Orta Doğu’nun “Savaşı”

Kendini ve şiddetini küresel zeminde ortaya koyan kriz hâli, çeşitli biçimlerde ve mekânlarda vukû bulmaya devam ediyor. Son yıllarda, ekonomi alanındaki krizle arasını açarak sahneyi büyük oranda kaplamaya başlayan hegemonya alanındaki kriz, Filistin meselesi üzerinden gündemdeki ve zirvedeki yerini koruyor. Yerel, bölgesel ve küresel çapta yaşanan ve kimi zaman şiddetlerinin boyutları yaşanılan yerin çapını aşan krizler, hegemonya krizinin büyümesini sağlıyor. Filistin’de yaşananlar da hegemonya krizini Orta Doğu’dan yani bölgeselden küreseli etkileyerek besliyor. Bölgenin küreseldeki krizden etkilendiğinden daha çok onu etkilediğine işaret eden bu durum, bölgesel güçlere inisiyatif ve güç kazanmanın yanı sıra küresel güçleri etkileme şansını da tanıyor. Ve bu da bölgesel güçleri, bölgedeki kriz hâlinden olabildiğince yararlanmaları için hızlı ve atak olmaya itiyor. 

İsrail Savaş İstiyor  

Batı emperyalizminin ileri karakolu olarak kurulan İsrail devleti, Suriye’deki savaşın şiddetinin azalması ve bölge ülkeleri arasındaki gerilimleri kısmen dindiren görüşmeler sonucunda bölgedeki belirleyici güç olma niteliğinde kayıplar yaşadı. Bu kaybı azaltmak için uyguladığı şiddet politikalarını son iki yıldır artıran İsrail’in, şiddetine boyun eğmeyen Filistin halkından hak ettiği cevabı alması sonucunda yaşadığı güç kaybının büyüklüğü gözler önüne serildi.  

İsrail, güç kaybının üstünü örtmek için en iyi bildiği yoldan giderek sivilleri açıkça hedef almaktan çekinmiyor. Ki hastanenin vurulması ve Gazze’deki ölü sayısının 7 bini aşması İsrail’in soykırım yaparak etnik temizliğe giriştiğini açıkça gösteriyor.  

İsrail’in Filistin halkına yönelik bu saldırılarının ardında birden çok hesap yatıyor. Hesapların önceliği ise içe yönelik.

Sönümlenmeye başlamış olsa da Netenyahu’nun yolsuzluklarına yönelik uzun bir süredir gerçekleşen protestoların varlığı ve Netenyahu’nun ırkçı güçlerle koalisyon kurmasıyla faşizmi inşa çabalarının devlet kurumlarına sıçraması ülkedeki çatlakları büyütmekteydi. Saldırılar içerideki çatırdamaları bir süreliğine engelledi. Fakat sayıları az olsa da İsrail’in saldırılarına ciddi tepki gösteren ve Filistinlilerle barış içinde yaşamak isteyen Yahudilerin varlığı ile ordu ve hükümet arasındaki tartışmalar, savaş ateşi büyüdüğü taktirde çatlakların daha da derinleşmesine neden olabilir. 

Saldırıların ardındaki bir diğer hesap ise Filistinlilerden tamamen kurtulmak. Küresel zemine sıçrayan savaş ateşinin fırsatından yararlanmak isteyen İsrail, Gazze’dekileri Mısır’a ve Batı Şeria’dakileri de Ürdün’e sürmeyi planlıyor. İsrail, ABD’nin gücünü tamamen arkasına almanın getirdiği güvenle bu hedefe kitlense de önünde ciddi engeller bulunuyor.  

Öncelikle İsrail’in bu girişimi savaşı bölgeye yayma potansiyelini taşıyor, ki İsrail de askeri gücünü kullanıp bölgede tekrar hegemon olmak için bu potansiyeli gerçeğe dönüştürmeyi istiyor. Fakat Çin’i kuşatmaya odaklanmış olan ABD, dikkatini ve gücünü dağıtacak bölgesel bir savaşı arzulamıyor. Bu nedenle İsrail’den, İran ya da Hizbullah’ın savaşa dahil olmasına sebep olacak hamlelerden uzak durmasını istiyor.

Nitekim Irak ve Suriye’de ABD üslerine yönelik saldırı girişimleri Washington’un kaygısını doğruluyor. Ayrıca kara harekatının da çatışmaları başka yerlere sıçratma potansiyeline sahip olması ABD’nin İsrail’i bombalamalarla sınırlı kalmaya ve Filistinlileri orta vadede ortadan kaldıracak bir şekilde “sabırlı” davranmaya davet etmesine neden oluyor. Bu noktada gelişmelerin yönünü belirlemede ABD ve İsrail kadar bölge ülkeleri ile İran’ın sergileyeceği tavrın da etkisi olacak. 

İran “Beklemede” 

İsrail ve ABD’nin baş hedefi olan Tahran, bütün ithamlara rağmen İsrail’e yönelik saldırıların “arkasında” olmadığını ısrarla belirtti. Bu ısrarını İslami Cihad’dan Hamas’a ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne kadar farklı Filistinli örgütlere verdiği desteğinde de sergileyen İran’ın “dolaylı” da olsa faillikten çekinmesinde “stratejik” davranma çabasının payı büyük. 

Kendisini korumayı esas alan ve bunla bağlantılı olarak bölgedeki krizlerin yarattığı “fırsatlardan” yararlanmayı amaçlayan stratejisiyle İran, Orta Doğu’nun birçok noktasına nüfuz etti. Bir süredir bu nüfuzunu sindirmeye ve konsolide etmeye çalışan İran, yeni nüfuz alanlarını yokluyor. Gerek kadınların gerekse yoksulların isyanının son iki yılda gösterdiği üzere ülke içerisindeki çatlakların ortaya çıkması da İran’ı bu alanlara girmekten çok buraları “yoklamasına” neden oluyor. Diğer taraftan küresel güneyin desteğini alması, Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirmiş olması, tecrite karşın AB’de İran’la ekonomik ilişki kurmak isteyenlerin seslerinin yükselmesi de Tahran’ı “sabırla” hareket etmenin “akıllıca” olacağına ikna ediyor. 

İran halihazırda Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Yemen’den koordineli bir şekilde ABD’nin üslerine saldırabilme imkanına sahip ve geçtiğimiz günlerde Irak ve Suriye’de birçok ABD üssünü hedef alan birçok saldırı gerçekleştirilen gruplarla irtibat halinde. ABD ve İsrail’in böyle bir İran’a saldırmak gibi bir  “hatayı” yapmayacağını düşünen Tahran da ateşe benzin dökme zamanının gelmediğinin farkında.

ABD’nin Suriye’de İran’a ait noktaları vurması da Tahran’ın farkındalığını artırıyor. Bunlara İran’ın petrol sevkiyatı açısından kritik öneme sahip Hürmüz Boğazı’ndaki egemenliği de eklendiğinde Tahran’ın elinin güçlü olduğu görülüyor.

Dolayısıyla güçlerini stratejik ve verimli kullanmaya odaklanmış olan İran bir taraftan başta Filistin örgütler olmak üzere bölgedeki diğer örgütler aracılığıyla yoklamalarda bulunurken diğer yandan da savaşın kıvılcımını başka yerlerde yakarak ateşin kendisine düşmemesine yönelik çabalarını sürdürecektir. 

Suudiler ve Temcit Pilavı 

Hegemonya krizinin derinleşmiş olması, ABD ve İsrail’in bölgedeki müttefiklerinin alışıldık ve “zorunlu” politikaları izlemekten imtina etmelerine olanak sağlıyor. Son dönemde Suudilerin ve BAE’nin Çin ile ilişkilerini geliştirip İran’la görüşmeye başlaması, Türkiye ve Mısır’ın Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi gibi gelişmeler ABD’nin ve dolayısıyla İsrail’in bölgedeki etkisine önemli oranda zarar veriyor. Zararın giderilmesi için de bu “müttefikleri” eski rotalarına döndürmek oldukça elzem. 

Bu “müttefiklerin” başında ise Suudiler geliyor. Son dönemde Çin ve Rusya ile ilişkilerini geliştiren Suudileri kaybetmek istemeyen ABD, bir taraftan Riyad’ın Abraham Anlaşmaları’nı sürdürmesini isterken diğer taraftan IMEC projesinde ona önemli bir rol sunarak paye veriyor.

Riyad verilen bu değerden memnun olmakla birlikte diğer zeminlerdeki gelişmeler “kafasını karıştırıyor”. Petrole bağımlılığı azaltma politikası doğrultusunda reformlar gerçekleştiren, bölgedeki nüfuzu artan ve böylece özerkliği tadan Suudiler temcit pilavına dönmek istemiyor.

Filistinli örgütlerin saldırılarının arka planındaki bir amacın da Suudilerin ve diğer Arap ülkelerinin İsrail’i resmen tanımalarını engellemek olduğu hesaba katılırsa temcit pilavına dönüşün Suudiler için zor olduğu görülüyor. Gerek ABD ve İsrail’in baskın askeri gücü gerekse Çin ve Rusya’nın bölgedeki varlığının sınırlı olması Suudileri pilavdan birkaç kaşık almaya zorlayabilir. Fakat hegemonya krizi dolayımında gerçekleşecek gelişmeler Suudilerin tabağı bitirmeden masadan kalkmalarını da sağlayabilir. 

Suudilerin kaderini başta BAE ve Mısır olmak üzere bölge ülkelerinin birçoğu da paylaşıyor. Rusya ve Çin’in bölgedeki adımlarına heyecanlı yaklaşılsa da Kahire’deki Gazze Zirvesi’nde İsrail’in protesto bile edilmediği göz önüne alınırsa ABD ve İsrail’in “gücünün” etkileyici olduğu ortada. Fakat hegemonya krizinin küresel güçlere bölgeye nüfuz etme ve güç kazanma zorunluluğunu dayatması iki ülkenin etkileyiciliğini sınırlandırabilir. Ve sınırlanmaya yönelik hamleler gerçekleştiği taktirde yaşanacak gelişmelerin, kapitalizmin ve emperyalizmin halklara sunduğu tarihsel gerçeklikler açısından bakacak olursak, pek hayra alamet olmayacağı görülüyor.