Restorasyoncuların Turnusolü: Boğaziçi ve Grev  

Olağanüstülük hali kalıcılaşırken, ülke gündemi her an yeniden güncelleniyor. Hal böyleyken siyaset sahnesindeki çoklu olasılıkların savaşımı da hız kazanıyor. 

Yönetenler cenahında işler iyi gitmiyor. Siyasi iktidar kan kaybetmeye devam ediyor. Bu su götürmez bir gerçek, evet. Ama ne var ki iktidarın krizini fırsata çevirecek güçlü ve örgütlü bir muhalefet olmadığı da bir o kadar gerçek. Siyasi iktidarın en büyük gücü de tam olarak bu. Öyle ki, karşısındaki muhalefet boşluğunu çeşitli manevralarla kendine bükerek, gündemi belirleme gücünü elinde tutuyor ve krizden çıkış için tam olarak muhalefetin boşluğuna dayanıyor, o boşluktan güç alıyor. 

Zira iktidar koalisyonunun kendi iç çelişkileri başta olmak üzere, ekonomi ve pandemi yönetimindeki kriz hali, içeride ve dışarıdaki itibar ve irtifa kaybı dolayısıyla, restorasyoncu güçler olarak niteleyebileceğimiz ana akım muhalefet, iktidarın kendiliğinden çökeceği varsayımı üzerinden muhalefet etme ya da daha gerçekçi bir ifade ile muhalefet etmeme politikası güdüyor. 

Oysa koşullar çok müsait, madem rejimi reformlarla restore etme hedefindeler, neden harekete geçmiyorlar da “zaten gidecekler, hele bir bekleyelim” diyorlar, basiretsizlikten mi yoksa korkudan mı, diye soracaksanız olursanız… Nedeni basitçe esasta yatıyor aslında. Zira yok birbirlerinden bir farkları. 

Çünkü bugün ülkeyi yöneten iktidar koalisyonuyla aynı öze ve sınıfsal karaktere sahipler. Salt basiretsizliklerin değil yani, devletin bekası çatısı altında iktidar güçlerinin arkasına tespih gibi dizilivermeleri… Peki ya korkuyorlar mı? Evet, elbette korkuyorlar ama salt tepedeki faşist koalisyondan değil, dipten gelen ve faşizmin karşında baraj oluşturan direngen halkın hareketinden korkuyorlar, halkın öfkesi ve yürüyüşünden böylesine ödleri kopunca da suya sabuna dokunmadan, ne şiş yansın ne kebap pişkinliği ile hareket etmeden iktidarı kucaklarına alacakları o anı beklemekle yetiniyorlar 

*** 

Rejimin kendiliğinden çözüleceği beklentisinin bir temenniden öteye gidemeyeceği her kritik dönemeçte kendini defalarca doğruladı doğrulamasına ama ne var ki ana akım muhalefet restorasyoncu karakterinin doğası gereği, “bekleyelim gidecekler” düsturuna sıkı sıkıya sarılmaya devam ediyor. 

Ancak hayat durduğu yerde durmuyor. Olasılıklar birbiriyle kapışırken, gündem kritik anlarda tutulan pozisyonlarla yeniden şekilleniyor. CHP öncülüğünde restorasyon güçlerinin uzun zamandır yürüttüğü “bekleyelim gidecekler siyaseti” de o pozisyon alışlarda renk veriyor, kendini açık ediyor. Boğaziçi direnişi ve işçi grevleri, bu anlamıyla tam bir turnusol kağıdı işlevini gördü.  Öyle ki bu güçler tarafından vaat edilen restorasyonun neye tekabül ettiğinin somut tezahürleri bir bir açığa çıkıverdi. 

Her şey herkesin gözleri önünde oldu. 

Son derece meşru ve haklı bir zeminin üzerine oturan ve toplumsal bir meşruiyet kazanan Boğaziçi direnişinde, gençlerin asgari talepleri ve demokratik itirazları–her ne kadar son anda çark etmiş olsa da- başta CHP olmak üzere ana akım muhalefet tarafından, iktidarla aynı dilden konuşarak “değerlerimizin hassasiyeti” jargonuyla karşılandı. Ve tuttukları bu kirli pozisyonla, bir kez daha sefil siyasetlerini ve vaat ettikleri düzenin esasını açık ediverdiler. 

Cumhur İttifakı’nın ortakları Erdoğan ve Bahçeli’nin Boğaziçili gençlerin ailelerine seslenerek “evlatlarınıza siz sahip çıkın” çağrısı, Kılıçdaroğlu’nda da vuku bularak, dillerine pelesenk olmuş olan “iktidarın değirmenine su taşımayalım”, “aman AKP’nin ekmeğine yağ sürmeyelim” yakarışlarıyla ifade buldu. 

Her Şey Çok Güzel Olacak Ama… 

“Her şey çok güzel” olacak vaadiyle 31 Mart-23 Haziran yerel seçimlerinde, demokratik bir toplum özlemi ve arzusuyla ehvenişer oylarla halkçı güçler tarafından,  CHP’ye kazandırılan İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere, Kadıköy ve Maltepe yerel yönetimlerinde, belediye ve işçiler arasında yürütülen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması sonucunda, DİSK Genel-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu belediye işçilerinin “insanca yaşayacak bir ücret ve sosyal haklarda iyileştirme” talepleriyle başlattığı grevlerde yaşananlar da, bir kez daha restorasyon vaadinin ne olduğunu, “iyilik-kötülük” gözlüğü takmış bulanık gözlere bile ayan beyan kendini açık etmiş oldu.  

Sendikal bürokrasinin ve sistem içi sendikacılığın geldiği boyutlar başka bir yazının konusu olmakla birlikte, çürümüş sendika yönetimlerinin yarattığı boşlukların üzerinden manevra yapan CHP’li belediyeler sermaye çıkarları gereğince deyim yerindeyse elinden geleni ardına koymadılar… 

Öyle ya, ekonomik krizin ağırlaştığı, milyonlarca işsizin, yoksulun olduğu, üstelik pandemi koşullarındaki ülkemizde aldığı maaşa burun kıvırıp “şımarıkça” greve çıkmak da neyin nesiydi? Hele bir de muhalif belediyelerde greve çıkmak, AKP’nin ekmeğine yağ sürmek değilse neydi? Her şey çok güzel olacaktı evet ama şimdi sırası değildi…  

İşte tam da bu jargonun üstüne binerek politika yapan CHP, Kadıköy grevinden başlayarak Maltepe grevine, önce semt halkıyla işçileri karşı karşıya getirme manevralarına soyundu, yetmedi İmamoğlu öncülüğünde İBB eliyle, çöpleri toplamaya girişerek grev kırıcılık taktiğine girişti… Sosyal medya trollüğünden medet umdu… Yetmedi… Polisi ve kolluk güçlerini göreve çağırdı… Yetmedi… Çeteleri kışkırtıp, mafyatik yöntemlerle kumpas düzenleyip işçilere saldırdı… Ve daha nicesi… 

Sonuçta allem edip kallem edip, sendika yönetimiyle yürütülen Ali Cengiz oyunlarıyla işçilerin iradelerinin üzerinden atlayarak sahte zafer ilanlarıyla anlaşmaya varıldı… 

İşte restorasyoncu güçlerin Boğaziçi ve işçi grevleriyle imtihanı, işte restore edilmiş Türkiye filminin mini bir fragmanı… 

Restorasyon Cephesinin Sol Destekçileri 

İşte tam da burada, içerisinde bulunduğumuz kritik momentte sahnede çarpışan ve belirleyici olan iki seçeneğin faşizm ve restorasyon ikiliğiyle sınırlı olmadığını hatırlamak gerek… Muhalefet cenahında, pek parlak, geniş ve güçlü bulunmayan işçi sınıfı başta olmak üzere, halkçı güçlerin çıkış olasılığını, halkçı bir seçeneği gündemimize almak gerek… 

Rejim de ana akım muhalefet de statükosunun zorunlu kıldığı parlamenter ittifakı esas alıyor… Dolayısıyla faşizmin kurumsallaşmasına karşı, “en geniş demokrasi ittifakı” olarak makyajlanıp “parlak” bir seçenekmiş gibi sosyalist sola bile sirayet eden restorasyoncu güçlerden medet uman siyasi hesaplar, halkın çıkarları için “iyiye-güzele” dair hiçbir şey ifade etmiyor… 

Hani bu sıralar çok revaçta olan restorasyon cephesinin sol desteklerinin diline dolanmış olan “savaşımız iyiler ile kötüler arasında bir savaş” güzellemesi var ya… Ezilenlerin öfkesini seçim-sandık aritmetiğine sıkıştırıp, mücadeleyi iyiler ve kötüler arasında yapılacak bir sandık seçimine indirgeyenler. 

Hah işte önümüzdeki seçimler, daha doğru bir ifadeyle karşı karşıya olduğumuz mücadele “iyiler ve kötüler” arasında bir mücadele değil, sınıflar arası mücadele. Zaten siyaset de iyiler ve kötüler arasında vuku bulan bir mücadele de olmamıştır hiç tarihte… 

Dolayısıyla ne faşizm ne restorasyon, tek seçenek halkın kendi öz gücünde. O gücü örgütlü bir güce çevirebilmekte. Parlamentoya ve sandığa sıkışan bir seçeneğe değil, parlamentoyu da kuşatan kurucu bir mücadeleye ihtiyacımız var. 

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, farklı kimlikler, inançlar her şeye rağmen özgürlük ve adalet arayışını sürdürüyor ve her fırsatta kendini ifade ediyor. Tayin edici olan da halk güçlerinin mücadelesi olacak. 

Değilse, mevcut siyaset yapma anlayışı ve siyasi örgüt modelleriyle ülkenin seyrini değiştirmek mümkün değil. Geniş emekçi kitleler, ezilen ve sömürülen sınıflar, ortak, somut, asgari bir hedef ve program etrafında yan yana gelip, siyasetin etkin özneleri haline gelmeden, ülkenin seyrini kalıcı bir şekilde değiştirmek mümkün olmayacak…