“Başka Bir Dünya Tahayyülünün İçerisinde Başka Bir Kooperatifçilik de Olmalı”

Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Kurucu Başkanı Abdullah Aysu İle, Türkiye tarımının durumunu, artan gıda fiyatlarını, kooperatiflerin dünü, bugünü ve geleceğini konuştuk.

Elyazmaları: . Türkiye ve dünyada çoklu bir kriz ortamından bahsetmek mümkün. Kriz kendisini farklı dolayımlarla muhtelif ülke ve bölgelerde farklı biçimlerde ifade ediyor. Türkiye’nin bu mevcut kriz ortamındaki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ve bu çoklu kriz tariflemesi içinde, çoğu zaman es geçilen, hatta söylenmeyen bir kriz dinamiği de aslında tarımsal kriz. Bu anlamıyla uzun yıllardır neoliberal dönüşüme maruz kalan -sizin deyiminizle “tahripten çöküşe”-  doğru giden bu süreci, bu çöküşü, Türkiye’deki tarımsal krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında söylediğiniz gibi esas itibariyle çoklu bir kriz var, bu krizler birbirini tetikliyor ve birbirini besliyor.

Bana sorduğunuz gıda krizi; aynı zamanda küresel iklim krizini de tetikliyor ve bundan etkileniyor, finansal krizi tetikliyor, bundan da etkileniyor. Ama bunları tetiklerken bunların sonucunda öz olarak baktığımız zaman; şirketler, çok uluslu yerli ve yabancı şirketleri ayırmadan bunlara baktığımız zaman bu krizden kazanç elde ediyorlar. İşin aslı bu. Dolayısıyla böyle bir kriz var.

Şimdi tarımdaki krizin esas olarak ilk başlangıcını 1973’lere çekmek mümkün.

1973-1979 arasında Japonya Tokyo’da 6 yıl süren bir toplantı yapıldı. Gümrük, Tarifeleri ve Ticaret Genel Hizmet Anlaşması (GATT) 

Bu toplantıda ilk kez tarımın serbest piyasa içine alınması ve neoliberal politikalara muhatap kılınması gündeme geldi. Fakat orada Türkiye dâhil bütün ülkeler bunu reddetti.

Ancak, Türkiye; 1980’de, 24 Ocak kararlarıyla bunu hayata geçirmek için düğmeye bastı. Fakat o dönemde ne tarımı serbest piyasa içine çekmek, ne de diğer demokratik hakları ortadan kaldırmak pek mümkün değildi. Toplumsal muhalefet güçleri oldukça güçlüydü ve bu gücünden dolayı da buna kalkışmak çok kolay bir iş değildi. Bunu fark eden egemen sınıflar, bir askeri darbe yaptılar. Bu askeri darbeyle bir yandan demokratik hakları ortadan kaldırırken diğer yandan da neoliberal politikaların önünü açan bir dizi işler yaptılar.

Tarım da bunlardan birisiydi. Zaten, 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal da 1983’te başbakan oldu. İlk el attığı konulardan birisi tarımdı.

Tarımı, serbest piyasa içine çekmek ve bunu yapabilmek için de, tarımla devletin bağını koparmak gerekirdi. Bununla ilgili olarak; öncelikle çiftçi ile devletin bağını kopartmak için girişimlerde bulundu. İlk önce Tarım bakanlığında altı tane genel müdürlüğü ortadan kaldırdı. Bu genel müdürlüklerin kaldırılması başlangıçta çok anlaşılmadı ama bugün yaşadığımız tüm sorunlardan, bu genel müdürlüklerin tarımla ilgili birçok konunun koruyucusu ve muhafaza edeni olduğunu sonradan fark ettik.

Neydi bunlar?

Türkiye’nin üç tarafı denizle çevrili ve su ürünleri genel müdürlüğü kaldırıldı. Aynı şekilde o dönemde hayvancılık bakanlığı kurulsun mu kurulmasın mı konusu tartışılıyordu. Derken, veteriner işleri genel müdürlüğü kaldırıldı. O dönemlerde yine bir hastalıkla ilgili tarım ilacı için başvurduğunuzda, mutlak suretle, tarım elemanlarının reçete yazması gerekiyordu, o reçete oranında ilaç satın alınabiliyordu. Bunu da sağlayan “zirai mücadele, karantina genel müdürlüğüydü. Bu ortadan kaldırıldı. Gelişigüzel, her yerde şekilde, şirketler ilaçlarını satmaya başladı.

Bu genel müdürlüklerden en önemlilerinden bir tanesi de toprak su genel müdürlüğüydü. Bu müdürlük esasında 1965-1971 yılları arasında Türkiye’nin tüm toprak haritasını çıkartmıştı. Birinci, ikinci sınıf topraklara dokunmak mümkün değildi.

Bu durum; meclisin yetkisinde dahi değildi. Bırakın hükümetin yetkisini, meclisin o konuda kanun çıkartma yetkisi bile yoktu. Böylesi bir şeyde toprak ve su genel müdürlüğü kaldırıldı ve toprak ve su sahipsiz kadı. Böyle de olunca; gelişigüzel birinci, ikinci tarım arazisi ayrımı yapmadan her tarafta bina yapıldı, bu alanlar yağmalandı ve hor kullanıldı. Sonuç itibariyle topraklar elden gitti.

Şu an en çok mustarip olduğumuz konulardan biri gıda sağlığı. O dönemde Türkiye’de gıda işleri genel müdürlüğü vardı ve bölgelerde laboratuarlar vardı. Çok sıkı denetimler olurdu ve sıkıntıya mahal olmazdı. Gıdaların sağlıklılığı mutlak suretle test edilir ve korunurdu. Bu genel müdürlüğü de kapattı. Şu anda ise başıboş şekilde bırakılan gıda sektörü yüzünden her türlü sıkıntıyı yaşamaktayız gıda ile ilgili. Bunu kapatınca ortalık açıldı.

Bu sefer; çiftçilere destek olan tarımsal KİT’leri ortadan kaldırmak için girişimde bulundu, fakat baktı ki bunu kaldırması kanunen mümkün değil. Bunun üzerine çıkardıkları bir yasayla sadece tarımsal KİT’leri değil, tüm KİT’lerin tamamının sonuna bir “A.Ş.” getirerek özelleştirdiler. KİT’leri anonim şirkete dönüştürerek özelleştirdiler. Öbür türlü özelleştirmeleri mümkün değildi.

Bu şekilde bir sürü özelleştirmeler yaptılar. Bunda şu çok önemli, bunu genellikle Türkiye’deki arkadaşlarımız atlıyor; tarımdaki kırılma noktalarının hepsinin olduğu dönemlerde sosyal demokratlar koalisyon ortağıydı.

Geçmişte üretimden pazarlamaya bir zincir vardı; siz zeytininizi veriyordunuz; zeytin, zeytinyağına dönüşüyordu, sonrasında satılıyordu. Dolayısıyla bu kooperatiflerin hepsi birer devdi. On yedi taneydi. Türkiye’nin ekonomisi bu omurgalar üzerine oturuyordu.

İlk özelleştirmeler; et balık kurumu, SEK, yan sanayide yapıldı. Bu dönemde bu özelleştirmeleri yapan DYP-SHP koalisyonuydu. Bu kurumlar özelleştirilmeden önce nüfusumuz 45 milyondu, hayvan sayımız 83 milyondu. Kişi başına aşağı yukarı 2 tane hayvan düşüyordu. Bu özelleştirmeler yapıldıktan sonra hızla hayvancılık çöktü. Şu anda bizim hayvan sayımız 50 milyonlarda seyrediyor, ama nüfusumuz 80 milyonu aştı. İki insana bir hayvan düşer duruma geldik. Bunun için de sürekli hayvan ve hayvansal ürünleri ithal eden bir duruma çekildik.

Daha sonra bir başka kırılma noktası; DSP, MHP, ANAP yönetimi döneminde on beş günde on beş tane yasa çıkarılacak diye, affınıza sığınarak söylüyorum,  “sapını bizden alan bir balta”, geldi Türkiye’ye bunu da yaptırdı. Bunun gizlisi saklısı yok; Kemal Derviş bunu yaptırdı. Bu dönemde tarıma ciddi bir darbe vuruldu. Tütün yasası çıkarıldı, Tekel özelleştirildi, arkasından şeker yasası çıkarıldı, şeker özelleştirildi. En önemli şeylerden birisi, tarım satış kooperatifleri birlikleri eğer var olmuş olsaydı; marketler böyle cirit atamazdı ve gıda, şirketlerin kontrolüne girmezdi.

Tarım satış kooperatifleri birlikleri ile ilgili 4572 sayılı bir kanun çıkarıldı. Bu kanunda Tarım satış kooperatifleri birliklerine “entegre tesislerinizi, sanayilerinizi anonim şirkete dönüştürüp özelleştireceksiniz ve aynı zamanda pazarlama ünitelerinizi de özelleştireceksiniz, anonim şirketlere dönüştüreceksiniz” dendi. Çiftçi kooperatifi, sadece ürün verecek, ondan sonrasına karışmayacak bir duruma getirildi.

Oysaki geçmişte üretimden pazarlamaya bir zincir vardı; siz zeytininizi veriyordunuz; zeytin, zeytinyağına dönüşüyordu, sonrasında satılıyordu. Dolayısıyla bu kooperatiflerin hepsi birer devdi. On yedi taneydi. Türkiye’nin ekonomisi bu omurgalar üzerine oturuyordu. O dönemde ne kadar şirket batıyorsa, devletin ne kadar ihtiyacı varsa, özel sektörün ne ihtiyacı varsa tamamı buradan karşılandı.

Nasıl buradan karşılandı? O zaman 3186 sayılı kooperatifler kanunu vardı. Bu kanun aslında vesayet altında kooperatifçiliği ön görüyordu. Bu ne anlama geliyor? Kooperatifin üyesi çiftçiler, aidat veren çiftçiler, yönetimi oluşturan çiftçiler fakat ticaret bakanlığından bir genel müdür atanıyordu. Bu genel müdür, ne kadar ürün alınacağına, alınan ürünlerin fiyatının ne olacağına, alınan ürünün ne kadar işleneceğine, işlendikten sonra kaça satılacağına ve elde edilen kazancın nerede kullanılacağına karar veriyordu. Yani devlet karar veriyordu. Dolayısıyla biz buna; vesayet altında kooperatifçilik diyoruz. Dünyada adı bu.

Çiftçilik ortadan kalkıyor, kölelik koşullarında işçiliğe dönüştürülüyor. Böyle bir sürece doğru taşınıyoruz. Durumumuz özetle bu.

Burada; özel sektöre sürekli kaynak aktarıldı. Kaynak nasıl aktarıldı? A şirketi batıyor diyelim. Bu kooperatifler o şirketten pay alıp şirketi yeniden diriltiyordu. Örneğin yeni Çeltek kömür ocağı battığında, ondan pay alındı. Bankalar battığında; Hisarbank, Öğretmenler Bankası battığında tüm bunlardan pay alan ve kurtaran sürekli bu kuruluşlar. Ve böyle dünya kadar iştirakleri vardı ve dolayısıyla bu iştirakler aracılığıyla sürekli batan şirketleri ayakta tutan, Türkiye ekonomisini, kapitalizmini de ayakta tutan bir kuruluşlardı.

Biz o dönemde çiftçiler olarak diyorduk ki “genel müdürlerimizi kendimiz seçelim ve burada elde edilen kazanç tekrar tarıma dönsün. Tarımın kendi sanayisini de oluşturarak bağımsız, özgür bir ülke oluşturalım.” Bunlar dediler ki, “hay hay”.

4572 sayılı kanunla birlikte bize dediler ki, “genel müdürlerinizi kendiniz belirleyin ama yeniden yapılandırma kurulları olacak.”  Bu kurullarla da az önce söylediğim entegre tesislerimizi, fabrikalarımızı, pazarlama ünitelerimizi elimizden aldılar. Onlar şirketlere geçti. Biz sadece ürün vermeyle ve elimizdeki ürünü satmayla sınırlandık. Bunun üzerine; Fiskobirlik, kayısı birlik ve diğerlerinde olduğu gibi birçok birliğimiz battı. Bunların batmasıyla omurgası kırıldığı için Türkiye ekonomisi de battı.

Türkiye, ekonomik olarak krize girdi, gıda olarak da kriz girdi, tarım olarak da krize girdi. Bütün bunların yerine çok uluslu; tarım, gıda ve ecza şirketleri geldi, yerleşti ve onlar şuanda Türkiye tarımını kontrolleri altına aldılar, ilerliyorlar. Kötü bir biçimde ilerliyorlar.

Şu anda seçim arifesindeyiz. Dolayısıyla böyle bir seçimler krizi de yaşandığı için, siyasi bir kriz ortamı da var. Bu kriz ortamından ötürü sıra ona gelmedi ama bu siyasi krizi bir biçimde engellemek pek mümkün olmayacak, kenara çektiklerinde bize dönecekler yüzlerini. Bize döndüklerinde çok kötü şeyler bekliyor olacak bizi.

Belki çoğu kişi bilmiyor, ama Tarım Bakanlığını şirketleştiriyorlar, özelleştiriyorlar. Bakanlığın kendisi özelleşiyor. Bu nasıl oluyor? Bir Semerat Holding diye bir holding oluşturuluyor. Bu holdinge, Tarım Bakanlığı; tüm kurum ve kuruluşlarıyla devrediliyor. Bunun ormanı, suyu her şeyiyle birlikte; Türkiye’nin tüm varlıkları devrediliyor bu şekilde şirkete.

Semerat Holding içerisinde kimler var? Pınar, Sütaş, unilever(yabancı), Migros(çok uluslu şirket) bu ve benzer birçok şirket var. En üstte holding, bir de bunların yanında kooperatifler ve birlikler var. Bu birliklerin yüzde elli hissesi yine Semerat Holdingte.

Dolayısıyla, tarım bakanlığı bünyesindeki ormanların, suların nasıl kontrol edileceğine, nasıl yönetileceğine holding karar verecek; barajların, suların, ne şekilde kullanılacağına, nasıl yönetileceğine bunlar karar verecek. Tüm bunlara özelleştirilmeden el konulmuş oluyor. Aynı şekilde ÇAYKUR, Toprak Mahsulleri Ofisi ve buna benzer, aklınıza gelebilecek ne kadar kurum ve kuruluş varsa; hepsi bu Semerat Holdinge devrediliyor.

Bunun en altında da balıkçılar, çiftçiler, ormancılar, köylüler var. Böyle bir yapı oluşuyor. Burada, çiftçilerin bu sisteme monte ediliş biçimleri ise “sözleşmeli üreticilik”.

İşin gıda bölümüne gelince, gıdayı oluşturmak ve kontrolle ilgili bölümünde de; yeni bir hal yasası çıkarılıyor. Bu hal yasasına göre 175 tane olan hal sayısı; 35’e düşürülüyor. Bu haller, belediyelerden alınarak şirketlere devrediliyor. Şirketlere devredilen haller, bildiğimiz hal olmayacak. Bu haller sadece yaş sebze meyve hali olmayacak. Kesme çiçeğinden tutun da bakliyatına kadar gıda ve tarım derinliğine sahip olan tüm ürünlerin pazarlandığı bir yer olacak.

Belki çoğu kişi bilmiyor, ama Tarım Bakanlığını şirketleştiriyorlar, özelleştiriyorlar. Bakanlığın kendisi özelleşiyor. Bu nasıl oluyor? Bir Semerat Holding diye bir holding oluşturuluyor. Bu holdinge, Tarım Bakanlığı; tüm kurum ve kuruluşlarıyla devrediliyor. Bunun ormanı, suyu her şeyiyle birlikte; Türkiye’nin tüm varlıkları devrediliyor bu şekilde şirkete.

Bu ürünler 30 elde toplanacak; yukardan aşağı marketlere ve evlere kadar bu şekilde yönetilecek. Ve bu da yetmeyecek. Bunların ithalatı da bu 30 şirketin elinde olacak. Böyle tamamen, Türkiye’nin dışına çıkarılan, meclisin dışına, hükümetin dışına, insanların iradesinin dışına, örgütlülüğün dışına çıkarılan bir gıda sistemi oluşuyor. Bu, tamamen yukardan aşağıya çok uluslu şirketlerin denetimine veriliyor.

Tabii bu, sadece gıda üzerinden değil; tarım, gıda ve ecza şirketleri yani ilaç firmaları dâhil, bunu sevk ve idare edecek. Çünkü sözleşmeli üreticiliğin mantığı şu: Siz A şirketi için ürün üretiyorsunuz. A şirketi diyor ki; bu dönemde ilaç yapacağız, bu dönemde gübre atacaksın,  bu dönemde toprağı süreceksin, şu dönemde de hasat yapacaksın. Bu dönemde ihtiyacın olan üretim girdilerini ben vereceğim.

Bu üretim girdilerini satacak bize aslında. Sattığı üretim girdilerinin ürünlerini hasattan sonra alacak, tek başına belirlediği bir fiyat üzerinden aldığı ürünün parasını, üretim girdilerinin ücretini kestikten sonra bize verecek. Bizle bu durumda çiftçi olmaktan çıkarılacağız ve tarla bekçisi olacağız.

Bu konuda Marx der ki “İşçiler sadece zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar değildir, üretim sürecinde söz ve karar sahibi olamayanlardır” der. Bu tarif üzerinden baktığımızda, çiftçilik ortadan kalkıyor, kölelik koşullarında işçiliğe dönüştürülüyor. Böyle bir sürece doğru taşınıyoruz. Durumumuz özetle bu.

El Yazmaları: Türkiye’deki tarımsal kriz ve tahribattan çöküşe nasıl gelindiği ile ilgili aslında tarihsel bilgiler de vermiş oldunuz.

Şimdi Türkiye’de büyük çerçeveden baktığımızda başlarken söylediğimiz gibi çoklu kriz dinamiği içerisindeyiz ve ekonomik kriz bugün Türkiye’de belirleyen durumda.

Özellikle emekçilerin yoksulların enflasyonun bu kadar yükselişinden ve indirilemeyişinden çok fazla etkilendikleri, temel gıda ihtiyaçlarına erişmekte sorun yaşadıkları bir süreç yaşıyoruz. Temel gıdalardaki enflasyon meselesi de gündelik yaşam açısından oldukça belirleyici. Bu anlamda AKP dönemindeki tarım politikaları ve mevcut enflasyon arasındaki bağ konusunda ne düşünüyorsunuz?

Anladığım kadarıyla bu fiyatların neden yüksek olduğunu soruyorsunuz.

Bunun iki tane temel nedeni var.

Birincisi üretim girdilerinin maliyeti sürekli artıyor. Bu artarken de bizim bir denetimimiz olamıyor, piyasaya regüle edecek hiçbir olanağımız yok. Ve biz en önemli üretim girdilerinden biri olan mazotu yüzde yüz dışarıdan alıyoruz. İlaçta yüzde 90, gübrede de yüzde 85 dışarıya bağımlıyız. Kalan yüze 15’in de hammaddesinde dışa bağımlıyız.

Mesela bu duruma baktığımızda sürekli artan, kontrolümüzde olmayan bir şey bu. Bir de ülkenin böyle siyasi kriz içerisinde sürekli çalkalanıyor olmasının da bir başka etkisi var. Çünkü sürekli döviz kurları oynuyor. Biz bu üretim girdilerinde dışa bağımlıyız. Dışa bağımlı olduğumuz üretim girdilerinde döviz kurları oynadıkça oda yükseliyor.

Çünkü dışarıdan dövizle satın alıyoruz bunları. Gübreye baktığımızda 2018 yılı içerisinde yüzde 114 civarında bir artış var. İlaçta yüzde 80 civarında bir artış var. Mazotta da yine yüzde 80-85 civarında bir artış söz konusu. Bu tabloya baktığımızda şimdi üretim girdileri pahalı.

İkincisi ürünün tarladan çıkışından tüketici ile buluştuğu noktaya kadar yedi tane ara istasyon var. Tüccar, çiftçiden ürünü alıyor, nakliyeciye veriyor. Oradan en yakın hale götürüyor. Kanun gereği haldeki tüccar alıyor bunu, sözgelimi Ankara haline gelmişse oradan da İstanbul’a gelecekse, İstanbul haline tekrar nakliyeci aracılığıyla İstanbul halindeki tüccara veriyor. Tüccar manava veriyor. Manavdan da tüketiciye gidiyor.

Bu süreçte her durakta bekleyen kendi kazancını ürünün üzerine koyuyor ve bu şekilde bir fiyat artışı oluyor. Ama aynı zamanda her durakta devlet üzerine vergisini koyuyor. Herhalde her uğramasında da haller komisyon payını alıyor. Şimdi böyle üst üste eklediğimizde bir liralık bir ürün tüketicinin mutfağına 6-7 gibi bir fiyatla geliyor. Bu sene en çok soğanı konuştuk, patatesi konuştuk, biberi konuştuk. Bir soğan üreticisi olarak ben şu an örnek verebilirim size. 6 TL 7, TL, 10 TL’ye kadar soğan tükettiniz. Ama biz soğanımızı satarken en pahalı satanlar bile 0,35 TL’ye sattı. Yani oradan pay biçebilirsiniz.

Sürekli mesafenin uzadığı, araya birçok durağın konulduğu ve bu duraklarda fiyat artışı söz konusu olduğunda, aradaki aracılar da kazanıyor, devlet de kazanıyor, belediye de kazanıyor. Bir de böyle bir üçlü saç ayağı var, ama belediyeninki aslında öyle çok fazla değil. Göstermelik bir “rüsum payı” denen bir şeyi alıyor. Oradaki hizmetleri bile karşılayamayacak bir şey. Bu arada aracılar ve devlet iyi para kazanıyor. Dolayısıyla bunu değiştirmeye devlet yanaşmıyor. Aracıların, ticaret odalarının baskısıyla değiştirmiyor. Ama bunu topyekûn ortadan kaldırıp tamamen şirkete verecekler ve fiyatın tamamen belirlenmesi ona ait olacak. Ondan sonra ne belediyeler denetleyebilecek, ne de devlet bu fiyatlara müdahale edebilecek. Yani bir şirket yatırım yapıyorsa, orada fiyatı o belirler. Her şeye karışır, devletin karışması mümkün değil. Zaten dünya ticaret örgütüne üye olmuş bir ülkenin, sözleşmelere imza atmış olan bir ülkenin, şirketlerin fiyat belirlemesine müdahale etme yetkisi yok. Kanun da çıkaramaz, yetkisi de yoktur. Dolayısıyla fiyatların artış nedeni bu.

El Yazmaları: Öte yandan şunu sormak istiyorum. İç içe geçmiş farklı kriz dinamikleri söz konusu, aynı oranda ekolojik tahribatın da söz konusu olduğu bir tablo var karşımızda. Ancak bunun karşısında bir de, çeşitli toplumsal dinamikler ve farklı arayışlar da olduğunu görüyoruz. Özellikle kooperatif deneyimleri giderek artıyor. Hatta yerel seçimlerde farklı modellerle karşımıza çıktıklarını görüyoruz. Aslında Türkiye’nin kendi tarihselliği açısından baktığımızda tarihinde de ciddi bir kooperatifçilik geleneği olan bir Türkiye var. Peki, o geleneğe ne oldu, ya da yeni kooperatifçilik deneyimlerini, arayışlarını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında sayısal olarak baktığımızda, Türkiye kooperatif konusunda enflasyon yaşayan bir ülke.

Kooperatifler var, ama çoğunluğu tabela. İşlemeyen tabela…

İşleyenler de öyle çok da piyasayı regüle edebilecek bir düzeyde değil.

Avrupa’da kooperatifler piyasayı yüzde 50-55 oranında regüle ediyorlar.

Yani bir markete gittiğinizde oradaki ürünlerin yüzde 50-55’i kooperatif ürünleri. Bizde böyle bir durum söz konusu değil. Bizim piyasadaki oranımıza baktığımızda yüzde 6-8 civarında. Çok düşük ve kayda değer olmayan bir oran. Dolayısıyla bizde kooperatif çok, ama bunlar fonksiyonu olmayan kooperatifler. Kimi kooperatifler vardır,  bu kooperatifler sisteme koltuk değneği olur, sistemi restore eder. Kimi kooperatif vardır, sisteme alternatif olur, sistemi değiştirir. Son dönemdeki arayışlar aslında sistem karşıtı. Bütün o melanetler, hal yasası, Tarım Bakanlığının şirketleşmesi, marketlerin oluşması gibi olguların karşısında. “Başka bir dünyayı nasıl var edebiliriz” arayışları var.

Şimdi bu çerçeveden baktığımızda kabul etmediğimiz ve benimsemediğimiz kooperatifçilikten söz edeyim biraz.

Kooperatif nedir?

Küçük güce sahip olanların, bir araya gelerek gücünü büyütüp büyükler karşısında bir direnç noktası oluşturması. Fakat bunu şöyle yaparsanız:  Bin kişi bir araya gelip de 50 kg 100 kg gübre almak yerine, kalkıp da 50 ton 500 ton gübre aldığınızda fabrikadan alırsınız.  Daha ucuza alırsınız. Orada elde ettiğiniz ürünleri topladığınızda 500 ton 1000 ton 10.000 ton olarak depolayabilirsiniz. Depolama gücüne sahipsiniz ve fiyatını yükselterek satabilirsiniz. Bu çiftçi için bir kazançtır. Kapitalizm için bir risk midir?  Hayır, biz yine o devranın içindeyiz, yine onun gübresini alıyoruz, tüketiyoruz, onun varlığını sürdürüyoruz.

Aynı şekilde yine o sömürü mekanizmasının içerisindeyiz. Dolayısıyla bu sistemi esasında onaran, ona güler yüzlü bir maske takan bir şey. Ve bununla da biz kendimizi rahatlatıyoruz, aldatıyoruz. Bunu bir şey sanıyoruz, ama biz başka bir dünya tahayyül ediyorsak bu başka dünya başka bir kooperatifçilik ile de mümkün.

Birincisi biz bağımsız olacağız ve dışarıdan üretim girdisi almayacağız. Kooperatif kendisi sağlayacak. Bunu nasıl sağlayacak? Hayvan gübresi kullanacak. Yeşil gübre kullanacak. Münavebe sistemini oluşturacak. Münavebe sisteminden kastım şu:  Geçen sene buğday ektiyseniz, bu yıl nohut, mercimek ekersiniz. Nohut, mercimek gübre sağlar toprağa. Nasıl sağlar? Havadaki azotu alır, sabitler toprağa. Böyle bir özelliği var. Dolayısıyla sizin dışarıdan zehir diye ifade ettiğiniz azotu almanız gerekmez. Bunu direk toprağa sağlarsanız, kompost yaparsınız, daha birçok değişik yöntemlerle sürekli toprağı var ederseniz ve toprağın kendi kendisini üretmesine de zemin sağlarsınız.

İkincisi bir başka ciddi üretim girdimiz nedir? İlaç.

Bu konuda da doğrudan el yapımı ilaçlar yapmak mümkün ve bunlar da çözüm olabiliyor. Mesela biz Çiftçi Sendikaları olarak kadınlara böyle eğitim vermeye başladık. Köylerde onlara kırmızı örümceğe karşı, yaprak bitine karşı, salyangoza karşı… Aklınıza gelebilen tüm böceklere ve hastalıklara karşı hangi ilacı ne şekilde yapacaklarına dair eğitim veriyoruz. Dolayısıyla burada siz onların gübresini almıyorsunuz, ilacını almıyorsunuz, büyük çiftçilik yapmayıp küçük aile çiftçiliği yaparak da mazot ve diğer enerji kullanımını en az da indiriyorsunuz. Ve dolayısıyla kendinizi onlardan ayırıyorsunuz ve onlarla şöyle bir rekabete giriyorsunuz: Bir, ürünlerini almıyorsunuz,  iki,  sağlıklı ürün üretiyorsunuz.  Bu ürettiğiniz sağlıklı ürünler de asla ve asla market fiyatını geçmiyor.

Toprak kendisini yeniden üretmeye başladığında, azami beş yıl sonra siz gene tekrar dekardan dört ton alabiliyorsunuz. Çünkü toprak kendisini yeniliyor. Bu durumda ekolojik olarak küresel iklim değişikliğini soğutuyorsunuz, toprağa koruyorsunuz, suyu kirletmiyorsunuz. Besin değeri bakımından zengin gıda üretiyorsunuz ve aynı zamanda ilaç kalıntısı yok, sağlık sorunu yok. Bir süre sonra da otomatikman verimlilik de yakalıyorsunuz. İnsanların aç kalmalarının, kıtlığın önüne geçiyorsunuz.

Hedefimiz bu. Başlangıç noktalarında market fiyatını geçiyor,  yüzde 10, yüzde 15 gibi. Bunun da temel nedeni kargo fiyatları, nakliye meselesi. Bir de kimyasallı üretimden kimyasalsız üretime geçtiğinizde verimlilik düşüyor. Örneğin soğanda bir dekardan dört ton soğan alıyorken kimyasalla, bu bir tona düşüyor. Şimdi Dediğim gibi 0,35 TL’den soğanı veriyorsunuz. Bunu siz 4 TL’den, 5 TL’den Migros fiyatından verdiğinizde, o zaman o aradaki verim kaybı fiyatını tolere ediyorsunuz, telafi ediyorsunuz.

Toprak kendisini yeniden üretmeye başladığında, azami beş yıl sonra siz gene tekrar dekardan dört ton alabiliyorsunuz. Çünkü toprak kendisini yeniliyor. Bu durumda ekolojik olarak küresel iklim değişikliğini soğutuyorsunuz, toprağa koruyorsunuz, suyu kirletmiyorsunuz. Besin değeri bakımından zengin gıda üretiyorsunuz ve aynı zamanda ilaç kalıntısı yok, sağlık sorunu yok. Bir süre sonra da otomatikman verimlilik de yakalıyorsunuz. İnsanların aç kalmalarının, kıtlığın önüne geçiyorsunuz.

Buna temaslı ve temassız sistem diyoruz. Temaslı sistem nedir? Temaslı sistem, biraz da bağımsızlıktan söz etmek için söylüyorum, şudur: Biz diyoruz ki tüketici kelimesi çok kötü bir kelime. Kentteki satın alıcılar, ürün alıp beslenen insanlar tercihlerini bizden yana kullansınlar, ürünlerini bizden alsınlar bizim o değişimimize katkı koysunlar ve kooperatif kursunlar.

Bu kooperatiflerini kurduklarında hiyerarşi olmamalı, iktidar olmamalı, tamamen eşit ve kolektif bir yönetim oluşturmadılar. Kolektif bir aklı inşa etmeliler. Bu kolektif aklı inşa edenler aynı şekilde üretici kooperatifleri ile buluşup onlarla birlikte nasıl üretileceğini görecekler,  taleplerinin ne olduğunu söyleyerek onlar da bir şey yapmalılar. Katılımcı sertifikacılık diye tabir ettiğimiz bir sertifikacılık var burada. Katılımcı sertifikacılık “sen ürünleri şöyle şöyle üretirsen, ben de senin bu ürettiğin ürünleri alacağım” diye karşılıklı bir akit. Arada şirket yok, başka kimse yok. Doğrudan temas ediyorsunuz ve biliyorsunuz ki bu zeytini Orhangazi’nin Yeniköy’ünden Fatma üretiyor. Bu kadar net. Kimin ürettiğini bilen, nasıl üretildiğini bilen şekilde.

Bunu yaptığımız için söylüyorum. Toplanıp bir otobüse binip, gün boyu gidip onlarla birlikte kalıyoruz ve çalışıyoruz. Bu süre içerisinde onların nasıl işlediklerini görüyoruz. Bu şekilde değişik bir sistem başladı. Aynı şekilde kırdakiler de üretim kooperatiflerini kuruyorlar. Üretim kooperatiflerinde söylediğim gibi kimyasal kullanmıyorlar.

Bunu nasıl garanti ediyoruz? Bunları birbirine müteselsil kefil yapıyoruz. Birinin ürünü bozuk çıkarsa, hepsi sorumlu oluyor. Dolayısıyla arada bir bunları alıp laboratuarda test ediyoruz. Ve aynı zamanda bunları zaten kooperatif denetliyor.

İsminin lekelenmesini istemiyor. Sonuç itibari ile bir bağımsızlık oluşturuyorsunuz. Oradan ayrışıyoruz ve toplumun en bağımsız özgür kesimi çiftçiler. Bunlar sabah sekiz akşam beşe mahkum değildir. 

Doğanın koşullarının gerektirdiği biçimlerde değerlendirirler zamanlarını.

Burada tüketicilerin de bu şekilde destek olarak bizim bağımsızlık ve özgürlüğümüzün elimizden alınmasına engel olsunlar, bizimle dayanışsınlar, biz de onlara sağlıklı gıda verelim. Onlar da ne yediklerini, yediklerinin nasıl üretildiğini bilsinler. Ve orada gıdadan itibaren bağımsızlaşmaya başlasınlar.

Oradan itibaren özgürlüğün ucundan tutup kendilerine doğru çekip oradan doğru bir yol alsınlar diyoruz. Dolayısıyla biz bunu çözüm olarak görüyoruz. Kendimizi dövmüyoruz. Bizim karşımıza dokuz metrelik bir duvar çıkardılar ama biz de on metrelik bir merdiven bulduk, ona karşı diğer tarafa geçiyoruz. Geçmeye de gayret ediyoruz. Bunun için de üreticilerle tüketiciler el ele veriyor ve el ele verdiği noktadan itibaren biz ona artık tüketici demiyoruz. Çünkü çok kötü bir kelime bu. Yarı üretici diyoruz, birlikte üretiyoruz. Kolektif bir üretime geçiyoruz.

El Yazmaları:  Sizin de konuşmanızda sürekli atıfta bulunduğunuz yeni bir toplum tahayyülü içerisinde tarım politikaları nasıl olmalı?

Tarım politikalarında kooperatifçiliğin esas olduğu ana nokta onun kolektif bir üretime bürünmesi gerekliliği.

Kolektif bir şeye büründüğünü bölünmesi gerektiği ve aynı zamanda kooperatifçilik aracılığıyla kentte ve kırlarda örgütlü toplum haline dönüştürmeye hizmet edecek bir sistem inşa etmeliyiz. Bunun üzerinden biz sanayimizi de geliştiririz, doğayla barışık zarar vermeyen.

İstihdam da sağlayabiliriz. Hepsini buralardan inşa etmek mümkün, çünkü biz böyle bir ülkeyiz. Yani böyle bir ülkeyken, bir başkasının çöpü, bir başkasının mantar sanayisi ile oyalanmak yerine kendi şeyimizi yapmak mümkün.

Ben size bu örneği vereyim şeker fabrikalarında, kimse bilmez, bilenler mutlaka bilir de, mesela üç tane fabrikamız var.

Şeker fabrikalarında bunlar ne yapar biliyor musunuz?  Bunlar fabrika yapar. Yani ağır sanayi dediğimiz, fabrika yapan fabrikalardır bunlar. Bunlar özelleşiyor şu an, bu fabrika yapan fabrikalar bugüne kadar yurtdışında dört tane anahtar teslim fabrika teslim etmişler. Özbekistan’da mı Türkmenistan’da mı çok emin değilim, birinde şu anda yaptığı bir fabrika var yüzde 50’sinden fazlasının da ortağı ve anahtar teslimi kendisi yapmıştır.

Dolayısıyla bütün bunları bu sistem içerisinde tarımı var edebilir ve sağlığımızı da koruyabiliriz, ekolojimizi de koruyabiliriz. Ve en önemlisi biz vicdanımızı temizleriz. Biz zehir diyoruz, insanlara bir kere zehir vermeyeceğiz. İnsanları zehirlemeyeceğiz. Ve eğer toplumu değiştirmek istiyorsak, toplumu ancak şöyle değiştirebiliriz: İnsanları ahlâklı insan haline getirmemiz halinde değiştirebiliriz. Ben zehirliyorsam, beni örgütlesen ne olur? İnsanları zehirleyen bir insanla devrim yapacağımızı mı sanıyoruz? Yani bu bölümü geçelim, bu şekilde biz devrimi de toplumu değiştirmeyi de beceremeyiz.

Yapamayız çünkü zihnimiz doğru değil. Zihniyetimiz yanlış, böyle bir gerçeklik var. Dolayısıyla bu kooperatiflerle birlikte kendimizi de değiştiririz.  Bu toplumu kötü yanlarından arındırıp temizleyip kırk kalıp sabunla yıkayıp, çıkıp ondan sonra toplumu değiştirebiliriz.