Deprem Günlükleri

El Yazmaları’nın Notu: 6 Şubat’ta Maraş merkezli gerçekleşen depremlerin ardından deprem bölgesinde sosyalistlerin oluşturduğu koordinasyon merkezlerinde depremzede halkın acil ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla çok önemli inisiyatifler geliştirildi. Bu koordinasyon noktalarından birisi olan ve Toplumsal Özgürlük Partisi tarafından Hatay/Defne’de kurulan Armutlu Semt Pazarı Koordinasyon Noktası’nda gönüllü çalışmalar yürüten Eser Tura’nın deprem izlenimlerini kaleme aldığı güncesini okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Birinci gün; 6 Şubat Pazartesi

Olağan bir pazartesi sabahına başlamıştık. Uyanış, kahve, kapının önündeki ilk sigara derken ilk telefon karıştırmamla gördüm ilk haberini. Telefonumda gördüğüm ya da yolda sokakta duyduğum her deprem haberiyle irkilirim. İzmit ve Düzce depremlerini yaşamış, hissetmiş olan çoğumuz gibi. İlk anda, ilk saatlerde hep bölük pörçük bilgiler gelir, kırıntı kırıntı bakarsın ne olduğuna. Öğrendiğim şey büyük bir deprem olduğu ve bu depremle Kahramanmaraş ve etrafındaki illerin çoğunun zarar gördüğü olmuştu. İlk anda çoğumuz gibi şiddet hakkında bir kanaate varamayıp gene çoğumuz hatta muhtemelen ülkeyi yönetenlerimizin çoğu gibi pek de kavrayamamıştım depremin şiddetini. Azize’yi uyandırdım, deprem dedim, şöyle bir toparlanıp etrafına bakındı bir yerin yıkılmadığını da görünce biraz da şaşkın, ne olduğunu anlamaya çalıştı. Haberleri açtık, bilgiler hala muğlak.

Kendimize gelir gelmez bir iki battaniye, Ömür’e hiç olmayan giyilmemiş elbiseler ve tulumlar toparlayıp poşetledik hemen. Saat sabah 11 gibi sokağa çıktık elimizde poşetlerle.  Komşumuz Tamer’in WhatsApp sokak grubundan yaptığı çağrıyı görmüş, malzemeleri TÖP (Toplumsal Özgürlük Partisi) aracılığıyla deprem bölgesine göndermeye karar vermiştik. Bu arada (Benzer kriz durumlarında Azize’yle aramızda konuşmasak bile ortak bir tavır ve refleks vardır.) karavanlarımızın boşta olduğu bilgisiyle bahariyedeki TÖP binasına gittik. Malzemeleri teslim ederken de Tamer’le sohbetin bir yerinde karavanların durumundan ve bizim müsait olduğumuzdan bahsettik. Ardından inanılmaz hızlı bir şekilde evde eşya hazırlamaya başlarken bulduk kendimizi. Kızımız Ömür’ü Ankara’ya bırakmak için gerekli ayarlamaları yaptık, sonra uzun bir yolculuk olacağı için biraz uyudum.

Bu arada Antakya’da da yıkımın oldukça şiddetli olduğu ve bizim kafile halinde Antakya’ya gideceğimiz belli oldu. Marketlerden oldukça yüklü çorbalık-yemeklik malzeme alışverişi yaptık. Bir tane büyük çorba kazanı bir iki büyük tüp ve bolca plastik tabak kaşık vs. alarak gece bir tır ve iki karavan konvoy halinde yola çıktık. Karavanımızda Azize, Nazım (fotoğrafçı), Kemal (Reuters) ve Ankara’ya kadar Ömür Deniz vardı.  

İkinci gün; 7 Şubat Salı

Gece başlayan yolculuk hava muhalefetinden dolayı oldukça zor geçmekteydi, sürekli tipi, yoğun kar yağışı her yol kenarı istasyonunda aracımızda olmayan zinciri arayışımız vs. derken bir şekilde Ankara’ya ulaştık. Ömür’ü bırakıp yola devam ettik. Tırımıza, Ankara’dan birkaç palet su ve bolca konserve alarak aracın boş kalan yerlerini doldurduk. Konvoy halinde gitmek zaten zor olan ulaşımı daha da zorlaştırıyordu. Aksaray’a ulaştığımızda benim de memleketim olması sebebiyle daha önceden örgütlediğimiz toplu ekmek alımını (700-800 adet) buradan yaparak yolculuğumuzun Adana ile başlayan deprem bölgesi kısmına geçmiş olduk. Bu sırada telefonlarımıza sürekli olarak mesajlar, uyarılar gelmekteydi. “Antakya’ya sivillerin girmesi yasaklandı, sizi almayacaklar dikkat edin aman n’olur” gibi mesajlar. Biz de aslında bu konuda bayağı gerilmiş olsak da daha önceki hükümetlerin deprem refleksleri konusundaki deneyimlerimizden (Nazım ve ben sanırım bu konuda İzmit ve Düzce depremlerinden dolayı oldukça deneyimliyiz.) başımıza bir şey gelmeyeceğinden emin bir şekilde ilerliyorduk. Gene de konvoyu ayırdık, en öne biz geçtik. 20 dakika arkamızdan da yardım tırı ve artçı olarak diğer aracı belirledik.

Bizim karavanı Adana dolaylarında son kez yol istasyonunda durdurduğumuzda tüm arkadaşlarla son kez tuvalete uğradık, oldukça da uzun kaldık. Zira önümüzdeki günlerde pek bulamayacağımız bir konfor olacaktı tuvalet. Çok temel, çok basit bir insani ihtiyacın ne zor giderildiğini, temel bir tuvalet meselesi talebinin bile ne zor karşılandığını bizzat yaşayacaktık.  İskenderun’dan geçtiğimiz gece saatlerinde daha sonradan İBB İtfaiyesinin söndürebildiği liman hâlâ yanmaktaydı. Belen geçidinden indik ve yavaş yavaş Antakya’ya girdik. Girişte ne bir kontrol ne bir çevirme yaşadık ancak giriş ve çıkışta oldukça yoğun bir araç trafiği bulunmaktaydı.

Antakya girişi düzlüğünde yüzlerce iş makinasını sıralı park halinde gördüğümü unutmuyorum mesela. Zira iş makinesinin en lazım şeylerden biri olduğu apaçık ortadaydı. Evet, bir şekilde iş makinesini kapan Antakya’ya doğru yola çıkmıştı ama sanırım operatör listelerini hatırlarsınız. Hiçbir iş makinesini kullanacak operatör bulunamamış, hiç kimse bu mesele ile ilgili görevlendirilememişti. O araçlar günlerce o yol kenarında yattılar. Antakya buluşma noktasına (çevre yolu Dağlı Market) ulaştık ve diğer araçları beklemeye başladık. Gece geç saatlerdi, her yer karanlıktı ve sanırım distopik bir filmin mesela Walking Dead’in bir bölümünü yaşıyorduk. Karanlığın içinde bir yerlerde bazen bir kımıldama oluyor, korkmuş, kaygılı gözler beliriyor sonra aniden kayboluyorlardı.

Diğer araçlar bir türlü gelmiyor, o araçlara da baz istasyonu aracılığıyla ulaşım olmadığı için hiçbir şekilde ulaşamıyorduk.  Uzun bir süre bekledikten sonra arkadaşlar geldiler. Yolda Antakya girişi Küçükdalyan’da bazı depremzedeler tarafından durdurulmuşlar, sularını ve battaniyelerini o depremzedelerle paylaşmak zorunda kalmışlar. Yol kesme olayı önce el koyma gibi başlasa da hikâyenin sonunda birbirlerine sarılarak ve ağlaşarak devam edebilmişlerdi buluşma noktamıza doğru. Dağlı Market’in önünde tırda bulunan malzemelerin bir kısmını karavanlara aktararak tırın içeriğinin bir kısmını da Samandağ’a ileterek iki karavan Antakya içine doğru yol aldık. Önümüzde bir arazi aracı bize öncülük ediyor, ardından iki karavan yıkıntıların ve molozların, yollara doğru eğilmiş düştü düşecek binaların altından Armutlu Mahallesi’ne doğru ilerliyorduk. Oldukça zor bir yolculuk sona ulaşmıştı. Geceydi, yolculuğumuz 26 saat sürmüştü ama sonunda Antakya Armutlu Semt Pazarı’na ulaşabilmiştik.

Üçüncü gün; 8 Şubat Çarşamba

Pazar yerindeki manzara: Öbek öbek insanlar, ateşler yakmış ısınmaya çalışıyorlar, herkesin gözünde derin bir kaygı ve korku… Herkes etrafındaki binalarından ve ailelerinden (varsa) geriye kalanlarına bakmaktaydı. Gece saat 2-3 civarıydı. O sırada TÖP Antakya ve civar şehirlerden gelen 15 civarı partili ve Konya’nın bir belediyesinin (Meram) gönüllüleri vardı alanda. Çorba hazırlamışlardı. Ancak “Saat geç oldu, şimdi dağıtamıyoruz insanlar uyuyor. Birçoğu da tok. Artanı size bırakıyoruz, sabah siz dağıtırsınız.” diyerek başka bir yere gittiler.

İki karavanı pazar yerinin arkasına pek de emniyetli olmayan bir şekilde park ederek (arkamız dereydi ve heyelan sonucu bulunduğumuz zeminin bir kısmı kaymış bir kısmı da kayma eğilimi göstermekteydi.) İlk gün ışıklarıyla ilk çorbamızı ocağa koyduk, çorba pişerken insanlar karavanın önünde çoktan kuyruk olmuşlardı bile. İlk sıradakilerin “Kaynamasına gerek yok, biraz ısınsın bize yeter” demelerinin ardından depremden sonra yaklaşık üç bin kişiyle sanırım ilk sıcak çorbamızı paylaşabilmiştik. Etraftan sandalyeler, yıkılmış kafelerden çalışma tezgâhları, buzdolapları bulup servis ve dağıtım alanımızı düzenledik. Bu sırada ekibimizin bir diğer kısmı ise yalınayak enkazdan çıkanlara çorap, pijamalılara kazak pantolon; bebeklere ısıtacak herhangi bir şeyler vermeye çalışıyorlardı.

Günün ilerleyen saatlerinde pazar yerindeki gönüllü sayımız oldukça artmış, İstanbul’dan koşup gelen kişi sayımız çoğalmıştı. Bu sırada gündüz gözüyle bölgeyi ilk kez görüyor ve yaşadığımız yıkımın şiddetini yeni yeni kavrıyorduk. Her yer enkaz ve enkazlarda depremzedelerden başka kimse yoktu. Herkes kendi enkazıyla, kendi beton bloklarıyla kendi imkânları çerçevesinde uğraşıyor ve herkes kendi dilinde, kimi zaman Arapça kimi zaman Türkçe sessiz bir ağıt okuyordu. Sanırım istem dışı ağlama denen şeyi o sırada tanıdık çoğumuz. İlk arama kurtarma ekipmanlarımız bize ulaştığı zaman (ki profesyonel bir arama kurtarma deneyimimiz olmadığından planlarımızın hiçbir yerinde arama kurtarma faaliyeti yapmak yoktu) çaresizlik ve bizden başka kimse olmamasından kaynaklı arama kurtarma çalışmaları yapmaya karar verdik. Bu arada ekibimizin diğer gönüllüleri ya yemek pişirip dağıtıyor ya da dağınık gelen elbise ve battaniyeleri düzenleyip insanlara dağıtmaya çalışıyorlardı.

Bir minibüse binerek elimizdeki ilk teyitli adrese Emek Mahallesi’ndeki bir apartmana (6 katlı Emek Apartmanı) doğru yola çıktık. Bu arada gece olmuştu, binayı bulduk jeneratörü kurduk ve tost olmuş binaya en tepe çatı noktasından gerekli ön bilgiyi alarak girdik. Yaklaşık dört saat süren çalışmamız sonunda bir cenazeye ulaştık ve gece saat 3 gibi binada çalışmamıza ara verdik.

Armutlu pazarına dinlenmek için geldiğimizde daha çayımızı bile içmeden bir teyze bizi kolumuzdan tutarak kendi binalarına götürdü (5 katlı Galioğlu Apartmanı). Binada ses alınmış, daire sahipleri kendi imkânlarıyla arama kurtarma çalışmalarına başlamışlardı. Ekip olarak gene çatıdan binaya girdik ve 1 metre çapında dikine tünelle çatıdan zemin katta bulunanlara ulaşmak için çalışmaya başladık.

Sabaha karşı 4 gibi yan duvarın beton bloğu altında kalmış olan ilk cenazemizi tespit ettik. Doğan’ın  pijamasından  Ada olduğunu tanıdığı cenazemizi çıkartmak için çalışmalara başlamışken hemen soldan gelen sese yöneldik ve evin köpeği Murphy’le ilk görsel temasımızı kurduk. Onun çıkabileceği kadar bir alan açıp gel dedim Murphy’e. Gelmedi. Enkaz altında zaman sanırım farklı işliyor. Bana göre saatler boyu Murphy’e yalvardım, yalvardık. Ama sahipleri Ada ve Güneş’i sanırım yalnız bırakmak istemediği için gelmedi.

Bu arada avucumdan (zira sadece kolumu uzatabileceğim kadar bir açıklık vardı) iki kutu ton balığı yemeyi ve bir ufak suyu da içmeyi ihmal etmedi.  Saat sabaha karşı 5’e doğru hepimiz fiziken tükenmiş biraz dinlenmek için alana dönüyorduk, evet o videolarda gördüğünüz şeyler kurgu değil. Yollarda, kaldırımlarda battaniyelere, çarşaflara sarılmış cesetler taşınmayı bekliyor, kimisi sahipli kimisi sahipsiz onlarca cenaze dizili duruyordu sağda solda.

İnsanlar bizi bırakmıyor, “N’olur enkazda çalışmaya devam edin” diyerek feryat ediyorlardı. Ama nasıl anlatılır, beynimiz bilincimiz çalışmak istiyor ancak ellerimiz tutmuyor, soğuktan dişlerimiz kenetleniyordu. Koluma yapışan teyzeye yemin billah sabah 7 ‘de buradayım diyerek iki gündür ilk kez karavana girebildim ve iki saat uyuyabildim. İki saatin sonuna doğru karavanın sallanmasıyla uyandım, artçı diye düşünürken deminki teyzenin karavana yaslanıp iki saat boyunca benim dinlenmemi beklediğini ve dayanamadığı noktada beni tekrar uyandırdığını gördüm. İlk ağlamamı yutkunup baretimi kaskımı takıp arkadaşları da toparlayıp enkaza geçtim.   

Dördüncü gün; 9 Şubat Perşembe

Kazdıkça derine iniş, indikçe karşımıza çıkan beton katmanlar; kırıp yenisini eşelemelerle dolu bir günün öğle saatlerinde Bana bir ısırığa mal olsa da Murphy’i sağ salim enkazdan çıkartabildik. Ardından Sevgi Parkı’na doğru Beste ile (çalıştığımız enkazdan kendi imkanlarıyla 3 saatte çıkabilen kız kardeş) yola çıktık.  HAYTAP Murphy’nin ilk kontrollerini yaparken (82.saatte çıktı enkazdan) benim içim içimi yemekteydi. Nasıl anlatılır? Yanımda bir insan var; o insan iki canını enkazda bırakmış sağ ve salim çıkmalarını bekliyor ama ben o ikiden birinin vefat etmiş olduğunu biliyorum. Söylemem gerek söyleyemiyorum. Sonrasında yaklaşık 10-15 kişiye söylediğim o cümleyi kurdum Beste’ye; “Beste; Ada’ya ulaştık hayatta değil başın sağ olsun” Bir kaldırıma oturdu, uzun uzun ağlayıp  hayatta kalanlara yardım etmeye devam etmek için yürüdü.

O gün sürekli enkazlardaydık. Beton çok soğuk, buz gibi bir şey biliyor musunuz? Dişleri kenetleniyor insanın, elleri parçalanıyor. Biz o sırada yetkimiz sınırları dışında çeşitli şeyler yaparken yetkileri dahilinde olan hiçbir kurum, hiçbir kuruluş yoktu orada. Yetkisi olan derneklerin o çok sevdiğiniz bir şarkıcı yetkilisi gelmeyin çoğuz, göndermeyin çok var diyordu. Ben ve üç beş insan o en çok halimizle eşeliyorduk enkazları, hiltiyle, kürekle, yoğurt kaplarıyla avuçlarımızla. Semt pazarının tam karşısında 6 binada değişik ekipler bizimle koordineli bir faaliyet yürütüyor, habire çabalıyorduk. Fransız arama kurtarma ekibi yanımızdaydı, madenci dostlar yanımızdaydı, Denizli’den gelen bir arkeolog grubu vardı onlar kazıyordu az ötede. Yanı başımızda İstanbul itfaiyesi arama ekibi jeneratörünü çalıştırıyor. Herkes karınca misali su taşıyordu yangına. Herkes mi dedim? Özür dilerim. Adında AFAD geçen hiç kimse yoktu.  Madenciler mesela durup dinlenmeden kazıyor sonra bir soluk alımı Pazar yerine gidiyor ekmeklerinin arasına ne doldurabilirlerse mutfağımızdan yiyor sonra geri dönüyorlardı enkaza. Bir insanın yatacak bir yerinin bile olmamasının ne olduğunu orada gördüm. Bedduaydı eskiden dilimde. Ama orada o gönüllülerin, o madencilerin yatacak bir metrekare bile yerleri yoktu ne yatak ne yemek ne su almadan yola düşmüşler. Patron zatları yıllık izinlerinden düşürerek yollamış onları Antakya’ya.

AFAD’ mı? İki kere bahsi geçti enkazda birinde bize yardıma gelen bir genç “Hadi abi siz bırakın artık profesyoneller gelsin çalışsın” dedi. Ben söverek cevapladım. Seni de profesyonellerini de diye başlayan galiz bi küfür ettim, ekledim git getir getirebiliyorsan. Çocuk hırsla uzaklaştı yanımızdan görürsünüz diye, gitti AFAD’ı getirmeye. Depremin bilmem kaçıncı günü 60 mı oldu yetmiş mi? Daha o çocuğu görmedim. Bir keresinde de Bizim Doğangil kepçe bulmaya çabalarken uzaktan biri seslendi AFAD’a bakmayın ilerde bankalardan para kasalarını çıkartıyorlar diye.

Akşamüzeri pijamasına aldanıp Ada sandığımız Güneş’in naaşını çıkartabildik. İlerleyen saatlerde de Ada’dan geriye kalanlara ulaştık. Hayatta olmadığını belirledik. Ardından gene başımız sağ, yüreğimiz parça parça oldu. O gün o ekiplerle 6 canlı çıkarıldı Armutlu Mahallesi’nde. Deprem olalı 4 gün olmuştu ve doğru dürüst yemek yiyemiyorduk, zannetmeyin yok diye. Yemek vardı tuvalet yoktu. 

Azize seslendi danışma gibi çalışan çorba kazanının oradan. “Eser” dedi “bak bu abi bişey” diyor. Abi bir bağışçıdan yardım bir konteyner tuvalet bulduğunu söyledi. Eğer bizim elimizde vinç varsa buraya getirtmek istediğini söyledi. Etrafta nasıl bir koordine hissi oluşmuşsa herkes bize soruyordu bir şeyleri. Bizden bekliyor bizimle kolkola çabalıyordu insanlar hayatı kurup yaşamı kurtarabilmek için. Askerlerden dostlar edinmiştik o gün su taşıyorlardı bizimle, yolumuzu açıyor yol veriyorlardı biz istediğimizde. Her neyse ben “evet abi vincimiz mincinmiz her şeyimiz var. Gelsin tuvalet, kurarız.” Numaramı verip hemen ardından 4-5 gibi ateş başında sızdım.

Beşinci gün; 10 Şubat Cuma

Gün sabah telaşla gözümü açıp saate bakmamla başladı. Saat 9 olmuştu tuvalet 7-8 gibi gelecekti. Eyvah dedim tuvaleti kaçırdım. Kalktım yataktan (karavanda uyuyoruz yer bulduğumuz zamanlarda), telaşla koşarken Tamer’i gördüm. “Tuvalet” dedim, “kaçırdık mı? Gitti mi?” “Yok” dedi. “Geldi geldi, seni uyandırmadık, çok yorgundun. Demin geldi. Abi çay içiyor, indireceğiz birazdan.”

Hemen Tamer, Murat ve ben vinç aramak için koşturmaya başladık. İki albay, bir yarbay, 2 itfaiye teşkilatı gezdik sonunda bir yüzbaşı ceketi ve iki er sayesinde kavşaktan kısa süreli el koyduğumuz bir vinçle tuvaletin yanına gelebildik. Biz tuvaleti indirirken etraftaki enkazlardan su depoları getiriyordu bizim diğer bir ekip. Başka bir ekip etrafta eskiden var olan hırdavatçıların enkazlarından su borusu kaynak makinesi arıyorlardı. O tuvalet 2 saatte kuruldu. O tuvaletlerin suyu, altyapısı her şeyi bir anda koordinasyonla çözülüverdi. Ve yaklaşık 20 bin kişinin kullanabileceği 6 odalı bir tuvalete depremin beşinci günü sahip olabildik. Tamamen gönüllü imkânlarımızla.

Bu sırada hükümetimiz “Her yere ulaştık, ulaşılamayan yardım vermediğimiz hiçbir yer yok” diyordu haber bültenlerinde size. Bizse ancak çişimizi yapabilmeye başlamıştık. Bizzat katıldığımız arama kurtarma faaliyetlerini sonlandırdı bizim ekip, ruhumuz dayanamadı. Bense koordinasyon sağlamaya, teyitli adreslere göndermeye başladım bizim donanımlı ekipleri. Kendiliğinden oluşan 6 takım arama kurtarma ekibi kurulmuştu. Sabahında yakınının cenazesini çıkarttığımız çocuk, öğleden sonra bizimle başka bir enkaza giriyordu.

Altıncı gün; 11 Şubat Cumartesi

Cumayı cumartesiye bağlayan gece çöktüğünde karşımızdaki ana caddede koşan insanlar gördük ilk önce, ardından hızla geçen otomobiller, ardından ambulanslar, ardından saatte 60-70km hızla giden ekskavatörleri görünce ürperdik. İleriden bize doğru bir uğultu yayılıyordu. Kulaktan kulağa duyuldu ses: “Baraj patladı.”

Biz ne biliriz baraj nerde, var mı, su nasıl geliyor nereden ne olacak diye. Sanırım hepimizin aklına felaket filmlerindeki tsunami sahneleri geldi. “Öleceğiz” dedik Azize’yle. Karavandan bir iki eşyamızı alıp az ilerlemiştik ki.  Burak’taki telsizden “yalan ihbar” anonsu geçildi. Ömrümüz çoktan film gibi akmıştı ama gözlerimizin önünden. 

 Bir önceki gün gelen tuvaletin devamı olarak aynı bağışçı 12 tane daha tuvaleti yola çıkarmıştı bile, tuvaletlerin kurulacağı noktaları, o noktalardaki gider su sistemlerini tespit edip oluşturmaya başlamışken anayol üstündeki AFAD merkezinden bir haber geldi: Tuvaletlere AFAD el koydu. “Biz kuracağız” diyerek aldılar elimizden tuvaletleri. Kurdular mı? Hayır. El koyduklarının 7. gününde dâhi aynı noktada paslanmaktaydı tuvaletler. Bu arada Kızılay çadır satmaktaydı AHBAP’a. AHBAP göz yumsunlar diye kamu kurumları kendilerine; parayla satın almaktaydı halkın bağışlarıyla üretilen çadırları. Herkes birbirini ağırlamakta, devlet büyükleri korunaklı deprem bölgelerinde sahte yanılsamalar yaratmakta ve yaşamaktaydı. Yardımlar yağmaktaydı hiç ya da çok az dağıtılacak AFAD koordinasyon merkezlerine. Bizse tarhana istiyorduk İstanbul’dan. Kaynaması kolay ve besleyici diye. İstanbul’dan Çarşı taraftar grubundan, Ankara’dan kişisel, Mersin’den kendi imkânlarıyla gelen 4-5 arazi aracıyla köylere yardım iletmekteydik bir yandan da. Eşimiz dostumuz el vermekteydi.

Bu sırada İstanbul’dan arkadaşlar adresler yolluyorlardı, arama kurtarma yapılmamış, yardım gitmemiş diye.  Kimseye yetişemiyorduk. Kimseye ulaşamıyorduk. İnsan çok küçük, minicikti. Biliyor musunuz?

Yedinci gün; 12 Şubat Pazar

Yedinci gün geldiğinde Armutlu Semt Pazarı’nda şimdiye kadar toplamda 80-90 bin çorba, sıcak çay, kahve, sandviç ve yemek dağıtılmış, sahra eczanemiz kurulmuştu. Saha jeneratörlerimizle, kurduğumuz güneş paneli sistemleriyle binlerce kişi telefonunu şarj edebilir hale gelmişti. Yüzlerce insan şehir dışına tahliye ediliyor yardım getiren araçlar insanlarla dönüyorlardı güvenli bölgelere. Pazar yerindeki insanlar her geçen gün biraz daha azalıyordu. İlk geldiğimiz gün enkaz altındaki canlısına ulaşmaya çalışan insanlar bir iki gün sonra cenazesine ulaşabilmek için çabalıyor, ardından bir süre sonra “cenazemi  bütün olarak çıkarabilecek miyim” kaygısına kapılıyor. En sonunda da bir parçaolsun mezar yapabileyim diye yalvarıyorlardı inandıkları kim, ne varsa o sırada.

O enkazlarda betona karışık binlerce insan kaldı, biliyorsunuz değil mi?

Siz, biz, hepimiz, herkes, o enkazlarda kaldık. Hâlâ çıkıyoruz, çıkacağız yeniden, yeni bir yaşama.

 

*Bu anlatıdaki tüm olay ve yargılar subjektif ve öznel çıkarımlardır.