinin bir kısmını zaruri olarak içererek olacaktır bu gidiş biçimleri.

Sol açısından önemli olan nokta şu: Son yıllarda düzen içinde yaşanan tahribat sonucunda git gide sistemin dışarısına itilmiş olan kitlelerin bir kısmı, güçlü bir yeniden kuruluş adına tekrardan sisteme içerilmeye çalışılacak. İmamoğlu’nun böyle bir potansiyeli var.

Fakat halkın “CHP tarafından kandırıldığı” gibi bir durum henüz yok. Türkiye halkı aptal yerine koyanlar kaybeder düzenli olarak. Yalnız bunu da belirtmek gerek: sosyalistler, sürdürebilir, halkın acil ve uzun vadeli ihtiyaçlarını karşılayabilen alternatifler sunmadıkları müddetçe halk ne yapsın? İmamoğlu’nun bu konuma gelmesi elbette arkadan aldığı destek (TÜSİAD başta olmak üzere) ve kişisel becerisi ile bağlantılı. Aynı zaman güçlü bir sol, halkçı-demokratik alternatif olsaydı eğer, bu konuma gelmezdi. Ya da en azından, güçlü bir sol, örgütlü hareket eden işçi sınıfı ve ezilenler 70’lerde olduğu gibi, İmamoğlu’dan “fazlasını” koparabilirlerdi.

Ecevit’i ortadan sola çekip “ortanın solu”nu yapan “etken” kendi dünya görüşü değil, örgütlü bir işçi sınıfı ve güçlü, toplumsal alanlarda örgütlenen bir solun varlığıydı. Bu bir gizem değil, aslında herkes bunu biliyor. Ama siyasi süreçler pek “siyasi” okunmadığı için bugün, İmamoğlu müteahhittir, sağcıdır, patrondur denilerek meselenin üzeri örtülüyor. Doğrudan fabrikadan bir proleter olarak mevcut makama gelmiş olsaydı, kendisinin emek lehine sol bir politika yürüteceği veya en azından yürütmek isteyeceği anlamı çıkar mıydı? Bunun garantisi ne ve kim olurdu?

Sonuç olarak, ilk aşamada restorasyoncu güçler ve sol büyük oranda benzer bir kitleye talipler.  Siyasetin tabiatı gereği bu böyle. Önemli olan sahada bir yakınlıktan ziyade solun nasıl bir siyaset, nasıl bir program ve örgütlenme yöntemi ortaya koyacağı.

Restorasyoncu eğilim ile taktik ittifaklar mümkün, fakat olası bir stratejik ittifakın restorasyonu değil, böyle bir ittifaka giren solu tasfiye edeceğini tespit etmek gerek. O yüzden bağımsız örgütlenmede ısrarlı olmak hayati ve vazgeçilmez bir mesele.

Bağımsız Örgütlenme

Siyasette, tekrar tekrar hatırlatmak açısından vurguluyoruz, hem içerik hem de örgütlenme biçimi ve yöntemi önemlidir.

Belli bir siyasi içeriğin (örneğin Demokratik Cumhuriyet) nasıl savunulduğu önemlidir. İçerik tek başına bir şey ifade etmiyor. Bir siyasi program ne kadar doğru olursa olsun, doğru biçimde ve doğru yöntemle savunulmadığı takdirde etkisiz olacaktır. CHP bünyesinde radikal, sosyalist bir programı savunmak böyledir mesela. CHP ile hiçbir işbirliğinde bulunulmayacak demek değil bu, elbette taktik ittifaklar kurulur, çeşitli düzeylerde birlikte çalışılır. Fakat bunu yaparken, kendi bağımsız örgütlenmelerimizden vazgeçilirse kendi programımızdan da vazgeçmiş oluruz.

Bağımsız örgütlenme, yukarıda belirtildiği gibi, CHP’nin, HDP’nin, hatta AKP’nin ve MHP’nin ve tabi her parti ve kuruluşun tabanıyla temasa geçmemiz gerektiği anlamına gelir. Kısacası tüm toplumsal dinamiklerle ilişkilenmek demektir.

Solun, sosyalist hareketin tarih boyunca çokça yaptığı bir hata da şudur: Kurduğu dil ve örgütlenme yöntemiyle zaten yüksek sınıf bilinci olan, zaten ‘ikna olan’ ya da zaten sistemle/rejimle olan çelişkisini bilince çıkarmış olan insanlara hitap ediyor.

Sadece Marksistleri ve teorik anlamda da yüksek sınıf bilinci olan işçileri, hareket halinde olan politize olmuş Alevileri ve Kürtleri örgütlersek sınırlı bir çevreyle kalakalırız. Halk kitleleriyle ve sınıf ile temasa geçip, halkın ve sınıfın ihtiyaçlarına cevap üretip halkın ve sınıfın özneleşmesini sağlayan mekanizmalar yaratmamız gerek.

Demokrasi ve özgürlük özlemi, geçim derdi olmadan, sürekli tehdit altında hissetmeden yaşamak isteği gerçek ve önemli hususlar. Yetkinin başkasına aktarılarak taleplerin yerine getirilmesini beklemek ham hayal. “İmamoğlu’na umut bağlamayın” demekle yetinmek bu bakımdan son derece yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. “Bu ihtiyaçlara nasıl cevap verebiliriz” sorusunu cevaplamalı sol. Ve bu ihtiyaçlara uygun örgütlenme modelleri geliştirmek gerekir.

Gerçek anlamda halkın ve sınıfın özneleşmesini sağlayan uzun vadeli ve sürdürülebilir bir örgütlenme, ancak sol olarak bağımsızlığımızı koruyarak;  güçlü ve maddeci bir alternatif toplumsallaşma modeli inşa ederek mümkündür.

Program ve Perspektif

Bağımsız kurumları, bağımsız hattı güçlendirmek dışında nasıl bir siyasi söylem ve hangi talepleri yükseltmek gerek mevcut konjonktürde?

Siyaset yapma kabiliyeti yüksek olan Kürt Hareketi seçimden sonra da doğru bir hamle yaptı. Demokratik bir anayasa tartışmasını gündeme getirdiler.

Aslında Bahçeli de dolaylı yollarda mevcut anayasanın meşruiyetini şüpheye düşürdü. Yüzde 52’nin altında bir oy oranı ve kaybedilmiş üç büyük şehir ile başkanlık sisteminin meşruiyetinin yitirilmiş olacağını söylemişti.

Öyle de oldu.

Mevcut sistemin meşruiyeti ağır hasar aldı, sistem onarılması, tadilat edilmesi gereken bir konuma düştü. AKP’ye yakınlığıyla bilinen gazeteciler bile “acaba yeni bir anayasamız olsa…” söylemlerini dillendirmeye başladı.

Halkçı-demokratik güçlerin yapması gereken, bir an evvel Demokratik Cumhuriyet perspektifini bütün alanlarına, örgütlenme hamlelerine yansıtması ve Demokratik Anayasa talebini yükseltmesidir.

Anlaşılmalı ki, bunlar bizim, solun yarattığı talepler değil, halkın ihtiyaçlarıdır, demokratik-halkçı eğilimin ortaya çıkardığı taleplerdir.

Son senelerde, özellikle Gezi isyanı itibariyle halk düzenli olarak bir gayzer gibi sıcak su ve buhar fışkırtıyor. Seçim sürecinde bunu bir daha gösterdi. Gayzer imgesinden yola çıkarak, Troçki’nin kullandığı metaforu  Tükiye’nin mevcut konjonktürüne uygulayarak birleştirmek gerekirse, halkın, sınıfın enerjisi buhardır ama buharı enerjiye çeviren mekanizma yoksa buhar dağılır. Zaman zaman fışkıran buharı örgütleyip güçlendiren ve kalıcılaştıran mekanizmalar gerekli. Mekanizmalar olmadan “buharı” doğru yere yöneltmek zor, fakat makineyi çalıştıran, mekanizmaları çalıştıran asıl güç buhardır, yani halk güçlerin eylemselliği.

Örgütsel mekanizmalar dışında doğru program ve söylem gerekiyor. Bizce bu program ve söylem Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Anayasa etrafında şekillenmelidir. Halk güçlerinin olası demokratik kazanımlarının resmîleşmesi ve kalıcılaşması. Sınıfsal zemini belli olan bir Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Anayasa programı Türkiye’de Avrupavari bir burjuva demokrasisi tesis etmekten nitelikçe ayrılır.

Halkın ve emeğin egemenliği üzerine kurulan, demokratik, laik ve çokuluslu bir anayasa girişiminde bulunmalıyız. Alevilerin eşit yurttaşlık talebinden, Kürtlerin siyasi, toplumsal ve kültürel özerklik taleplerine, yerel dinamiklerin özgünlüğünü hem idari hem de kültürel açısından içeren bir anayasa olmalı. Temel özgürlüklerle birlikte feminist ve ekolojist talepleri de koruyan bir anayasa.

Herkesin temel ihtiyaçlarını (beslenme, barınma, sağlık, temel eğitim) anayasal güvence altına alınıp garantileyen bir anayasa… Piyasaya karşı kamu mülkiyetini ciddi oranda koruyan, vergilendirme sistemiyle de birlikte alt sınıflardan yana taraf olan, sınıfsal karakterini alt sınıflardan alan bir anayasa…

Önümüzdeki sürecin en yakıcı mücadele alanı ekonomik kriz. Belli ki, birikim modelinin krizi kolayca “aşılacak” durumda değil ve başvurulacak olan (restorasyon da üstün gelse, faşistleşme eğilimi de üstün gelse) kemer sıkma politikaları alt sınıfları, emekçi sınıfları vuracaktır. Bundan dolayı, sermayenin yıkım politikalarına karşı hem konjonktürel olarak, hem de yapısal olarak, Demokratik Cumhuriyet perspektifi, net bir sınıfsal karaktere, emek lehine bir sınıfsal içeriğe sahip olmalıdır. Anti-kapitalist olmadığı müddetçe “liberal” kalır ve liberal bir Demokratik Cumhuriyet perspektifini kolayca restorasyonun “solu”nda bulabilir kendini.

Bu şekilde, halkın ihtiyaçlarına somut cevap üreten ve potansiyel olarak onları güvence altına alan bu taleplerin üstten değil, alanlardan yükselmesini sağlayan, alanların özgünlüğünü ve özneleşmesini güçlendiren hamleler yaparsa, sol yeninden inisiyatif kazanabilir.