“Kolay Hedef” Hayvanlar

Kapitalizmin dayattığı yaşam biçimine göre gezegen üzerinde bulunan tüm kaynaklar insan ihtiyacını karşılamak üzere var olmaktadır. Bitkiler “temiz hava” için toprak ise “tarım” yapabilmek için var.

Hayvanlar ise türlerine göre farklılık gösteriyor. Bazıları en yakın arkadaşlarımız (kedi, köpek vb.) olarak görülürken bir kısmı ise endüstriyel alanın bir parçası halinde zulüm süreçlerine maruz kalıyor. İnek, tavuk vb. hayvanlardan bahsediyoruz. Bunlarla da sınırlı kalmıyor, kır veya kent alanlarında insan baskısına rağmen soyunu devam ettirebilen bazı hayvanlar ise av statüsünde, spor veya kültürel aktivite adı altında katlediliyor. Yani hayvanların hepsi aynı statüye ve haklara sahip değil.

Bu genel tablonun içindeki şiddet vakalarını; sosyal medya araçlarının güç kazanması, hayvan hakları savunucularının örgütlenme düzeyinin gelişimi ile birlikte daha yakından görebiliyor, refleks gösterebiliyoruz. Tabii bu refleksi gösteren farklı eğilimler mevcut. Kimisi hayvan özgürlükçü/vegan bir anlayışı benimserken kimisi hayvan hakları bağlamında ağırlıklı olarak kent hayvanlarını gözeten bir yol izliyor.

“Hayvanseverlik”

Eleştirel bir cepheden yaklaşırsak hayvanseverlik tanımı ve algısı epey yaygın. Bu bakış açısı maalesef hak temelli kazanım sürecine evrilmek yerine belli hayvanların korunması veya beslenmesi düzeyiyle sınırlı. Bu sınırlı alan tüm hayvanlara hak ve özgürlükler talep etme temeline doğru gelişip genişlemediği zaman dar bir alanda sıkışıp kalıyor. Sıkışma hali bütünlüklü bir bakış açısını, ekolojik, etik ve bilimsel bir perspektif geliştirmeyi engelliyor.

Hayvanlar, hisseden, duygu ve düşüncelere sahip olan, ortak özelliklere sahip canlılar olduğuna göre neden türler arasında bir ayrıştırmaya gidelim? Böyle olunca niyetten bağımsız olarak fiili bir kategorizasyona gitmiş oluyoruz. Bu da bizi türcülüğün sınırları içerisine itiyor. Oysa hayvanlar arasında tür ayrımı yapmadan yaşam haklarını ve özgürlüklerini tanıyan bir toplumsallaşmaya ihtiyacımız var.

Elbette hayvanlar ile kurduğumuz dostluk, sevgi duygularının biz insanlara duygusal anlamda iyi geldiğini reddetmek saçma olur. Özellikle kedi ve köpekler başta olmak üzere bazı hayvan türleri ile yaşam alanlarımız kesişim/etkileşim halinde. Bu etkileşimin sağlıklı olduğu alanlarda, yani hayvanlara şiddet veya esaret uygulanmayan yerlerde başta çocuklar olmak üzere topluluk içerisinde pozitif bir sürecin yaşandığını söyleyebiliriz. Hayvanlarla yan yana bir yaşam ve etkileşim, empati duygusunun gelişimine, eşitlikçi bir bakış açısının oluşmasına iyi bir zemin sağlar. Ancak bugün itibariyle yaşamın içinde filizlenen nefret ve şiddet olgusu bu zeminin oluşumunu zorlaştırıyor. Hayvanların kolay hedef haline geldiği, doğrudan fiziki şiddetin yaygınlaştığı bir süreç yaşıyoruz.

Şiddet Olgusu

Türkiye iç politikası üzerinden düşündüğümüzde şiddetin hem fiziksel hem de söylem boyutuyla yoğunlaştığını görüyoruz. Faşizmin kurumsallaşması yolunda atılan adımlar göçmen karşıtlığı, bekçilik statüsünün gelişimi, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı, sanat etkinliklerinin yasaklanması vb. süreçler ile sınırlı değil. Hayvanlara yönelik şiddet, yerinden etmeye yönelik politik ve fiziki hamleler artıyor. Kent hayatının uzun zamandır parçası olan köpekler “kolay hedef” olarak görülerek listenin başına yerleşiyor. Şiddetin yaşamın her alanına yayılması ve toplumun şok dalgalarıyla etki altına alınma çabası Türkiye’de yeni değil. Hatta süreklileşen, yaygınlaşan bir özellik kazandı diyebiliriz.

Hayvanlara karşı olan süreç ise, tam anlamıyla planlı programlı bir biçimde gerçekleşmiyor gibi görünse de iktidar güçlerinin tutumları, işletilen yasal süreçler, kimi zaman yapılan açıklamalar süreci belirliyor. Örneğin geçen yaz yaşanan orman yangınları sonrası Muğla, Antalya bölgesinin yeniden rehabilitasyonu için gerekli olan bölgenin tamamını kapsayan bir av yasağına ihtiyaç olduğu halde, oldukça küçük bir alanda av yasağı ilan edildi. Hatta öyle bir plan yapıldı ki, yangın nedeniyle çevre bölgelere kaçan hayvanların olduğu yerler av sahası ilan edilerek alevden kurtulan hayvanlar kurşunlara hedef oldu. Sokak hayvanları ile ilgili devlet kurumlarının alacağı tutum ise halkın tepkilerine, güç dengelerine göre belirleniyor.

“Tehlikeli Irk”

Geçtiğimiz yıl hayvanları koruma kanununda değişiklik yapılma sürecinde en çok tartışılan türlerin başında elbette köpekler geliyordu. Konunun bir ayağı başta pitbull terrier ırkı olmak üzere “yasak ırk” tanımına alınan 6 köpek türü ile ilgili. Gerekçe olarak bu 6 köpek türünün doğuştan şiddet eğilimli olduğu yönünde bir karar alınarak, listede bulunan ırkların belli bir süre içerisinde kısırlaştırılarak kayıt altına alınması zorunluluğu getirildi. Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından yapılan bu düzenlemenin sonucunda bu zorunluluğu yerine getirmeyen ve aynı zamanda para cezası ödemek istemeyen çok sayıda kişi, bakımından sorumlu olduğu köpeği sokağa veya ormana attı. Kısırlaştırma, yuvalandırma süreçleri ile ilgili ek süre isteyen hayvan hakları savunucularının talepleri kulak arkası edildi.

Sonuç olarak yasak ırk tanımına alınan çok sayıda hayvanın akıbeti belirsizleşti. Büyük çoğunluğu esaret altına alındı veya “uyutuldu”. Küçük bir kısmı ise onları dövüştürme amaçlı kullanmayacak olan insanların bulunduğu iyi bir yuva bulmuş oldu. Bu konu kendi başına epeyce uzun, bu köpeklerin üretilmesi, satış süreçleri ve köpek dövüşü bahis oyunları bu sürecin bir bütünü. Ayrıca köpek ırklarının doğuştan şiddet eğilimli olduklarına dair tespitle ile ilgili bilimsel, etik bir çalışmaya rastlamadık. Şimdilik böyle sınırlı tutalım.

”Başıboş Köpek Sorunu”

Sokakta yaşayan, kent sakini olarak tanımladığımız köpeklere karşı sistematik bir şiddet yönelimi var. Havrita isimli uygulamada yer işaretlemesi yapılarak sözde “saldırgan” olduğu belirtilen hayvanlar bir süredir hedef haline getiriliyor. Bu hedeflerin bazılarının zehirlendiğini veya farklı biçimlerde katledildiğini gördükten sonra toplumda yüksek düzeyde bir tepki oluştu. Hayvan hakları savunucuları başta olmak üzere sanatçıların da dâhil olmasıyla uygulamanın kapatılması yönünde güçlü bir mesaj verildi.

Öte yandan sokakta yaşayan köpeklerin tamamen toplatılması veya uyutulmasını açıktan savunan kitle Havrita uygulaması ortaya çıkmadan önce varlığını sürdürüyordu. Hayvan besleyenlere yönelik darp, tehdit ve doğrudan fiziki saldırılar ile yaşamını yitirenler oldu. Yani anlık gelişen tesadüfi bir şiddet olgusundan değil, dalga dalga büyüyen yaygınlaşan bir şiddet sürecinden bahsediyoruz. Şiddeti meşrulaştırmak için çok sayıda yalan, spekülatif haber paylaşımı yapılıyor ve çeşitli yüksek takipçili hesaplar ile bu içerikler yaygınlaştırılıyor. Göçmen, kadın, Lgbti+ düşmanlığı nasıl ki esas düşmanı gizleyerek halkın öfkesinin yanlış yere kanalize olmasına neden oluyorsa, hayvan düşmanlığı da benzer potansiyeli içeriyor. Esas düşmanın doğayı katleden, kentleri hem insan hem de hayvanlar için yaşanmaz hale getiren sermaye iktidarı olduğunu göstermek gerekir. Biz insanları, hayvanlara, doğanın tüm parçalarına karşı yabancılaştıran bu sürecin yarattığı metabolik çatlağı onarabilmek için şiddetin yöneldiği tüm dinamikleri kapsayan halkçı bir mücadele sürecine ihtiyacımız var.

Av Cinayettir

Yaban hayat alanlarına yönelik saldırılar ile ilgili bir ek yaparak yazıyı bitirelim. Bu yazı yazıldığı sırada Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından resmi gazetede yayımlanan bilgiye göre nesli tükenme tehlikesinde olan çok sayıda hayvan av listesine alındı. Avlanması yasaklı türlerin de bulunduğu liste epeyce uzun. 2020-2021 av sezonunda “av turizmi” kapsamında bin 835 hayvan katledilerek 26 milyon 857 bin TL gelir elde edildiği belirtiliyor. Bu sayının açıklanan veriden çok daha fazla olduğunu tahmin etmek zor değil.  Ağaçları kereste ticareti için bir kaynak olarak gören bakanlık, yaban hayvanlarını da potansiyel gelir kaynağı olarak görüyor elbette.

Doğaya yabancılaşma sürecimizin bir parçası da insan türü olarak hayvanları görme biçimlerimiz. Sistemin kusursuz devamlılığı için toplumun yeniden üretilme sürecinde inşa edilmek istenen bu biçim, hayvan düşmanlığını da içeriyor. Dolayısıyla toplumsal devrimi gerçekleştirmenin, başka bir yaşam mümkün sözünü büyütebilmenin bir boyutu da hayvan özgürlükçü politikayı geliştirmek.