Moda, Beden Algısı ve “Bir Feminist Olarak” Kıyafetleri Çok Sevmek…

Belki de mühim olan, bedenimizin yalnızca bizim olduğunu hatırlamak ve yılmadan yinelemektir. Belki de ihtiyacımız olan, patriyarkal kapitalizmin “moda”sına inat “Ben ne giyersem, moda odur.” diyebilmektir. Sanıldığının aksine “hayır” diye söze başlamak, “Yanılıyorsam düzeltin ama.” demekten çok daha etkilidir.

Giyinmek, ilk çağlardan itibaren örtünmek ve tensel ihtiyaçla ilgili bir gereksinimken, zamanla bambaşka anlamlara bürünmüştür. Kıyafetlerin çıkış noktasını düşünecek olursak, iklim şartlarıyla paralel olarak fonksiyonel açıdan önem taşıdıklarını görürüz…

Oysa kıyafet, insan ile eşzamanlı bir biçimde belirli evrimlerden geçmiş, bazen tehdit ve baskı, bazen de özgürlük simgesi olarak kullanılıp, sistemi zorlar hale gelmiştir. Kapitalizm, sanayi devrimi sonrasında giyim alanındaki değişimin öncülüğünü soyluların elinden alarak zengin kentlilere vermiştir. Bu değişim, moda piyasası ve tekstil sektörü açısından bir dönüm noktası olarak adlandırılabilir. Çünkü bundan böyle giyinmek, soylu sınıfın ve kraliyet ailesinin tekelinden çıkmış ve herkes için önemli bir mesele haline gelmiştir.

Tüketim kültürünün hâkimiyeti altındaki kapitalist toplumlarda temel amaç, üretilen malların elden çıkarılması için hedef kitlenin durmaksızın yenilerini ve daha fazlasını istemelerini sağlamaktır. Moda, kapitalizmin bu hedefi için oldukça uygun bir zemine sahiptir. Dinamiktir ve durmaksızın yeni şeyler üretir. Tüketimin arttırılması için yeni ihtiyaçlar yaratılması gerekmektedir.

Kapitalizm: “Tükettiğin ve modaya uyduğun ölçüde varsın.” derken, patriyarka ise “Erkekler seyretmek, kadınlar ise seyredilişlerini seyretmek için vardır.” demiştir. Kapitalizm ve patriyarka işbirliğinden de, “modern görünümlü, düalist ilişkilerde oldukça başarısız, mutsuz, kentli, heteroseksüel kadın” ortaya çıkmıştır. Çoğu kadın bu tabloyu değiştirmeye çalışmamıştır çünkü tüketim, geçici ve sanal da olsa bir mutluluk sunmuştur. Patriyarka ve kapitalizm, en güçlü ve en büyük düşmanı olan kadınları bu şekilde “oyalamaya” çalışmıştır. Netice itibariyle asla durulmayan ve kitleleri -özellikle kadınları- durmaksızın etkileyen, dönüştüren ve yönlendiren bir sektör doğmuştur.

Bu noktada, sorularımızı sormaya başlayabiliriz: Moda, neden en çok kadınları ilgilendiriyor? Kadınların bedeni kendilerinin mi yoksa popüler kültürün belirleyicilerinin mi? Kadınlar neden bedenlerinden hiçbir zaman tam anlamıyla memnun olmaz? Kıyafetleri sevmek ve modaya meraklı olmak bir feministi “kötü feminist” yapar mı?

Moda, en başından beri en çok kadınları ilgilendirmiştir çünkü erkeklerin ne giydiklerinin, en eski zamanlardan bu yana çok da bir önemi olmamıştır. Erkeklerin kıyafetlerinin her zaman, kadınların kıyafetlerine kıyasla –hele ki bir dönemin kafesi sayılabilecek krinolin etekler ve tarlatanlı kıyafetler düşünüldüğünde- daha sade ve daha kullanışlı parçalardan oluşan kıyafetler olduğu görülür. Çok uzun yıllar boyunca kadınlar, rahatsız ve hareketi engelleyen kıyafetlere mahkûm edilmişlerdir. Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet adlı eserinde, kadınların ve erkeklerin kıyafetlerine ilişkin görüşlerini, ‘‘Kadın gibi giyinmek kadar doğal olmayan bir şey yoktur; hiç kuşkusuz erkek kıyafeti de yapaydır ama daha rahat ve daha sadedir, hareketlerin engellenmesi için değil desteklenmesi için tasarlanmıştır. Her aktif kadın düz topukları, sağlam kumaşları sever.’’ diyerek anlatmıştır.

Akıl, yetenek ve pratiklik gibi kavramlardan dışlanan kadınların, bedenleriyle ilgili “ideal beden” algısının başlaması da çok gecikmemiştir. Sonuçta moda olan o kıyafetlere girebilecek “ideal” bedenlere sahip olmak gereklidir. Bedeninden memnun olmayan ve estetik yoluna başvuran kadınların sayısı günden güne artmakta ve yaş ortalamaları da düşmektedir.

Hâkim bakış açısına göre bir kadının, pratik olması için herhangi bir sebep yoktur. Bu yüzden kullanışlı kıyafetlere de gereksinimi olamaz. Kadınların pantolon giyebilmesinin çok uzun yıllar yasaklı olması, bu yaygın fikrin en somut örneğidir. Christine Bard, Pantolonun Politik Tarihi adlı eserinde bu durumu detaylıca anlatır. Pantolon başlangıçta bir erkeklik simgesidir ve kadınların giymesi yasaktır. Dünya çapında yaygınlık kazanmasının nedeni cinsiyet ve güç eşitliğini sağlayan bir kimlik gibi algılanmasıdır.[1]  Pantolon, giyen kişinin hareket özgürlüğünü sınırlamaz. Gün içinde koşturmasını ve işlerini halletmesini kolaylaştırır. Bir kadının ise, vitrinde sunulan yapma bir bebek gibi, yalnızca göze hitap etmesi ve ağır ağır süzülmesi gerekir. Ezcümle,  kadınların, erkekler gibi koşturması ve çalışması gerekmez.

Erkeğin bedeninin üst bölümleri, göğüs, omuzlar ve kafa güçlüdür; beyin kapasitesi önemlidir ve ayrıca bizim yaptığımız deneylere göre beyni, kadının beyninden üç dört ons daha büyüktür. Kadında ise tersine kafa, omuzlar, göğüs küçük, ince, dardır, buna karşılık basen ya da kalçalar, kıç, kaba etler ve öteki göbek altı organları geniştir.’’ [2] Doğal olarak kadınların,  pantolon giymeye de ihtiyaçları yoktur.

Akıl, yetenek ve pratiklik gibi kavramlardan dışlanan kadınların, bedenleriyle ilgili “ideal beden” algısının başlaması da çok gecikmemiştir. Sonuçta moda olan o kıyafetlere girebilecek “ideal” bedenlere sahip olmak gereklidir. Bedeninden memnun olmayan ve estetik yoluna başvuran kadınların sayısı günden güne artmakta ve yaş ortalamaları da düşmektedir.

Hala dünyanın en çok kazanan fotomodeli olarak bilinen Kate Moss, bu konu için güzel bir örnek olabilir. Kendi doğduğu yer olan İngiltere başta olmak üzere tüm dünyada bir “Kate Moss stili” başlamasına sebep olan fotomodel, ünlendiği ilk anda, “ideal model” görünümünden uzak olan fiziği, ayrık ön dişleri, kemikli yüzü ve aşırı zayıflığı ile dikkatleri üzerine çekmiştir. O güne dek moda dünyasında kıvrımlı hatlar, iri memeler ve çok daha feminen vücutlar revaçta iken, incecik bedeni, uzun boyu ve çocuksu ifadesi ile tüm dengeleri değiştirmeye başlamıştır. Küçük memeleri nedeniyle kimileri tarafından “Tahta memeli Kate Moss.” olarak nitelendirilmiştir. Hızlı bir şekilde popüler olduktan sonra özellikle genç kadınlar üzerinde yönlendirici bir etkisi olmuştur. Kadınların zayıflamak ve onun gibi görünmek için anoreksiyaya yakalandıkları bilinmektedir. Tüm dünyada, neredeyse bütün kadınlar için sıskalık, artık çok önemli bir özelliktir.

Kate Moss, kendisiyle yapılan bir röportaj esnasında “Hiçbir şey, sıska olmanın hissettirdiği kadar mükemmel değildir.” diyerek, güzelliği ve iyi hissetmeyi sıska görünmekle ve doğal olarak sürekli zayıflamakla eşdeğer tuttuğunu göstermiştir. Milyonlarca hayranı ve takip edeni olan bir kadının söylediği bu cümle, ince bir beden yapısının çok önemli olduğunun da milyonlarca kadın tarafından önemsenmesi ve onaylanması anlamına gelmektedir. Zira bugün bile, Kate Moss’un bir fotoğrafına rastlandığı zaman verilen ilk tepki genellikle “Kadın hala ne kadar da zayıf!” olur. “Hala bu kadar zayıf görünmek” bir başarı mıdır? Ya da sıskalığın ve ince görünmek istemenin iyi hissetmekle eşdeğer olduğunu düşünmek bir hata mıdır? Bu sorular, kesin yanıtları olan sorular değildir ve aslında bu sorularla ilgili kesin yanıtlara ulaşmamız da gerekmez. Bir kadın, ince görünmeyi sevebilir ve bu uğurda emek de sarf edebilir. Belki de asıl problem, bu isteğin kaynağının kim ya da ne olduğuyla alakalıdır. Kendimiz istediğimiz için mi böyle görünmek istiyoruz yoksa bizi izleyen bir göz olduğunu düşündüğümüz ve o göze her daim güzel görünmek istediğimiz için mi?

Bazen, sarkık memeler cadılıkla özdeşleştirilmiş hatta yaşlı ve sarkık memeli kadınların pek çoğu, çocuklara büyü yaptıkları gerekçesi ile cezalandırılmıştır. Bu çelişkili tarzın müsebbibinin, yazının başında belirttiğim gibi kapitalizm olduğu aşikardır. Çağlar öncesi ya da tam da şimdi, kadın bedenine ait bu organ için fikir beyan edenlerin hep erkekler olması oldukça ironik değil mi?

Özellikle medya nedeniyle, çoğu kadın gözetlendiğini hisseder.  Bizi gözetleyen o gözün bir erkek gözü olduğundan kuşkumuz yoktur. Gösteri toplumunda medya ve moda; kadınları, topluluk içinde seçilip kendilerini gösterebilmeleri için, cinselliklerini de öne çıkararak “iyi giyinme gereksinimlerini” karşılamaya yöneltir.

Fransız sosyolog Jean Baudrillard: “Moda, seçkinlik sosyolojisinin söyleyebileceğinin çok daha fazlasıdır. Moda, toplu bir tutkudur.” der. Çoğu modacıya göre de yalnızca “stil sahibi, giyinik bir kadın” bakılacak, görülecek kadındır. Kadınlar ve kıyafetleri hakkında bu kadar çok söz söyleyen insan varken akla rahatlıkla şu soru gelebilir: Peki,  bu beden kime aittir?

Marilyn Yalom, Memenin Tarihi adlı kitabında: “Amacım, sizleri meme konusunda daha önce hiç yapmadığınız bir şekilde düşündürmek.” der.  Meme, bir muammadır. Kimi zaman bir canlıya yaşam veren sütü fışkırdığı için hayatla, anaçlıkla eşdeğer tutulmuştur. Kimi zaman, şehvetin ve cinselliğin simgesi olmuştur. Kate Moss fiziğine sahip kadınların popülerliğinde küçük ve diri memeler  “ideal” kabul edilirken, Brigitte Bardot fiziğine sahip kadınların parladığı dönemlerde büyük memeler övülmüştür. Bazen, sarkık memeler cadılıkla özdeşleştirilmiş hatta yaşlı ve sarkık memeli kadınların pek çoğu, çocuklara büyü yaptıkları gerekçesi ile cezalandırılmıştır. Bu çelişkili tarzın müsebbibinin, yazının başında belirttiğim gibi kapitalizm olduğu aşikardır. Çağlar öncesi ya da tam da şimdi, kadın bedenine ait bu organ için fikir beyan edenlerin hep erkekler olması oldukça ironik değil mi?

Marilyn Yalom, memeyi, erotik, politik, psikolojik, domestik, ticari gibi pek çok başlık altında incelediği bu eşsiz eserinde o tarihi soruya yanıt bulmaya çalışır. “Bu sürecin kaynağında temel bir soru yatar: Memenin sahibi kimdir? Yaşamı anne sütü ya da onun yerini alabilecek etkin bir başka besine bağlı olan, emzirme dönemi çocuğuna mı aittir? Onu okşayan kadın ya da erkeğe mi? Kadın vücudunu tasvir eden sanatçıya ya da pazarın yeni bir stil için süregelen talebine göre küçük ya da büyük göğsü seçen moda tasarımcısına mı? Henüz buluğa ermiş genç kızlar için ‘alıştırma sutyeni’, olgun kadınlar için ‘destek sutyeni’ ve daha dikkat çekici dekolte bir görüntü elde etmek isteyen kadınlar için ‘harika sutyen’ üreten giyim endüstrisine mi? Göğüslerin iffetle kapatılması konusunda ısrarcı olan din ve ahlak yargıçlarına mı? ‘Üstsüz’ bir kadının tutuklanmasına karar verebilecek olan yasa koyucuya mı? Memenin hangi sıklıkla mamogramının çekilmesi gerektiğine ve ne zaman biyopsi yapılacağı ya da göğsün alınacağına karar veren doktora mı? Salt kozmetik nedenlerden dolayı kadın göğsünü yeniden şekillendiren estetik doktoruna mı? Bazı kadınların göğüslerini –sıklıkla da tüm kadınlar için küçültücü ve rencide edici ortamlarda- teşhir eden pornografi yayıncısına mı? Yoksa kendi vücudunun bir parçası olan kadına mı aittir?”[3]

Bir kadın, ince bir bedene sahip olmak için çabalayabilir. Bu çaba, sağlığına zarar verdiği noktada tehlike arz eder. Bir kadın, kumaşlara, kıyafetlere ya da Chanel’in biyeli gömlek pijamasına tutkun olabilir. Bu tutkunun zemininde, bir başkasına ve özellikle de bir erkeğe güzel görünmek, bir erkek ve sistem tarafından onaylanmak var ise o tutku sorun teşkil eder.

Bu soruların hepsi, tarih boyunca erk ve kurumlar tarafından kadınların bedenlerine yapılmış haksızlığın ve tarihin ikiyüzlülüğünün deşifresi niteliğindedir. Kate Moss, kadınları büyük memeli ve iri kalçalı olmadan, oldukça sade ve maskülen bir şekilde de güzel olabileceklerine inandırmış ama belki de, hâlihazırdaki tahakkümün yerine başka bir tahakküm güzellediğinin farkına varamamıştır. Yapılan araştırmalara göre günümüzde, Amerika’da, genç kızların çoğu bulimiadan mustariptir çünkü zayıf olmazlarsa dışlanacaklarını düşünürler.

Moda dünyasını şüphesiz ki hala en çok etkileyen Fransız modacı Gabrielle Chanel; kadınları kabarık, tarlatanlı kıyafetlerden, kocaman rahatsız şapkalardan kurtarmış hatta kadınlar arasında takım elbisenin moda olmasına sebep olmuştur. Chanel sayesinde kadınlar, çizgili basit bir tişört ve bir pantolon ya da sade bir siyah elbise ile de şık olabileceklerinin farkına varmışlardır. Bu dönüşüm, kadınların günlük yaşamlarında oldukça rahat etmelerini sağlamıştır. Ama kadınlara: “Güzel ayakkabıları olan bir kadın asla çirkin değildir.” ya da “Her gün, en büyük düşmanınla karşılaşacakmışsın gibi giyin.” diye öğütler veren de yine Chanel’den başkası değildir.

Bu bilgiler doğrultusunda bahsedilen kişilere ya da modaya topyekun savaş açmak mantıklı mıdır, kıyafetlere epeyce düşkün bir feminist olarak bundan emin değilim. Bir kadın, ince bir bedene sahip olmak için çabalayabilir. Bu çaba, sağlığına zarar verdiği noktada tehlike arz eder. Bir kadın, kumaşlara, kıyafetlere ya da Chanel’in biyeli gömlek pijamasına tutkun olabilir. Bu tutkunun zemininde, bir başkasına ve özellikle de bir erkeğe güzel görünmek, bir erkek ve sistem tarafından onaylanmak var ise o tutku sorun teşkil eder. Tercihleri ve istekleri bu yönde olan kadınlara “popüler kültürün kurbanları” gözüyle yaklaşmak hayli sorunlu bir yaklaşımdır. Bir kadının kendisi ve kendi haletiruhiyesi için kıyafetlere, kumaşlara ve “moda”ya düşkünlüğü, onu “kötü” bir feminist yapmaz.

Belki de mühim olan, bedenimizin yalnızca bizim olduğunu hatırlamak ve yılmadan yinelemektir. Belki de ihtiyacımız olan, patriyarkal kapitalizmin “moda”sına inat, “Ben ne giyersem, moda odur.” diyebilmektir. Sanıldığının aksine “hayır” diye söze başlamak, “Yanılıyorsam düzeltin ama.” demekten çok daha etkilidir.

 

*Dokuz Eylül Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalında lisansüstü eğitimini gerçekleştiren yazarımız Elif Demirel, bu yazıyı yüksek lisans eğitimi çerçevesinde aldığı, model Kate Moss ve modacı Gabrielle Chanel konulu ders kapsamında kaleme almıştır.

 

Kaynaklar:

[1] Christine Bard, Pantolonun Politik Tarihi, Sel Yayıncılık, İstanbul 2011, s. 7

[2] Christine Bard, Pantolonun Politik Tarihi, Sel Yayıncılık, İstanbul 2011, s. 11

[3] Marlyn Yalom, Memenin Tarihi, Çitlembik Yayınları, İstanbul 1997, s. 2