Postmodern Feminizm ve “Cinsiyet Denen Bir Bela”

Butler, cinsiyet ya da toplumsal cinsiyet gibi bir ayrıma gitmez çünkü cinsiyet denen şeyin toplumsal cinsiyetten başka bir şey olmadığını düşünür. Bununla birlikte toplumsal cinsiyet denen şeyin tarihselliğine dikkat çeker. Toplumsal cinsiyet dediğimiz şey performatiftir.

Postmodernizm, çok sık duyduğumuz ama hakkında pek de fikir sahibi olduğumuz bir kavram değildir. Şüphesiz ki postmodernizmi bizim için bu denli karmaşık ve anlaşılmaz kılan, postmodernizmin hâlihazırda uzlaşılmış kesin bir tanımının bulunmamasıdır. Fakat genel itibariyle postmodernizm, modernizmin sonrası ve ötesi anlamında bir tanımlama olarak kullanılmaktadır ve modern düşünceye ve kültüre ait temel kavram ve perspektiflerin sorunsallaştırılmasıyla ve hatta bunların yadsınmasıyla birlikte yürütülmektedir.

Postmodernizmi, modernizmin devamı olarak tanımlayan düşünürler de –örneğin Habermas- yok değildir. Fakat postmodernitenin kendini modernlik karşıtlığı üzerinden tanımlama hali, bu tezle çok da örtüşmez. Postmodernizm, modern toplumda geçerli olan, bilgi, hakikat, gerçek, doğru gibi kavramları içi boş kavramlar olarak tanımlar. Çünkü bu kavramlar daima dil üzerinden kurulur ve dil, teslim olacağımız tek gerçeklik değildir. Postmodernizm, şüphe, yapıbozumu ve çoğulculuk kelimeleri ile yakın akraba konumundadır. Postmodernitede, hiçbir zaman, hiçbir konuda kesinlik ve garantiden söz etmek mümkün değildir.

Postmodernizmin, feminizme uyarlanması, çok da şaşırtıcı ve hatta geç olmamıştır. 1970’li yıllarda Julia Kristeva ve Luce Irigaray’ın çalışmalarıyla ortaya çıkan postmodern feminizm, 21. Yüzyıla dek uzanan feminist felsefeyi büyük ölçüde etkilemiştir.

Simone de Beauvoir, Jacques Derrida ve Jacques Lacan’ın çalışmalarından yoğun bir şekilde etkilenen postmodern feminizm, kadın deneyiminin çokluğuna vurgu yaparak “kadın”ı, “kadınlar”ı ve “kadınsılık”ı tanımlamaya karşı çıkar.[1]

Modernizmin içine doğmuş feminizme, birtakım eleştiriler getirir ve sorular sorar. Ama kimi düşünürlere göre, modernizmle yoğrulmuş feminizmin, postmodernizmle ilişkisi olamaz. Modern feminizmde mühim olan “kadın ve erkek”in siyaset, eğitim, iş dünyası ve tüm sosyal ve kamusal alanlarda eşitliğini sağlamak ve cinsiyetçiliği sona erdirmektir.

İşte bu noktada postmodern feminizmin en önemli eleştirisi olan “özne” eleştirisi devreye girer. Modern feminizmin mütemadiyen bahsettiği “kadın öznesi” kimdir? Ve hakikaten de “tüm kadınlar”ı kapsar nitelikte midir?

Modern Özne ve Cinsiyet Belası

Postmodern feminizm üzerine çokça düşünen Amerikalı filozof Judith Butler’a göre “özne” kavramı epey sorunlu bir kavramdır.

Butler’a göre “özne”, iktidarın kişilere, toplumda var olabilmeleri ve kendilerini norm dışı kabul etmemeleri için uydurduğu kılıflardan ibarettir. Belli kültürel, dilsel ve tarihsel koşullar içerisine doğan bireyler, başlangıçtan itibaren kendilerine takılan bir ad ve atfedilen cinsel kimlik sayesinde anlaşılabilir özneler haline gelirler.

Butler’a göre özne, makul bir kadın figürünü temsil etmektedir. Klasik modern feminizmin aksine Butler, cinsiyet kategorilerini tartışmaya açar ve cinselliği belli bir öze sabitlemekten kaçınır.

Feminizmi de daha demokratik bir yol izleyebilmesi için cinsellik konusunda daha çoğulcu bir politika izlemeye, farklılıklara ve tartışmaya daha açık olmaya davet eder.[2] Butler, feminizmin, kadınlar için eril baskı ve hegemonyaya direnirken mevcut baskıcı ve dışlayıcı sistemin sürüp gitmesine katkıda bulunmasından endişelenir. Bu yüzden feminizmi, kadınlar arasındaki farklılıkları görmeye ve kimlik politikaları hususunda daha demokratik ve özgürlükçü bir tavır almaya çağırır.

Dolayısıyla feminist özne, kurtuluşunu kolaylaştıracağı düşünülen siyasi sistemin ta kendisi tarafından söylemsel olarak kurulmuştur. Özne meselesinde Butler ve Fransız filozof Michel Foucault’nun fikirlerinin paralellik gösterdiği açık bir şekilde görülmektedir. Foucault, bu iktidar biçimi bireyi kategorize ederek, bireyselliği belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir.

Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin ediyor, der.[3]

Bu perspektif bize tam olarak şunu gösterir diyebiliriz: İktidar özneleri üretir ve sonra da temsil eder. Tamamen kurgusal ve dışlayıcıdır. Akla rahatlıkla, paternalist bir tavrı getirir: Koruyuculuk kisvesi altında dışlama ve cinsiyetçiliğin yeniden üretimi. Bu yüzden feminizmin öznesi olarak kabul edilen kadınlar kategorisinin,  feminist politikaların birlik ve bütünlük fikirlerinin dışlayıcı sonuçlarından kaçınabilmesi için tartışmaya açık ve tamamlanmamış olması gerekmektedir.

Butler’ın, feminist mücadele için şüphesiz ki en önemli eseri, 1999 yılında yayınlamış olduğu Cinsiyet Belası adlı eserdir. Kitap, yukarıda bahsettiğim karmaşık “özne” meselesini de, Butler’ın üzerinde en çok durduğu bir başka mühim mesele olan “gender” kavramına bakış açısını da açıklar niteliktedir.

Okurla buluştuğu günden bu yana eleştirilmiş ve hâlihazırda eleştirilmeye devam edilen bir eser olan Cinsiyet Belası, kimi feministler tarafından yeni bir “görme biçimi” oluşturduğu ve zihni zorlayıcı felsefi bir metin olduğu için oldukça elzemken, kimi feministler tarafından feminist mücadeleyi sekteye uğratacak bir eser şeklinde yorumlanır.

Butler, kitabın önsözünde, bu eserdeki hedefinin, feminizmin içinden feminizme eleştirel bir bakış yöneltmek olduğunu söyler. Butler, feminizmin içinden doğacak bir özeleştiri hareketinin feminizme hayat vereceğini düşünür.[4]

Butler’ın cinsiyet(sex) ve toplumsal cinsiyet(gender) kavramlarına bakışı da oldukça düşündürücüdür. Simone de Beauvoir, kadın mücadelesinin yol göstericisi olan İkinci Cinsiyet adlı eserinde, “Kadın doğulmaz, kadın olunur,” diyerek toplumsal cinsiyetin en yalın ve gerçek tanımını yapmıştı. Simone de Beauvoir’a göre, doğduğumuzda dişi iken büyüme evrelerinde toplumun şekillendirmesi sonucu “kadın”a dönüşmüş oluruz. Görüldüğü üzere Beauvoir bizlere, tek bir cümlede hem cinsiyetin hem de toplumsal cinsiyetin tanımını verir.

Butler’a göre Beauvoir, kadının doğal bir gerçeklik değil de tarihsel bir düşünce olduğunu iddia ederken açık bir biçimde doğal gerçeklik olarak kabul edilen cinsiyet ile söz konusu gerçekliğin kültürel olarak yorumlanmış hali olarak kabul edilen toplumsal cinsiyet gibi bir ayrımın altını çizer.

Bu ayrıma göre dişi, herhangi bir anlam yüklenmemiş bir gerçeklik iken kadın olmak ise bedenin tarihsel kadın düşüncesine uymaya zorlanması, bir anlamda bedenin kültürel bir simgeye sevk edilmesi ve bir kimsenin tarihsel olarak sınırlı bir olanaklılığa itaat ederek gerçekleşmesidir. Bu bağlamda Butler, toplumsal cinsiyetin hayatta kalma yolu olarak bir performans, yani icra edilen bir şey olduğunu söyler.

Butler, cinsiyet ya da toplumsal cinsiyet gibi bir ayrıma gitmez çünkü cinsiyet denen şeyin toplumsal cinsiyetten başka bir şey olmadığını düşünür. Bununla birlikte toplumsal cinsiyet denen şeyin tarihselliğine dikkat çeker. Toplumsal cinsiyet dediğimiz şey performatiftir. Toplumsal cinsiyeti performatif kılan, dışlanma, normalin dışına çıkma ya da başka türlü nasıl yaşayacağını bilememe endişesiyle, normların sürekli olarak tekrarlanmasıdır.

Butler’a göre “özne” de “toplumsal cinsiyet” de performatiftir. Butler, toplumsal cinsiyet derken, aslında cinsiyet kavramını da bu kavrama dahil eder. Zira ona göre, eğer cinsiyetin değişmezliğine itiraz edilirse belki de cinsiyet denen bu inşanın da toplumsal cinsiyet denli kültürel bir inşa olduğu; hatta belki de cinsiyetin aslında zaten başından beri toplumsal cinsiyet olduğu, yani cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımın aslında ayrım falan olmadığı ortaya çıkar.[5]

Postmodern feminizmin, çoğulluğa ve farklılığa yaptığı vurgu, Butler’ın söylemleriyle örtüşür. Farklı kadınlık deneyimlerine dikkat çekmek, feminizmde çoğulculuğa çok önemli bir kapı açar. Butler, bir özne kategorisi altında toplanmakta diretmek yerine, bizi birbirimize bağlayabilecek asıl şeyin ortak “yaralanabilirliğimiz” olduğunu düşünür. Netice itibariyle kimse, hiçbir itirazla karşılaşmayacak bir feminizm tanımı sunamaz ve kimse global feminizmi kendi başına temsil iddiasında bulunamaz. Feminizmin özünü ve ruhunu düşündüğümüzde, böyle bir kalkışmaya gerek olmadığı da anlaşılacaktır.

 

Kaynakça:

[1] Nancy Arden McHugh, Feminist Felsefe, Edinburg Üniversitesi Yatınları, Edinburg 2007, s. 102

[2] Judith Butler ve Postmodern Feminizm, Kibele Yayınları, İstanbul 2017, s. 22

[3]  M. Foucault, Özne ve İktidar, Seçme Yazılar 2, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2000, s. 58

[4] Judith Butler ve Postmodern Feminizm, Kibele Yayınları, İstanbul 2017, s. 13

[5] Judith Butler, Cinsiyet Belası, Metis Yayınları, İstanbul, 2008, s. 52