Tove Ditlevsen ve Devamlı İnleyen Bir “Çocukluk”

“Çocukluk tabut gibi uzun ve dar, kendi kendine içinden çıkmak mümkün değil,” diye yazıyor Tove Ditlevsen “Çocukluk” adlı kitabında. Hepi topu 95 sayfalık bu otobiyografik anlatı, sarsıcılığının ve büyülü ama hiç de boğucu olmayan melankolisinin etkisiyle bize, edebiyatın bir mucize olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Hatırlamak, bilhassa çocukluğu hatırlamak çoğunlukla acı verici olsa da yolumuza devam etmemiz ve kendimizi olduğumuz gibi kabul edip sevebilmemiz için içimizdeki dehlizlerde hiç de sarih olmayan bir yolculuğa davet ediyor bizi Tove Ditlevsen. Şüphesiz ki bu, baştan ayağa cesur bir çağrı. 

Çocukluk, Leyla Tamer’in Dancadan çevirisiyle, geçtiğimiz haziran ayında Monokl Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Tove Ditlevsen’in, Kopenhag Üçlemesi başlığı altında topladığı serinin ilk kitabı Çocukluk. Çocukluk’u, Gençlik ve Bağımlılık adlı kitaplar takip ediyor. (Serinin üçüncü kitabı Bağımlılık’ın Danca adı olan Gift, aynı zamanda zehir anlamına geliyor.)

Kopenhag Üçlemesi’ni okumayı uzun zamandır sabırsızlıkla bekliyordum. Nihayet Türkçeye çevrildiğini görünce çok sevindim. (Ben bu yazıyı yazarken, serinin ikinci kitabı Gençlik’in günler sonra raflarda olacağı müjdesi geldi!) Tove Ditlevsen, Danimarka edebiyatının en önemli yazarlarından biridir. 1917’de Kopenhag’ın işçi mahallesi Vesterbro’da doğan yazar, Çocukluk’ta bu mahalleden sıkça söz eder. Yine, kitapta bahsettiği gibi o dönem hayat herkes için fazlasıyla zordur. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesine denk gelen bu çocukluk, yazarı pek çok olanaktan mahrum bırakır. Lise eğitimi bile alamamasına rağmen kendine bir dünya yaratmayı başaran yazar, okuma yazma öğrendikten sonra şiire tutunur. Kitapta, şiir sevgisinden, yazdığı ilk şiirlerden ve onları okurla buluşturma çabasından kesitler vardır:

“Bir gün, içimden geçen bütün kelimeleri kâğıda dökeceğim. Bir gün, başkaları onları bir kitapta okuyacak ve bir kızın, her şeye rağmen şair olabileceğine şaşacaklar.”

Hafızanın en berrak, ruhun en kırılgan olduğu dönemden anlatmaya başlar Ditlevsen. Babası sosyalist bir işçi, annesi sert ve hırslı bir ev kadını, abisi ustalık okuluna giden bir yeniyetme. Yoksulluğun ve mutsuzluğun farkında olan ama tüm bu acı veren gerçeklerden kaçarak kendisine huzurlu ve korunaklı bir iç dünya yaratmayı başaran bu ben-anlatıcı, ajitasyona ve aşırılığa kaçmayan dili sayesinde oldukça sürükleyici bir okuma deneyimi sunar. Bu anlatı yalnızca karanlık bir çocukluk öyküsü değildir. Kitap aynı zamanda çok cesur bir itiraf, güçlü bir kadınlığın ilmek ilmek işlenişinin öyküsü, kırkyama bir ruhun hiçbir çekince olmaksızın şehir meydanında -tüm o çokbilmişlere inat- sergilenişi, varoluşsal bir sorgu sual, bellek, anımsamak ve unutmak gibi kuvvetli kavramlara yeniden bir bakıştır. Çocukluk, Fransız filozof Henri Bergson’un, “İçinde yaşanılan an, geleceği kemiren geçmiştir,” cümlesini adeta doğrular. Yazarın bu sancılı ve sarsıcı çocukluğu, ileride kim olacağının karar merciidir sanki. Çocukluk, bir gölge gibi bizi takip eder. Ondan kopmak olanaksız, onu unutmaya çalışmak ise beyhudedir. Yazarın kimi cümleleri öyle etkileyicidir ki kitabı okurken, mayın döşeli bir arazide çocukluğunuzdan bir kesite rastlayıp un ufak olmamak için çabalar gibi yürüdüğünüzü hissedebilirsiniz. Bu, aynı zamanda rahatsız edici bir yürüyüştür. İşte bu yüzden Çocukluk, salt bir otobiyografik anlatı olarak sunulamaz ve Tove Ditlevsen’in yaşarken ve yazarken ödemek zorunda kaldığı bedeller, karşılaştığı zorluklar, kadın kimliğinden ayrı bir biçimde değerlendirilemez. Onun bir kız çocuğu olarak çocukluğu ele alışı ve tanımlayışı, okurun yüzüne bir tokat gibi çarpar.

“Çocukluk karanlık ve bodrum katına kapatılıp, unutulmuş küçük bir hayvan gibi devamlı inliyor. Soğuk havada buharlaşan nefesin gibi ağzından tütüyor, bazen çok küçük, bazen çok büyük geliyor. Asla tamamen uymuyor. Onu ancak üstünden eski bir deri gibi sıyrıldığı gün sakince gözden geçirebilir, ondan, atlatmış olduğun bir hastalıkmış gibi bahsedebilirsin.” 

Kitap, yazıldığı dönemin manzarasından ve insan ilişkilerinden haberdar olmamızı sağlar. Yazarın bütün aile üyelerinden bahsetmesi bizi doğrudan şu sonuca götürür: O odanın içinde mücadele edilen kocaman bir ataerki gizlidir. Yazarın çocukluğunu mutsuzlukla bezeyen baba, abi gibi figürler vardır ve yazar dış dünyadaki tehlikelerle mücadele etmenin asla yeterli olmayacağını çok çabuk kavrar çünkü güvenli alanı olan “ev”in içindeki dost görünümlü düşmanlarla da mücadele etmek zorundadır. (Bu durum, kitabı okuyan kadınlar için şüphesiz ki ne kadar da tanıdık bir duygudur!) Özellikle aşağıdaki bölüm, bu mücadeleyi ve hayal kırıklığını özetler niteliktedir.

“Babam bana asla vurmazdı. Aksine iyi davranırdı. Çocukluğumun bütün kitaplarının sahibi oydu ve beş yaşımda bana, doğum günü hediyesi olarak verdiği Grimm Kardeşlerin Masalları olmasaydı, çocukluğum boz ve hüzünlü olacak, cehalet içinde geçecekti. Yine de ona karşı içten duygular barındırmıyordum ve o, kanepede oturmuş, durgun, irdeleyici bakışıyla, asla ne olduğu açığa çıkmayan ama sanki bana hitaben, bir şey söyleyecek veya yapacakmış gibi baktığında, kendime sık sık bundan dolayı sitem ediyordum. Ben anamın kızıydım, Edvin babasının oğluydu ve bu, doğanın değişmez bir kanunuydu. Bir keresinde ona, ‘Baba, ızdırap ne demek?’ diye sordum. Bu sözü Gorki’de bulmuştum ve çok hoşuma gitmişti. O, bıyıklarının kalkık uçlarını okşayıp, uzun uzun düşündü. ‘Bu Rusça bir tabir,’ dedi sonunda. ‘Acı, sefalet, keder demek. Gorki büyük bir şairdi.’ Coşkuyla, ‘Ben de şair olmak istiyorum,’ dedim. Hemen kaşlarını çatıp tehdit edercesine ‘Kendini ne sanıyorsun sen!’ dedi. ‘Kız çocuğundan şair olmaz.’ Annem ve Edvin bu abes fikrime güledursunlar, ben kırgın ve üzgün, tekrar kendi içime çekildim. Bundan sonra hayallerimi asla kimseye anlatmamaya karar verdim ve çocukluğum boyunca da bu karardan caymadım.”

Çocukluk’ta karşımıza çıkan anne ise depresif ve her daim öfkelidir.

“Dünya soğuk ve tehlikeli ve ürkütücü bir yerdi çünkü annemin kara öfkesi, her defasında yüzüme vurmasıyla ya da beni sobaya doğru itmesiyle sonuçlanırdı. O yabancı ve esrarengizdi ve ben, bebekken bir başka bebekle değiştirildiğimi, onun aslında benim annem olmadığını düşünürdüm.”

Aile ortamının yaydığı sisli havayı, dönemin Kopenhag’ı da destekler. 1920’li yılların Danimarka’sındaki hayat oldukça süssüz ve güçlü bir şekilde yansıtılır. Siyasi ortam, sınıf ve cinsiyet ayrımcılığı, tehlikeli sokaklar, yoksulluk şehrin bütününe hâkimdir ve bu durumda yazarın, kendisinden ve şiirlerinden başka tutunacağı pek bir şey de kalmamıştır.

“Bugünlerde her şey üstümde derin, silinmez bir etki bırakıyor ve sanki en bayağı yorumları bile hayatımın sonuna kadar unutmayacağım.”

Anlatılan hikâye ne kadar kederli ve karanlık olsa da yazarın üslubu sıcacık ve çok sahicidir. Kapkaranlık bir hikâyeyi hiç de karanlık olmayan bir dille anlatmak, bana kalırsa bu kitabın başarısının yegâne sırrıdır. Belki de o girift çocukluk, Tove Ditlevsen’in başarılı bir şair ve yazar olmasının sebebidir. Belki de gerçekten, içine işlemiş kederleri olanların anlattıkları hikâyeler çok daha etkileyici, derin ve biriciktir. Çocukluk, tüm bu sebeplerden ötürü okunmayı ve edebiyatta sağlam bir yer edinmeyi hak eder. Zira Ditlevsen yalnızca Danimarka’da değil, tüm dünyada okunan bir yazardır. Çocukluk’ta öngördüğü gibi insanlar, onun içinden geçen tüm kelimeleri çoktandır kitaplarında hayranlıkla okurlar.

Hayatı boyunca içki ve uyuşturucu bağımlılığı ile mücadele eden yazar, 1976 yılında intihar eder. Geride pek çok öykü, roman ve şiir bırakır ve hepimize, muhakkak bir yerlerden tanıdık gelen bilge ama daima inleyen bir çocukluk armağan eder. 

“Gece, pencerenin önünden geçedursun, şiir defterimi okuyorum ve ben farkına varmadan, çocukluğum usulca, hayatımın sonuna kadar benim için bir bilgi ve tecrübe kaynağı olacak, şu insan ruhunun kütüphanesi olan belleğimin dibine çöküyor.”