“Yuva Metalaşırken, Yaşam Alanları Ekonomik Değere Tahvil Edildi”

 Kuzey Ormanları Savunması ve İstanbul Kent Savunması’ndan Aktivist Yazar Cihan Uzunçarşılı Baysal ile İstanbul’daki kent politikalarını, yerel yönetimleri, kentlerin dönüşümü ve mega projeleri konuştuk.

El Yazmaları: AKP yerel yönetimlerden merkezi iktidara geldiği günden itibaren yaptığı kentsel politikalara ve ortaya çıkardığı ürünlere, ortaya koyduğu pratiklere ilişkin bugünden baktığımızda nasıl bir değerlendirme, nasıl bir çerçeve çizeriz?

Şimdi şöyle söyleyeyim: seksenlerde, Türkiye’nin bu neoliberal ekonomiye eklemlenmesini, ANAP zamanı Özal döneminde, kent politikaları bakımından, İstanbul’dan baktığımızda da Dalan döneminde çok sert bir şekilde yaşamaya başlamıştık. İstanbul’u küresel kent yapma ihtirasının startı ANAP dönemi diyelim. 

1994’te Milli görüş çizgisi, AKP’nin öncülü, Refah Partisi, iktidara geldiği zaman Tayyip Erdoğan da bu küresel kent vizyonunu devam ettirdi ama İstanbul’un Osmanlı geçmişini parlatarak, İslami bir küresel kent tasavvurunu neoliberal kenti vizyonuna yamayarak bunu gerçekleştirdi; aksi takdirde bindiği dalı keserdi.

Şimdi Erdoğan ne diye geldi, gecekonduların oyunu alarak ve gecekondudan çıkan bir aday olarak geldi.

94 seçimlerinde tüm diğer adaylar bu küresel kent vizyonuna sarılırken Erdoğan mesafeli durduydu. 

Milli Görüş çizgisinde, Refah’ın politikasında küresel kente ciddi bir karşı çıkış varken biz Erdoğan, Gürtüna, Topbaş dönemlerinde de İstanbul’u küresel kent yapma vizyon ve ihtirasının, kenti markalaştırma çabalarının devamını ve zaman içinde de kentin bir şantiyeye, talan alanına dönüştürülmesini gördük.

Kenti dönüştürürken, kendi yandaş sermayesini de besledi ve büyüttü. O arada biz kent ve mekânında şunları görmeye başladık: şaşalı Fetih kutlamaları ve daha sonra da 1453 müzesinde her ziyaretçiyle yeniden fethedilen bir İstanbul(!), ilk Ramazan çadırları ve toplu iftarlar, turizmin merkezi Sultanahmet’in Ramazanlarda turistik bir Ramazan mekânına dönüştürülüşü, alkolden arındırılmış nitelikli ve ucuz yemek sunan belediye işletmeleri ve elbette el altından hibeler, yardımlar… Bu şekilde de kendi seçmenini memnun etti.

Şimdi şunu çok güzel bağdaştırdı; kendi çıktığı yapı küresel kente karşıydı, ama öte yandan marka kenti, Osmanlı İstanbul’u üzerinden işleyerek İslami kodlu bir İstanbul üzerinden kenti markalaştırmak, itirazları da kapatıyordu. 94 seçimlerinin kazanılmasıyla gündeme düşen ‘’İstanbul’un ikinci fethi’’ söylemini hatırlayalım.

İstanbul’u marka kent yapıp sermayeye pazarlama çabalarıyla Osmanlı zamanının ihtişamına geri dönüş, ikinci fetih böylece üst üste oturarak bugünkü talan ve yağmanın da meşruiyetini sağlayan ayaklardan biri oldu.

Kenti dönüştürürken, kendi yandaş sermayesini de besledi ve büyüttü. O arada biz kent ve mekânında şunları görmeye başladık: şaşalı Fetih kutlamaları ve daha sonra da 1453 müzesinde her ziyaretçiyle yeniden fethedilen bir İstanbul(!), ilk Ramazan çadırları ve toplu iftarlar, turizmin merkezi Sultanahmet’in Ramazanlarda turistik bir Ramazan mekânına dönüştürülüşü, alkolden arındırılmış nitelikli ve ucuz yemek sunan belediye işletmeleri ve elbette el altından hibeler, yardımlar… Bu şekilde de kendi seçmenini memnun etti.

2002’de merkezi iktidara da gelişiyle birlikte kentler üzerinden talan, yağma politikaları artık çok daha rahatlıkla ve çekincesiz uygulanmaya başlandı. 2010 Avrupa Kültür Başkenti sürecini hatırlayalım. İstanbul şıklaşıyor, ne güzel oluyor dönüşüyor diye görüldü. Oysa biz ne yaşadık? Sulukule Tarlabaşı’ndan başlayan Ayazma ile devam eden mahallelerin yıkımlarını, mahallelinin onlarca yıldır yaşadıkları yerlerden çeperlere sürgün edilmesini yaşadık. İktidar eliyle, sermayenin kenti kendi hâkimiyet alanı kıldığı, kentte oturanların kent üzerindeki, kendi mahalleleri, yaşama alanları üzerindeki iradelerinin hiç sayıldığı, kentsel mekânın sermayenin arzu talepleri doğrultusunda ve tamamen rant odaklı, birikim odaklı dönüştüğü bir döneme girdik ki ben bu gidişatı otokrasi ilk kentsel mekândan inşa edildi diye yorumluyorum 

Öte yandan, Erdoğan, 94’te belediye başkanı olduğunda Taksim ile ilgili olarak söylediğinden hiç vazgeçmedi; öyle düşünüyorum. Şöyle açıklayayım: 94’te Taksim Camii tartışmaları olduğu zaman çok önemli bir sözü vardır: “Buraya gelen herkes burasının bir Müslüman kenti olduğunu anlayacak”

Şimdi ilk günden baktığımız zaman o hayalin nasıl gerçekleşmekte olduğunu sadece Taksim Camii üzerinden değil, dönüştürülen her yerde, en son Yassıada’da gördük.

Her yere bir camii ve aynı zamanda da bir toplumsal mühendislik yapacak şekilde kentsel mekânın dönüşümü: Millet bahçeleri, kıraathaneler de bunun bir parçası. Keza Çamlıca’ya kentin her yerinden hemen her yerinden görülen bir mega camii dikmenin anlamı herhalde ibadet olmasa gerek. Oradan baktığımızda evet bir Müslüman kendinde olduğunu her yerden gösteriyor.

Sadece rant merkezli değil, aynı zamanda mekânların dönüştürülerek muhafazakâr bir kente dönüşümü de artık rahatlıkla mekân üzerinden gözlemleyebiliyoruz. Tabii burada toplumsal bir mühendislik de yapılıyor, çünkü mekân bizi değiştirir, mekân insanı dönüştürür.

Mesela cumhuriyet döneminde de bir toplumsal mühendislik vardı. Orada da geniş kamusal alanlar ile birlikte halkın görünürlüğü özellikle kadının öne çıkması, geniş parklar… Biz de burada şimdi ne görüyoruz? 

İkinci fetihle, mekân üzerinden de milliyetçi muhafazakâr İslami bir toplumun şekillendirilirişini görüyoruz. 

Merkezi ekonomi politikalarını anlatmama gerek yok.  İşçinin üzerindeki baskıları, oradan başlarsak bir sürü özelleştirmeleri cumhuriyet tarihinde şimdiye kadar görülmedik sayıda özelleştirmeleri ve satışları, devletin üretim alanlarından çekilişini, inşaat emlak sermayesinin yükselişini ve İnşaat ya Resulullah! Sürecini de kent politikalarında görüyoruz.

İlk 2011’de ortaya atılan mega projeler de talan ve yağmanın son noktası.

Özellikle bu 3 projeyi köprü, kanal ve havalimanını söylememe gerek bile yok. Zaten Gezi’ nin itirazlarından birisi de bu mega projelerdi.

Kentin son bakir alanlarını sermayeyi açan rant projeleriyle karşı karşıyayız. Ekonomiyi oradan yürütüyor. Devamlı kentsel dönüşüm görüyoruz. Kentsel dönüşüm mahallelerde durdu. 2015’ten beri çok giremiyor. Biz artık kentsel dönüşümü daha çok bina bazında görür olduk. Şimdi ne diyor? Tekrar başlatacak. Düğmeye basıyor, mecbur ekonomi oradan nefesleniyor.

Başka türlü üretemiyor ve bu bağlamda çok önemli bir şey daha yaşıyoruz. Yuvanın, evin çok şiddetli bir şekilde metaya dönüştürülüşü, yaşam alanının ekonomik değere tahvili.  Yani tamamen değişim değeri üzerinden bir konut politikası yürütülüyor Yatırım olarak faizleri aşağıya çektiği için insanlar tasarruflarını konuta yatırmayı seçiyor.  Konuta yatırım yap, elinde tut, sat veya kirala. İstanbul’da artık önemli bir boş konut stoku olduğu söyleniyor. Keza biliyorsun yabancılara da elverişli şartlar sunuldu ki bu stoklar erisin, 250 bin dolara mülk alan artık vatandaş. Ama boş konut stoku artarken, öbür taraftan erişilebilir, ucuz ödenebilir şartlarda konutlara erişemeyen, kiralık konut bulamayan da bir sürü insan var ve belki bir sürü evsiz görmeye başlayacağız. Sürdürülemez bir gidişata doğru savrulduğumuzu düşünüyorum.

El Yazmaları: Yaşanan tahribatlara baktığımızda geri döndürülemez süreçler de var. Kanal projesinden köprüye 3. havalimanına kadar, hem kentsel hem ekolojik alanı tahrip eden politikalarını görüyoruz. İstanbul gökdelenlerden oluşan bir şantiye kente dönüştü.

Ancak en son yerel seçim kampanyasında 11 maddelik bir beyanname yayınlandı ve AKP seçmene yatay mimari vaadinde bulunduğu bir dizi şey sıraladı.  Bunun Türkçe meali nedir acaba?

Kentin içindeki araziler tükendi artık.

Hem yatay mimari diyor, hem de mahalleye geri dönüş diyor. TOKİ’ler, gayri insani koşullarda insan siloları. Onlar barınma ihtiyacını karşılayan insan siloları. Konut değil, gerçek anlamı ile insan hakları bağlamından baktığımızda ne yaşama alnı ne konut. Eleştirilere karşı şimdi mahalleye dönüş diyor.

Şimdi yapacağı şeyi şu, defalarca da söyledim, yazdım.

Bu yatay kentleşme diye işaret ettiği yer Kuzey Ormanlarıdır. Oralara yönelik bir sürü lüks konut projeleri olduğunu biz daha önceden de biliyoruz. Rafa kaldırılan bir yeni İstanbul Projesi var Karadeniz kıyısında, o sonra rafa kalktı. Erdoğan, herhangi bir politikasına itiraz olduğu ya da zamanı elverişli olmadığında onu rafa kaldırıyor ama tekrar indirmek üzere. Yakınlarda duyuru yaptı kanalla ilgili ve ayrıca yeni kentlerden bahsetti; onların birinden bu yeni İstanbul çıkabilir.

Yeni İstanbul Projesi çok enteresandır, onun videoları ve görsellerinde bahsettiğim muhafazakâr kent vizyonunu görüyorduk. Projenin mimarı şöyle diyor “kapıların hepsi Mekke’yi açılacak” ortada bir büyük cami olacak ve hilal formunda yerleştirecek evleri, böyle enteresan bir şeyleri vardı. Dolayısı ile bu tarz kentlere doğru gidişatı göreceğiz, Duabileștirme diyoruz, Dubai’de yapıldığı gibi görseli öne çıkartan, imajı öne koyan işte biz de böyle ama İslami Osmanlı imajlı kentler göreceğiz.

Körfez ülkelerinden ve muhafazakâr üst gelir gruplarına yönelik yeni yatay kentler. Bu şekilde yatay kentlerle Kuzey Ormanlarının yeni bir talanı başlayacak diye düşünüyorum,  ama kentin içindeki bu yükseltilere de illaki devam edecektir, kentin içinde yatay gelişecek yeri de kalmadı bitirdi.

Şimdi mahallelere göz dikiyor.

Oralarda da şimdi dediğim gibi hukuki süreçlerdi, direnişlerdi, itirazlardı 2015’ten bu yana biraz dönüşümü durdurmuş vaziyette.

Bir de tabi TOKİ’nin yaptıklarına mahalle diyor. Öyle mahalle yaratılmaz. Yani mahalle ben yaptım al sana mahalle olmaz. Mahalle işte burası bir mahalle. Benim burada doğduğum büyüdüğüm mahallem.

Burada insan ilişkileri var, bir sürü dostluk var, dayanışma, o mekândaki anılar var, o mekânın bana söylediği kokusuna kadar yani o yanından geçtiğim hanımelinin kokusuna kadar anımsattığı bir sürü şey var. Mahalle böyle bir şeydir. Yerel ile bağlantı böyle bir şeydir. Yani bir yerelliğe bağlanmak öyle ben geldim yaptım işte gel sana ben mahalle yaptım, siz de burada komşuluk yapın “cici cici oturun”la olmaz maalesef.

El Yazmaları: Tam da söylediğin noktadan senin de konuşmalarında ve yazılarında sık sık atıfta bulunduğun Lefebvre’nin “mekân toplumsal bir üründür” sözüne ben de atıfta bulunarak sormak istiyorum; Demokratik bir kent ya da demokratik bir kent toplumunu yeniden nasıl ve hangi karşı mahalle pratikleriyle inşa edebiliriz? Bu mümkün mü?

Tabi mümkün.

Dünya üzerine baktığımız zaman aslında oralardan da çok öğreneceğimiz çalışmamız gereken deneyimler var.

Ne kadarı çalışıyor bilmiyorum da şöyle bir şey: Dünyada da yani bu gidişatın artık sürdürülemez olduğu, çünkü her yerde kentsel arazilerin müthiş bir rant yaptığı ve işte David Harvey’in bahsettiği bu sermayenin ikinci birikim süreci dediği artık üretimden kazandığını neye yatırıyor yatırımına burada kent arazilerine yatırarak birikimine birikim kattığı bir süreçteyiz burada.

Bir de tabi ki sadece metalaşması değil, kentsel arazilerin finansallaşması sürecini de yaşıyor dünya. Buna da biz de girmek üzereyiz zaten. İmar hakkı borsasını getiriyor artık. Bono gibi mahallelerin parçaları konutların parçaları satılacak vesaire. Yani neyse şöyle söyleyeyim:  Dünya bunu yaşadığı için ve bu işte kentsel ayrışmayı yoksulun kentin dışına püskürtülüp kent merkezinin sermaye ve üst gelir gruplarına göre tanzimini yarattığı bu gayrı adil anti demokratik kentleri, bu artan evsizlik karşısında katlanarak artan boş konut stokundaki adaletsizliği vesaireyi yaşadığı için, artık insanlar bunu sorgulamaya başladı. Yani biz nasıl bir kentte yaşamak isteriz?

Berlin’de ciddi bir kiracı direnişi var.

Bu anti demokratik gayri insanı metalaşmış kentlere karşı itirazlar yerellerden ve ilerici yerel yönetimlerden geliyor. Mesela Amerika’da ilerici yerel yönetimler dayanışmacı kentler ağı kurdular, mültecilere de kapılarını açan sığınmacı kentler diye bir ağ bu. Trump’un mülteci karşıtı politikalarına karşı ciddi olarak, “hayır biz mültecileri kabul edeceğiz, kapılarımızı da açacağız’’ diyorlar.

Şimdi tabi bunun örnekleri her yerde sorgulanıyor.

Barcelona’da mesela çok önemlidir, seçimler yakında, Ada Colau tekrar kazanır mı kazanmaz mı bilmiyorum, ama inşallah kazansın.

Bir konut hakkı aktivisti, mortgage yasalarına karşı mücadele etmiş, hatta hapse dahi girmiş, bir konut hakkı aktivisti kadın geldi, belediye başkanı oldu. Yaptığı ilk işlerden biri şuydu: bu kent turistlerin kenti değil, burada yaşayanların kentidir, dolayısıyla burada yaşayanın söz sahibi olması lazım. Kentini kullanması lazım. Bu yüzden mesela beş yıldızlı otel inşaatını yasakladı, bankalara dedi ki bir sürü boş konut stoku tutuyorsunuz spekülasyonla. Vergi alacağım yoksa kiraya açın bunları, vesaire.

Berlin’de ciddi bir kiracı direnişi var.

Bu anti demokratik gayri insanı metalaşmış kentlere karşı itirazlar yerellerden ve ilerici yerel yönetimlerden geliyor.

Mesela Amerika’da ilerici yerel yönetimler dayanışmacı kentler ağı kurdular, mültecilere de kapılarını açan sığınmacı kentler diye bir ağ bu. Trump’un mülteci karşıtı politikalarına karşı ciddi olarak, “hayır biz mültecileri kabul edeceğiz, kapılarımızı da açacağız’’ diyorlar. Dolayısıyla biz de yerelliklerden birçok olumlu şeyi birlikte örebiliriz. Biz de demokrasiyi yerel yönetimlerden başlayarak, içinde yer alarak ve elimizi taşın altına koyarak gerçekleştirebiliriz.

Mesela çok çok basit bir şey, biz kent bostanlarını çoğaltmalıyız.

Kent merkezlerinde yeşil alanları çoğaltmalıyız. Bunun için baskı yapmalıyız. Bostanı sadece sebze meyve üretmek için demiyorum; orada yan yana bir şeyi üretirken dayanışmayı kurarısınız, hiçbir şey yapmasanız, birbirinize dokunursunuz, ortak amaçlarda buluşursunuz. Kent bu değil midir? Konut kooperatifleri, sosyal konutlar için de çalışmalıyız. Sadece mülk olarak sosyal konut değil, ucuz kiralık sosyal konut ki bir zamanlar Avrupa’da çok vardı. Şimdi hepsi özelleştirildi ve işte onları nasıl geri getiririz diye şimdi düşünmeye başladılar. Bu neoliberal kente karşı, ayrıştırıcı, gayri adil,  kenti yok eden ve çoğulculuğu da yok eden kente karşı bunları yaratabiliriz. Çünkü kentte her sınıf her dilden her cinsten her kesimden insan olması lazım aksi takdirde kent olmaz ve bunu ancak ucuz, ödenebilir şartlarda bir kont politikasını önceleyerek başarabilirci.

Biz git gide başka bir kente doğru gidiyoruz.

Yani bir kent sadece üst gelir gruplarına açıldığında sadece onların ihtiyaçlarına göre tanzim edildiğinde kent olmaktan çıkıyor. Buna karşı, kentin kullanım değerini önceleyen, birlikte olmaktan keyif alabildiğimiz alanları bedava oturabileceğimiz alanları yaratmalıyız ki böyle bir kentti İstanbul, bunu kaybediyoruz

Aynı şekilde mahallelerden örgütlenerek yerel yönetimlerin bütçeleri ile stratejik planlamalarına müdahil olmak gerek. Mesela biz Gezi forumlarını tekrar canlandırabiliriz. Mahallelerde biz o forumlar üzerinden temsiliyetler örüp yerel yönetimlerle çalışabiliriz. Kent konseylerinde belediyenin illaki bizi dinlemesini sağlayabiliriz. Kentin üzerinde irademizi de, söz hakkımızı da göstermemiz gerek çünkü bu bizim kentimiz. Yerelliklerde umut olduğuna inanıyorum. Ve bu sürecin de aslında muhalefete öğrettiğine inanıyorum. Kendi kişisel deneyimimden biliyorum. İlçe belediyesini önceki ziyaretle bu ziyaret arasındaki karşılanma farkımızdan anlayabildiğim için onların da bize ihtiyacı var o bakımdan bunu yaratabiliriz.  Yurtdışı deneyimleri de öğrenmemiz çalışmamız lazım, hatta ve hatta bilgi alışverişinde bulunmalıyız. Barcelona ve birkaç kent, korkusuz kentler birliğini kurdular. Şimdi mesela buralara bizim yerel yönetim temsilcilerimiz gidip katılsa oradan deneyim alsa hele şu iklim krizi çağında her felaketin musibetin bir hayrı de oluyor. Bu iklim krizi felaketinde de biz artık başka bir kenti, başka bir ekonomiyi, başka bir dünyayı düşünmek zorundayız.

El Yazmaları: Malum yerel seçim sürecindeyiz. İstanbul, 23 Haziran’da yeniden sandığa gidecek. Nasıl bir yerel yönetim sorusu ışığında bu ülkede yaşayan yurttaşlar olarak kent hakkı, kent politikaları noktasında ilk talepler neler olmalı?

Tabii ki en başta, kentin demokratik bir kent olmasını istiyoruz.

Demokratik bir kent olacak ki, o kentte benim sözüm olacak ve o kentte benim iradem olacak. Şimdi demokratik bir kent olmasının en önemli göstergelerinden biri nedir? Kentin kamusal alanıdır. Ne kadar çok o kentte insanların birlikte olabildikleri öteki ile rastlaşabildikleri, karşılaşabilecekleri onu yadırgamadıkları mekânlar çok olursa, o kentte yan yana da o kadar çok durulur. Dolayısıyla biz mesela AKP döneminde bu kentsel kamusal alanların çitlenmeleriyle karşı karşıya geldik.

Ama az önce söylediğim üzere, bostanda üretirken yan yana olmak. Mesele orada sebze-meyve yetiştirmek değil, yan yana bir işlem yaparken karşındakini dinleyerek de yol almak, öteki ile de buluşmak ve yan yana bir politikayı örmek. Mekânların ne şekilde tanzim edildiği çok önemli, elimizden alınan kamusal alanların yeni baştan tanzimini talep etmeliyiz.

Bu kent herkesin kenti olmalı: engellinin, kadının, sadece insanların değil sokak hayvanlarının, kuşların, börtü böceğin kenti olmalı. Bu kent aynı zamanda ayrımcılık yapmadan herkesi içine almalı. Bir LGBTi bireylerden engellilere yoksula hepsini içine alan bir kent olmalı. Kadınlar için çok önemli. Geceleyin kadınların rahatlıkla sokağa çıktığı bir kent olabilmeli. Mekânların kadınlara göre tanzim edildiği bir kent olmalı. Yani korkmadan her grubun kentte var olabildiği bir kent olmalı.

Lefebvre, kent hakkının iki ayağı var diyor, biri katılımcılık.

Bu ille de şunu demez: Gidin politika yapın.  O ama o kentin nasıl yaratıldığı üzerine senin bir söz hakkının olmasıdır. Kentsel mekânın üretimi yeniden üretimi tasarlanması üzerinde kentlilerin söz hakkıdır. Yani bir yere tanzim edeceksen, dönüştüreceksen çok iyi niyetle bile yapıyorsan, önce bana soracaksın. Çünkü kent benim kentim.

Haklar kenti olmalı, herkesin hakkına saygı duyan bir kent olmalı. Herkes derken yine burada sokak hayvanlarını ayırmadan söylüyorum, yani o kentin canlılarını söylüyorum, ağaçlarına kadar. Yaşam hakkına saygı duyan bir kent olmalı. Ekolojiye, çevreye, tarih kültür varlıklarına saygı duyan ve koruyan bir kent.

Bunlar için de en başta tabii ki bizim talebimiz bir yerel yönetimden bizi o kendi politikalarının içine katması. Demokratik bir kenti inşa etmemiz için kent politikalarının içinde yer almalıyız.

Lefebvre, kent hakkının iki ayağı var diyor, biri katılımcılık.

Bu ille de şunu demez: Gidin politika yapın.  O ama o kentin nasıl yaratıldığı üzerine senin bir söz hakkının olmasıdır. Kentsel mekânın üretimi yeniden üretimi tasarlanması üzerinde kentlilerin söz hakkıdır. Yani bir yere tanzim edeceksen, dönüştüreceksen çok iyi niyetle bile yapıyorsan, önce bana soracaksın. Çünkü kent benim kentim.

Tabi bu zor bu uzun soluklu bir süreç. Bunu hepimizin kabul etmesi lazım. Ayrıca biz Barcelona değiliz, öyle bir deneyimimiz yok.

Bizim tek deneyimimiz Gezi. Onun için Gezi’ye biz gözümüz gibi bakmalıyız. Dönüp dönüp düşünmeliyiz. İçindeyken ben hep onu düşündüm. İçindeyken ne olduğunu fark etmeden yaşadık, şimdi geriye dönüp baktıkça değerini anlıyoruz. Orada neler öğrendiğimizi bilemedik, şimdi anlıyoruz çok şey öğrendiğimizi. Onun için bizim tek deneyimimiz Gezi. Oradan da alınacak çok şey var. Gezi’de kalmak değil, biz forumları bitirdik, dayanışmalara savunmalara dönüştü. Onlar da etkisizleşti. Onları diriltmek, kentsel mekânı demokratikleştirmek canlandırmak demokrasiyi onlar eliyle canlandırmak ve tabi herkesi katmak… Bunu yaparken de onu da ısrarla söyleyeyim, sadece kendi siyasi görüşümüzden olmamalı bu çok önemli.