“Tarladan Çatala” Gıda Krizi

Markete gittiğimizde raflarda Türkiye’de üretildiğini bildiğimiz, yerli gıda markalarını görüp satın alıyoruz. Fakat her nasılsa döviz kurları değiştiğinde fiyatlar da aynı oranda artıyor. Bu artış sadece yakıt, enerji maliyeti vb. sebeplerden mi yoksa ambalaj materyali gibi ithal olduğunu bildiğimiz kalemlerden mi kaynaklanıyor? Maalesef sadece bunlar değil. Peki neden?

Bugün marketten aldığımız ürünlerin içindeki ham maddelerin %60’ından fazlası ithal. Hazır gıda tüketmiyorum, hangisi ithal ham madde diye düşünebilirsiniz, fakat peynir üretiminde kullanılan enzimden tutalım da unun içinde topaklanma önleyici tuzlara kadar her şeyi ithal ediyoruz. Bu ham maddeler Çin, Avrupa, Hindistan gibi bölgelerden tonlarca geliyor. Üstelik Türkiye bu konuda oldukça geride, en basit ham maddeleri bile üretmek için herhangi bir yatırım yapmamış. AKP iktidarıyla birlikte bu durum çok daha kötüye gitmiş ve en eski üretim tesislerinden olan şeker fabrikaları bile yabancı sermayeyi korumak adına zarar ettiği gerekçesiyle kapatılmış. Hemen arkasından yabancı sermayeli glikoz şurubu üreticisi Türkiye’de üretim tesisleri kurmuş. 

İthalat ve özelleştirme politikasından son birkaç yıldaki ani döviz artışlarıyla çark edilse de endüstriyel ham madde konusunda yerli üretim emekleme aşamasına bile gelemedi. Uzun yıllardır bu ürünleri standart bir kalitede ve oturmuş bir maliyetle üreten yabancı firmalara karşı yerli ürünler, arttırılmış gümrük vergilerine rağmen ne fiyat ne de kalite anlamında rekabetçi. Dolayısıyla ithalat rakamları düşürül(e)müyor. 

İthalat neden bize zarar veriyor? Çünkü halkın alım gücü düştüğünde devlet tarıma ve çiftçiye destek olmak yerine daha fakir ülkelerde ucuza işçi çalıştırılarak üretilen görece ucuz ürünleri markete sokmaya başlıyor. Bu öyle bir hal alıyor ki burada üretim yapmak çiftçiye zarar ettirmeye başlıyor, yani dışa bağımlı hale geliyoruz. Diğer taraftan bu ürünleri üreten işçiler, kendi ürettiklerini alamayanlara, üretimin yapıldığı yerler ise ekolojik anlamda sömürülen bölgelere dönüşüyor. İthal edilen ürünlerin taşınması, paketlenmesi, ilaçlanması gibi zararlı sarflar da cabası… 

Türkiye, topraklarında oldukça fazla çeşitte ürün üretebilme kapasitesine sahip bir ülke. Fakat bu avantajı kullanamıyoruz. Örneğin endüstriyel üretimde katma değerli bir ürün olan pahalı bir ham maddeyi, pektini ele alalım. Kilogramı 20-30 Euro aralığında değişen bu ürün; reçel, şekerleme, lokum gibi ürünlerde kullanılıyor ve meyve kabuğundan elde ediliyor. Geleneksel olarak Anadolu’da da kullanılan ve en kaliteli versiyonu narenciye kabuğundan elde edilen bu ürün Türkiye’ye ithal olarak geliyor. Ürettiğimiz narenciye ürünleri eğer ihraç olmaz ya da yerel pazarda satılmazsa kabuklarıyla birlikte çöpe gidiyor. Çünkü ürettiğimiz ürünleri katma değerli hale getiremiyoruz. 

Katma değerli ürünleri bir kenara koyalım. En temel besinlerimize gelelim: bakliyat, un, şeker… Türkiye 1990’larda okullarda yerli malı haftası kutlayan, mahsul fazlası boşa gitmesin diye mercimek köftesi tariflerinin bulunduğu “kendi kendine yetebilen” bir ülke konumundan bugün buğdayı bile ithal eden bir ülke konumuna geldi. Yerli üreticinin korunmaması bir yana, markette yerli meyve, sebze bulmak imkansızlaştı.

Organik tarımın hem sağlık hem de çevre için önemi giderek artarken bizler en uzak ülkelerden bozulmadan gelmesi için ilaçlanan meyve sebzeleri yemeye başladık. İlaçsız veya organik tarım yapan çok az sayıdaki yerli üretici ise kaliteli ürünlerini ihracat yaparak satmak istiyor çünkü iç piyasada satamayacağı kadar pahalıya mal oluyor. Şanslıysak(!) bazen ihracattan dönen, yüksek miktarda toksin ya da tarım ilacı kalıntısı içeren zehirli ürünlerimizden yiyebiliyoruz, ya da bize yediriliyor mu demeli…

Kısacası, küreselleşen dünyada verimli topraklarımızın ürünleri zenginlerin sofrasına giderken, kendi üretimimiz de daha yoksul ülkelerin sömürüsüyle rekabet edemeyerek bitiriliyor.

Bizler bu sistem içinde hem sömürülüyor hem de sömürmek zorunda bırakılıyoruz. En temel gıda ürünlerinin bile ithal edildiği bir zamanda, dövize karşı giderek değersizleşen paramızla hayatta kalmaya çalışıyoruz. Fakat hayatta kalmaktan daha fazlasını istiyoruz, yapabiliriz de. İşte bu yüzden bu düzeni değiştirmeliyiz. Hem kendimiz hem bütün dünya halkları hem de ekolojik kaygısı olmadan yaşamaya hakkı olan gelecek nesiller için.