Halkın Değil, Sermayenin ve İktidarın Çıkarını Güden Bir Medya Hâkim

El Yazmaları’nın Notu: Pandemi sürecinin başından bu güne medyayı analiz edip raporlaştıran ve “COVID-19 Sürecinde Türkiye Medyası”[1] adıyla yayımlayan Vahdet Mesut Ayan[2] ve Mustafa Aksoy[3] ile Türkiye’de medyanın durumunu, sağlık alanındaki özelleştirmeler ve sağlık iletişimini, hâkim olan medya dilinin nelere hizmet ettiğini konuştuk. Keyifli okumalar dileriz.

 

Covid-19 pandemisinde Türkiye medyasını ele alan oldukça kapsamlı bir araştırma yapıp raporlaştırdınız. Araştırmanızda, salgının başından bu yana geçen üç ayın belli günlerinde iktidar medyası, ulusalcı medya ve sol- sosyalist gazetelerin ve birkaç sitenin pandemi ile ilgili yapmış oldukları haberleri incelediniz. Pandemi sürecindeki medyayı değerlendirirken bu medya kanallarının iktidarla olan bağı üzerine söz söylemeden sağlıklı bir analiz yapamayacağımızı söylüyorsunuz. Bu noktada siz Türkiye’de medyanın iktidarla kurduğu ilişki ve dönüşen kurumsal yapısına dair neler söylersiniz?

Vahdet Mesut Ayan: Aslında bu oldukça kapsamlı bir konu, saatlerce konuşmak gerekir. Ama ben kısaca açıklamaya çalışacağım.

Medyanın, iktidarla kurduğu bağ aslında medyanın kapitalizmle kurduğu ilişkidir. Medya eleştirisi, aslında bir kapitalizm eleştirisi ile başlamalı. Bu kapitalizm eleştirisi içinde hem devlet hem burjuvazi hem de medya, dönüştürücü bir eleştiriye tabi tutulmalı diye düşünüyorum.

Pandemi dönemi üzerine hazırladığımız raporda da medyanın, iktidar ve sermayeyle bağını kurmamız gerekiyordu. Çünkü medya bunlardan bağımsız değil. Ana akım tartışmalarda medya hep dördüncü kuvvet olarak vurgulanır: Yasama, yürütme, yargı ve medya. Eleştirel iletişim çalışmalarında ise medya tam olarak sermaye ve devlete bağımlı bir haldedir. Dolayısıyla, Türkiye’de 1980’lerden sonra dönüşen medya yapısı, hem sermaye hem de devletle iç içe geçmesine neden oldu. Medyanın bu özelliği vurgulanmadan, herhangi bir medya çalışması ya da incelemesinin yapılamayacağını söyledik biz de raporumuzda.

Mustafa Aksoy: Yani özellikle, gazeteciliğin 80 sonrası dönemlerinde sadece sermaye değil devletle de birlikte hareket etmesi çok ilginç sonuçlar doğurmuştu. Yani gazeteciliğe baktığımızda, öyle kamu yararına haberlerden ziyade devletin sesi olduklarını görüyoruz. Hatta bazen devletin “sivri” gelebilecek adımlarını yumuşatıp halka böyle aktardıklarını görüyoruz. Sağlık haberciliğinde de böyle bu.

Bazı haberler, neredeyse sadece var olan iktidarı aklamak üzerine yapılıyor. Hepimiz görüyoruz hastane açılışı, yatak sayıları ya da süreçteki üstün başarı haberlerini. Burada aslında devletin sesinin, gazeteciler tarafından güzellenip halka ulaştırıldığını görüyoruz. Bu dönemde bu daha da açığa çıkmış oldu.

Sağlık iletişimi kavramı üzerinden incelediğiniz bu konuda, özellikle sağlık alanındaki özelleştirmelere değiniyor ve sağlığın bireyselleştirildiğinin altını çiziyorsunuz. Bunları biraz açar mısınız? Nedir sağlık iletişimi?

Vahdet Mesut Ayan: Aslında sağlık iletişimi, sağlıkla ilgili olan tüm haberlerin medyada verilmesi değil. Böyle anlaşılıyor olabilir, herhangi bir sağlık haberi sağlık iletişimi zannedilebilir. Ama böyle değil.

Sağlık iletişimi genel çerçevesiyle, kamu yararı gözeten, sağlık politikalarına eleştirel yaklaşan ve bu politikaların yine kamu yararına dönüştürülmesini sağlamayı hedefleyen bir iletişim. Yani burada haberlerin eleştirilmesiyle birlikte sağlık politikalarının da dönüştürülmesini amaçlayan bir iletişim türü.

Burada aynı zamanda sağlığın bireysel bir konu olmaktan ziyade toplumsal bir konu olması ön plana çıkıyor. Sağlık iletişiminin kuramsal çerçevesi aynı zamanda bunu da veriyor bize. Yani, sağlık sadece bireylerin sorumluluklarıyla halledilebilecek bir mesele değil toplumsal bir mesele olduğunu vurgulayan bir iletişim türü.

Mustafa Aksoy: Bu alanın literatüründe şu da var aslında: Sağlık alanında uzmanlaşmamış gazetecilerin bu haberleri yazması, çok sorunlu haberlerin ortaya çıkmasına sebep olabiliyor. Bu haberler, diğer habercilik alanlarından çok daha tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. Sonuç itibariyle doğrudan insan hayatına dair haberler üretilmiş oluyor çünkü. İlaç önerisi ya da alternatif tıp diye sunulabilecek herhangi bir haberde aslında ciddi sonuçlar olabilir. Sağlık haberciliğiyle ilgili, baktığımız haber sitelerinde, gazetelerde genellikle sadece duyulanı aktarma tutumu öne çıkıyordu. Hatta bunlar çoğu zaman manşetten bile verilebiliyor.

Korona sürecinin başında da bu tip haberleri çokça gördük. Uzman sıfatı altında birçok kişi virüse hangi besinin, bitkinin iyi geleceğine dair “bilgiler” veriyorlardı. Bütün haberlerde bunları görüyorduk. Ancak bunlar herhangi bir bilimsel denetimden geçmediği gibi ciddi bir editöryal süreçten de geçmiyorlar. Çünkü sağlık haberciliğiyle ilgili herhangi bir altyapı da yok gazetelerde.

Vahdet Mesut Ayan: Tabi bunun altında da ciddi bir ideolojik boyut var aslında. Şu ilacı kullanırsanız şu olur, egzersiz yaparsanız şöyle olur, bu besin sizi iyileştirecek… Aslında tamamen tüketim odaklı bir habercilik anlayışı var temelde.

Burada sağlık alanındaki özelleştirmelere de girmek gerekiyor. Çünkü medyadaki dönüşümle sağlıktaki dönüşüm aslında benzer süreçlerden geçtiler. Sağlık haberciliği de buradan etkilendi, etkileniyor doğal olarak.

Şöyle ki, 1980 sonrası Türkiye’de neoliberal politikaların yoğun olarak uygulanmasıyla beraber eğitim ve sağlığın özelleştirilmesiyle, medyadaki kurumsal yapının değişmesi aslında paraleldi. Dolayısıyla burada ilk soruya verdiğimiz cevapla, yani sermaye, devlet ve kapitalizmden ayrı düşünemiyoruz buralarda.

Sağlık sistemi özelleştirildikçe hasta, müşteri haline geliyor. Medya, şirketlerin ve iktidarın elinde oldukça da kamu yararını gözetmesi gereken haberler çıkar sağlayan malzemeler haline geliyor. Buradaki ilişkiyi gözden kaçırmamalıyız. Mesela Ethem Sancak. Hem bir medya kuruluşunun sahibi hem de bir ilaç firmasının.

Bütün bunları göz önüne aldığımızda, kamu yararının hem medyada hem sağlıkta geri plana itildiğini görüyoruz. Haberler metalaştırıldı. Bu durumda zaten sağlık haberciliğinin gözetilmesi pek mümkün değil. Sansasyon haberler, felaket senaryoları bu tarz habercilikte daha çok işe yaradığı için bunlar öne çıkıyor. Biz araştırmamızda da bunu gördük.

Mustafa Aksoy: Böylece de aslında kamu yararı, şirket yararına dönüşüyor.

Türkiye medyasının Covid-19 pandemisini ele alışında özellikle sansasyon haberlerin fazlaca yer edindiğini söyleyebiliriz. Bu elbette yeni bir şey değil. Bir tarafta içerisinde bilimsel hiçbir verinin olmadığı, herhangi bir kaynağa dayanmayan, “uzmanlarca açıklandığı” söylenen ama haber içeriğinde o uzmanlardan iz taşımayan haberler; onların yanında “Dünya bizi kıskanıyor”, “ Batı sınıfta kaldı”, “Herkes ülkemize gelmek istiyor” minvalinde içerikler üretiliyor. Bu haberler ne işe yarıyor? Kimin yararına hizmet ediyor?

Vahdet Mesut Ayan: Sağlık iletişimi meselesinde nasıl bireyselleştirme, tıbbileştirme, okuyucunun zihnini başka yana çeviriyorsa, buna hizmet ediyorsa; sansasyon meselesinde de öyle.

Ciddi bir süreç yaşadık, yaşıyoruz. Ve bu süreç iyi yönetilmedi. Esasında buna odaklanmak ve sağlık politikalarını eleştirmek yerine sansasyon içeriğiyle dikkatler başka yere çekilmeye çalışılıyor. Hâlbuki son yaşanan süreçte, Türkiye’nin, maske dağıtımından tutalım da sokağa çıkma yasaklarına kadar, hem sağlık politikalarında hem de iç politikalarda ciddi bir eleştiriye ihtiyaç var. Ancak böyle dönüştürülebilir. Bunların hiçbirinin yapılmadığı görülüyor medyanın genelinde.

Biz genellikle şöyle haberlere rastladık; hem sansasyonda hem de magazinleştirmede, Türkiye çok iyi, dünya berbat. Ama gerçekte bunun tam tersini yaşadık. Özellikle sokağa çıkma yasaklarında, iki saat öncesinden yasak ilan edildi ve orada bir kaos ortamı açığa çıktı. Daha sonra yine bir gün ilan edildi, birkaç saat sonra geri çekildi. Bu ciddi bir karmaşa esasında, yönetememe hali. Ama haberlerde bunlar yoktu. Bu noktada, kamu yararını güden medyanın, bu durumları eleştirip haberleştirmesi gerekir. Bunlar ana akımda yok elbette, incelediğimiz birkaç haber sitesi ve sol- sosyalist mecralarda ancak rastlayabiliyoruz bunlara. Diğerlerinde bolca sansasyon mevcut.

Bu haberler, dikkatleri başka tarafa çekerken, tepkileri de başka yöne çekmeye yarıyor.

Mustafa Aksoy:Bu kaos hali her yere yansıyordu. Mesela en son sokağa çıkma yasağı ilanından önce, Hürriyet gazetesi “artık yasak yok” başlığıyla çıkmıştı. Ama bu, o gün öğlen iptal edildi. Bununla ilgili tekzip bile yayımlanmadı. Bu en önemli şeylerden biridir gazetecilikte. Yanlış yapıldıysa ya da eksik bilgi varsa tekzip yayımlanır. Onu bile yapmadılar. Çünkü ne yapacaklarını onlar da bilmiyorlar aslında. Sadece atılan adımları –ne olursa olsun- överek haberleştiriyorlar. En çok mesela “koalisyon döneminde olsak başımıza neler gelirdi, iyi ki başkanlık sistemi var” gibi haberler gördük biz.

Bu süreçte yapılan haberlerle iktidarı yeniden yeniden kurmaya çalışıyorlar. Vurguyu sürekli “güce” yaptıkça, halkı da şükretmeye yönelttiler. Bu tarz haberlerde aslında tam olarak buna hizmet ediyor.

Salgının başından bu yana virüsün kaynağı hep bir “öteki” oldu. Önce yurtdışı geçmişi olanlar, sonra 65 yaş üstü oldu bu kişiler. Bunlara ek, bir yabancı düşmanlığı da iktidar yanlısı medya kanallarında özellikle işleniyor. Bunu, işlevsel bir araç olarak kullandıkları aşikâr. Neden hep bir başkası işaret ediliyor?

Mustafa Aksoy: Bu yabancı düşmanlığı her zaman var olan ve kullanılan bir şey oldu. İlk zamanlarını hatırlayalım salgının, Çin’de açığa çıktığı için hemen onlara mal edilmişti. Yeme alışkanlıkları gibi şeylere bağlanmıştı virüs. Donald Trump, uzun süre “Çin virüsü” dedi buna mesela, gazeteciler çokça uyarmasına rağmen. Ama Çin’den çıkmıştı ve orası “başka”ydı.

Burada da benzer şeyler yaşadık. Özellikle daha radikal-İslamcı medyada bunun daha sert hallerini gördük. Önce Çin son Avrupa’ya yayılması, Türkiye’ye gelene kadar birçok ötekileştirmeyi yerleştirmişti. Türkiye’de ilk vaka 10 Mart’ta görüldü, o güne dek Avrupa ile ilgili haberler hep “gavur Avrupa virüse yakalandı, İslam çatısı altındaki bizler korunuyoruz, hatta Avrupa diz çöktü” minvalindeydi. O yüzden buradaki ötekileştirme biçim değiştiriyor, ama her seferinde mutlaka uygulanıp pekiştiriliyor.

İktidar medyası, başka bir biçimde haber yazamıyor. Karşılarında illa bir düşman olmalı ve bütün haberler onun üzerinden şekillenmeli.

Vahdet Mesut Ayan: Burada aslında korona ile gelen ayrımcılığın, ötekileştirmenin, var olanlara eklemlendiğini söyleyebiliriz. Çünkü Batı düşmanlığı da kadın düşmanlığı da son dönemde ivme kazandı maalesef. Özellikle iktidar yanlısı medyada sürekli gördüğümüz bir şey bu. Tabi bunu hazırlayan da aslında iktidarın, toplumu kutuplaştırma politikaları ve bu içerikli söylemleri. Salgın sürecinde de aynı şeylerin devamını gördük. Böyle bir atmosferde yapılan haberler de doğal olarak bu yapının izlerini taşıyor.

Sağlıkta özelleştirmeler, sağlığın bireysel bir sorun haline gelmesine de neden oldu; bireysel sigorta, emeklilik vb. Bu bir devlet politikası, sorumluluğu olmaktan çıkıp kişilerin inisiyatifine kalan bir tercihe dönüştürüldü. Pandemi sürecinde hem iktidarın kullandığı dil hem de bunun medyaya yansımaları da bunu destekler yöndeydi. Hala da öyle diyebiliriz. “Evde kal” çağrılarından “3 altın kural”a kadar bütün sorumluluk vatandaşlara yükleniyor. Bir başarı varsa devletin sayesinde, sorun varsa vatandaş yüzünden oluyor böylece. Bu bireyselleştirmeye dair medyanın işlevi üzerine siz neler söylersiniz?

Vahdet Mesut Ayan: Bu da, sağlığın sistem içindeki dönüşümü ve kapitalizmle bağlantılı. Kapitalizm nasıl sorunları birey odaklı görüyorsa, toplumun içinden bireyi çekip çıkarıyorsa, sağlıkta da bu böyle oldu. Tüketim ve denetimle alakalı bu.

Tıbbın 19.yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında ciddi bir otorite haline geldiğini biliyoruz. Zamanla bulaşıcı hastalıklar sona eriyor ve kronik hastalıklar görülüyor. Burada tıptaki otoritede, Foucault’nun bilgi ve iktidar arasında kurduğu ilişkiyi görmemizi sağlıyor.

Sonuç ise şöyle oluyor: Bilgisi sorgulanamaz doktor, ilaç ya da egzersiz öneriyor. Mesela eğer stresliysen iyi uyuyamıyorsundur. Sadece bu cevapta bile, konunun nasıl bireye çekildiğini gösteriyor. Hâlbuki stres, sadece bireyle açıklanabilecek bir problem değil. Toplumla birlikte açıklamak gerekir. Kapitalizmle birlikte açıklamak gerekir.

Burada medya da buna ayak uydurdu. Bu, yani medya ve sağlığın sınıfsal olarak durduğu yer de bireyselleştirmeyi getirdi. Çünkü bu daha işlevsel olacaktı.

Mustafa Aksoy: Ben de birkaç örnekle destekleyeyim bunu. Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı ilk açıklama ve sonrasında slogan şuydu: “Hiçbir virüs, alacağınız önlemlerden daha güçlü değil”. Kendinizi ancak siz koruyabilirsiniz, mesuliyet tamamen size ait.

Mesela 10 Nisan günü, o ilk sokağa çıkma ilanı akşamındaki kargaşa halinde, Yeni Akit şu başlığı atmıştı: “Yaygaracılar dışarıda!” Burada şu görülüyor aslında; iktidarın verdiği karar sorgulanmıyor, kararlarda asla hata yok, tabiî ki sokağa çıkma yasağı ilan edildiyse bunun bir sebebi vardır ve koşulsuz uymak gerekir. Uymuyorsanız kabahat sizin, devlet elinden geleni yapıyor ama birey olarak siz uymuyorsunuz diyorlar.

Mesela maske takmak zorunlu diyorsun ama daha maskeyi dağıtamıyorsun. Bir de hep dışarıda olmak zorunda, çalışmak zorunda olan insanlar var. Onlarla ilgili mesela hiçbir ana akım gazetede haber yapılmıyor. Yapılsa dahi, sorunlar değil “gösterdikleri fedakârlık” öne çıkarılıyor.

Böylece aslında, “her şeyi de devletten beklemeyin” mantığı işletiliyor. Devletin üzerine düşenler konuşulmuyor da vatandaşın yere eldiven atması konuşuluyor.

Vahdet Mesut Ayan: Yani, hastalığın üstesinden gelmek istiyorsak herkes dikkat edecek. Bu tabiî ki tek başına yanlış bir şey değil. Elbette herkes böyle toplumsal bir problemde üzerine düşeni yapmalı. Sorun bunun tek başına öne çıkarılması ve devlet ya da sağlık politikalarının eleştirilmemesi.

Şimdi “normalleşme” günlerinde de bunu görüyoruz. Bakan, İstiklal Caddesi’nin fotoğrafını paylaşıyor. Bunu önemsiz bir şey olduğu için söylemiyorum ama. Tabi ki vatandaşlar da dikkat etmeli. Peki ama devlet? Maske dağıtılamıyor, ücretli izinler ayarlanmıyor, vatandaşlara destek verilmiyor, evinden çıkmak zorunda olanlar da görünmüyor ise orada problem vardır. Sadece Almanya’nın bile salgında sosyal destek için ayırdığı bütçeyi karşılaştırdığımızda deve ile pire kadar fark olduğunu görürüz. Burada bir de üstüne vatandaştan “bağış” toplandı.  Peki ama bunlar eleştirilmezse nasıl düzelecek politikalar?

Türkiye, pandemiden önce de krizlerle boğuşuyordu. Pandemiyle birlikte birçok kriz daha da belirginleşti, zemin daha da kırılganlaştı. Özellikle ekonomik kriz, pandemi koşullarının da eklenmesiyle iyice derinleşti. Ancak başından bu yana sermayeden taraf duran iktidar, “normalleşme” ile birlikte kimin yanında durup kimi ölümle baş başa bıraktığını tekrar göstermiş oldu. Medya da bunu destekler nitelikte bir rol oynuyor diyebiliriz. “Krizin faturası”, “Zarar büyük” gibi söylemlerle çıkan haberlerin işaret ettiği şeyler itibariyle önemli olduğunu düşünüyoruz. Sizce bu dilin öne çıkarılma sebebi ne ve neyi öne çıkarıyor bu söylemler?

Vahdet Mesut Ayan: Öncelikle sanıyorum, iktidarın, pandemi sürecinin başındaki paketlerine dönüp değinmek gerekiyor. Bu paketlerin içine baktığımızda kredilerin öne çıktığını görürüz, özellikle burjuvazi ve küçük burjuvaziye yönelik. Ya da var olan kredileri ertelemeler vardı. Bu paketlerdeki temel saik, burjuvazinin bu süreci sıkıntısız ve daha az zararla atlatmasıydı. Sonuçta iktidar da bir takım burjuva kanatların temsilcisi, elbette onu koruyacak.

Öbür taraftan, ekonomik kriz zaten vardı Türkiye’de ve pandemi ile beraber derinleşti. Burada ana akım haberlerde ise çoğunlukla şunları gördük biz: “Evet, sizin durumunuz kötü de işte koca futbol kulüpleri de batıyor, aynı gemideyiz.” Arka planında aslında, krizin faturasını halka çıkarmaya hizmet ediyor bunlar bence. Gelin bu krizin altından birlikte kalkalım diyor. Ama aslında asıl büyük sermayeyi kurtarma derdinde.

Ve daha ileride gelecek olan zamlara da hazırlıyorlar toplumu. Her krizde böyle olmuştur yani fatura halka çıkar ve halk da çeşitli yollardan buna hazırlanır. Medya da bunun zeminini hazırlar belli şekillerde.

Buradaki süreç aslında paradoksal ilerliyor. Yani kriz toplumsallaştırılırken, emekçi kesimin üzerine yıkılırken; öbür taraftan sorumluluk bireye yıkılıyor.

Mustafa Aksoy: Ve aslında senin o anki yoksulluğunu, çaresizliğini de meşrulaştırıyor öbür taraftan. İnsanlara, “Herkes bu durumda dayanın” diyorlar. Hatırlarsınız, bir dönem insanlar tanzim kuyruklarında isyan edip domatesin fiyatından yakınırken, Erdoğan “Sen bir mermi kaç lira biliyor musun?” demişti.

Son olarak, medyada yaşanan sorunlar elbette pandemi süreciyle birlikte açığa çıkmadı. Türkiye’nin özgür basın ile ilgili karnesi uzun zamandır oldukça kötü. Halkın bilgi alma hakkını, kamu yararını gözeten bir medya hakim değil. Ancak buna dair de seçeneklerimiz var. Siz, medyanın geleceği, olması gereken ve bunun nasıl inşa edilebileceği üzerine neler söylersiniz?

Vahdet Mesut Ayan: Bunu aslında bütün bir röportaj boyunca kısmen konuşmuş olduk. Medyanın şu anki dönemi, sadece AKP dönemiyle ilgili bir problem değil öncelikle. 80’li, 90’lı yıllarda da medya özgür değildi. Merkez medyadan bahsediyorum elbette. Mesela katliamlar, faili meçhuller ya hiç verilmez ya da bambaşka biçimlerde verilirlerdi. O dönem askerin arkasında dizilirdi merkez medya kurumları. Aslında o zaman da özgür ya da kamu yararı güden bir medya yoktu. Ama bunu sadece merkez medya için söylüyorum yoksa o dönemde de birçok sol, demokratik yayın vardı, Kürt siyasal hareketinin medya ağları vardı, herkes bir yandan bir şeyler de yapmaya çalışıyordu yani.

Şimdiye uzanıyor bu durum. O zaman askerin ardındaydı medya, şimdi Saray’ın ardında. Buradaki temel mesele, başta söylediğim gibi medyanın devlet ve sermaye ile kurduğu ilişkide yatıyor. O halde, medyanın durumunu düzeltmenin yolu da bu ilişkileri dönüştürmekten, kırmaktan geçiyor. Ancak o zaman özgür medya olur.

Tabi buna gelene kadar, alternatif medya da kendi durduğu yerden akıyor. Araştırmada da birçoğunu incelemiştik, özellikle bu süreçte çok arttı bu. Bunlar, gazetecilik yapma amacıyla oluşturuluyorlar.

Genel anlamda, bu çaba olumlu elbette. Ama tek başına da yetmez, bütünlüklü bir mücadele içerisinde özgürleşir medya çünkü.

Mustafa Aksoy: Bu şartlar altında zor elbette bağımsız habercilik yapmak. Ama alternatifleri de görmek, güçlendirmek gerekir. Çünkü çok fazla baskı var. Mesela daha iki gün önce Özgürüz.org kapatıldı. Birçok mecra da gün gün kapanmaya devam ediyor. Bu kapanmalarda politik durumlar etkili elbette. Bazı dönemlerde ana akım diyebileceğimiz yerlerden de iyi işler çıkabiliyordu, kısa süreli bir rahatlama dönemlerinde özellikle. Bu da yine konjonktürle alakalı. AKP’nin ilk yıllarında böyleydi mesela, kimler kimler çıkıyordu kanallara, tartışmalar yapılıyordu. Mesela Keşke Olmasaydı diye program vardı, zulüm görmüş bütün solcuları çağırıyorlardı. Herkes de anlatıyordu. Tuncel Kurtiz’in de vardır hatta öyle bir programı. Şimdi ama esamesi bile okunmuyor böyle programların. Düşünemiyoruz bile böyle programları. Suni, dar bir alan açıyorlar kanallarda, o da herkese değil.Oradan program yapıp demokratik olunduğunu savunuyorlar. Ama öyle değil elbette.

Seslenilen alan gittikçe daralıyor gibi gelebilir. Ama mutlaka bir çatlak bulup ses çıkarıyor gerçek anlamda habercilik yapmak isteyenler.

Vahdet Mesut Ayan: Genel olarak bir ekleme ile bitirmek isterim aslında. Bu araştırmadan öğrendiğim şu: Bugün medyayı ve sağlık iletişimini kavramak için kapitalizmin ve sağlık alanının dönüşümünü görmeliyiz. Medya, devlet ve sermayenin etkileşimli bir ilişkileri var. Bu ilişki dönüşmediği sürece de sanıyoruz bu devam edecektir.

Mustafa Aksoy: Ülkede habercilik pratiği zaten çok iyi değildi. Bu, salgın sürecinde de devam etti. En temel haber öğelerini bile göremiyoruz merkez medyada. Ve medyanın büyük bölümü bunların elinde. 5N1K kuralından ikisine bile rastlasak şaşırıyorduk bu medyanın haberlerinde, ama onlarda sansasyon ve ajitasyon dışında bir şey yok. Tık haberciliği ile işliyor süreç. Bu araştırmada da bunun bolca örneğini görüp, pandemi gibi ciddi bir süreçte bile kamunun değil sermayenin yararının gözetildiğini raporlamış olduk.

[1]Raporun tamamına https://halagazeteciyiz.net/2020/06/16/covid-19-surecinde-turkiye-medyasi/ linkinden erişebilirsiniz.

[2]Vahdet Mesut Ayan, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Araştırma Görevlisi iken “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı bildiriye imza attığı için 1 Eylül 2016’da 672 sayılı KHK ile üniversitesinden ihraç edildi. Doktorasını AKP-Medya İlişkileri üzerine yaptığı çalışmayla tamamladı. Yordam Yayınları’ndan çıkan AKP Devrinde Medya Âlemi adlı kitabın yazarıdır.

[3]Mustafa Aksoy, 1984 Diyarbakır doğumlu. 8 Temmuz 2018’de yayınlanan 701 sayılı KHK ile Selçuk Üniversitesi’ndeki görevinden ihraç edildi. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde doktora eğitimini sürdürmektedir.