Hürlüğe Övgü*

Yaklaşık 40 yıldan sonra bir Rus uçağının İsrail’in “etkisiyle” düşürülmesi, Suriye’deki cihatçıların son sığınakları İdlip’te bir süre daha “kalmaları” ve on yıllar sonra İran ordusuna kendi toprağı Ahvaz’da saldırılması Ortadoğu’da bir dönemin final bölümü olacak olan “yeni” döneme başladığımızı gösteriyor. Uzun, kanlı ve oldukça çetrefilli geçeceği görülen bu dönem, fiili ve kuvve öznelere çok çeşitli olasılıklar ve fırsatlar sunuyor.

Geçtiğimiz aylarda İran, Irak ve Ürdün’de sokaklara dökülen kitlelerin yoksulluk, yolsuzluk ve ölüme karşı haykırışları, “savaş haline” yönelik kıpırdanmalarının başlangıcı olarak görülmeli. Nitekim bu kıpırdanmalar diğer Ortadoğu ülkelerine de irili ufaklı olarak sıçramış halde

Uçağın “düşüşü”

Geçtiğimiz günlerde “düşen” Rus IL-20 uçağının failine dair çeşitli iddialar bulunmakla birlikte müsebbibinin İsrail olduğu konusunda neredeyse herkes hemfikir. En önemli varlık sebebi emperyalizmin ileri karakolu olma olan İsrail’in bu müsebbipliğinin yardımcı rolünde ise Fransa var. Bu ikilinin ABD’nin yönetmenliğinde rol aldığını söylemek abes olmaz.

Suriye’nin doğusunda sıkışan ABD’nin İsrail öncülüğünde yapılan bu saldırıyla savaşın düzlemini bir üst seviyeye, yani bölgesel güçler arasındaki savaştan bölgesel-küresel güçler arasındaki savaşa yükseltmeye karar verdiği görülüyor. ABD, başarısız olduğu bu alt düzlem yerine, etkisini ve gücünü daha fazla fiilen koyabileceği bir üst düzlemde sonuç almayı hedefliyor. Rusya’nın kendi başına bu düzlemde ona karşı koyamayacağını ve bunun için de Çin’den askeri ve ekonomik yardıma ihtiyaç duyacağını da hesaplıyor. Böylece Çin ile olan ticari savaşını askeri düzleme taşıyıp, Çin’i daha zayıf olduğu “askeri” cepheden yıpratmak istemeyi de hedefleyecektir.

Rusya’nın Suriye’ye S-300’leri yerleştirmesi, Rusya ve Çin’in ortak askeri tatbikatı, İdlip’teki Uygurlar’dan kaynaklı Çin’in İdlip’e müdahale isteği de ABD’nin restinin görüldüğünü gösteriyor. Böylece küresel güçlerin Ortadoğu’daki askeri mevcudiyetlerinin daha da fazlalaşacağı ve bunun sonucunda da gerilimin had safhada olacağı bir sürece girmiş durumdayız. Özcesi uçağın “düşüşü”  namluların ısısının karşılıklı olarak  “yükseltilmesi” ile karşılanıyor.

İdlip n’olacak?

Uçağın düşüşünün bir diğer boyutu da Türkiye ile Rusya arasında sağlanan İdlip “anlaşmasından” hemen sonra gerçekleşmesi. İdlip’i salam dilimleme (salami slicing) taktiğiyle sonlandırmayı planlayan Rusya, anlaşmayla birlikte bıçak olma görevine İran ve Suriye’yi değil Türkiye’yi uygun görmekte. Rusya Türkiye’yi çeperinde tutmaya devam etmeyi ve müttefikleri İran ve Suriye’nin yıpranmamalarıyla birlikte savaştaki inisiyatiflerini arttırmalarını engellemeyi sağlamaya çalışıyor. Dolayısıyla İdlip’in “şu andaki” statüsü, “ilerideki” çözümün “şimdi” gerçekleşmesine nazaran Rusya için daha tercih edilebilir. “Şu andaki” statünün maliyetinin özellikle Türkiye’ye yüklenmesinden dolayı, “ilerideki” çözümün maliyetinin şu andaki çözümün maliyetine nazaran daha az olacak olması Rusya için oldukça çekici. Bundan dolayı da Rusya maliyetin “rahatça karşılanabileceği” bir seviyeye inmesine kadar Türkiye’ye süre tanıyacaktır.

Diğer yandan Türkiye de bu maliyeti tek başına karşılamamak için, kimyasal saldırıya cevap vereceklerini ilan eden “Batı”ya hızla döndü. ABD ile Münbiç ve Fırat’ın doğusu konularında  “anlaşmazlıklar” sürse de İdlip, “bu taraf” için son kale. Dolayısıyla “bu tarafın” İdlip’in çözülmemesi için iç “anlaşmazlıklarını” geriye iterek “karşı taraf” ile karşı karşıya gelmekten imtina etmeyecekleri akılda tutulmalı. Sonuç olarak ise İdlip’te, diğer bölgelerdeki çözümün aksine, inisiyatifi elinde tutan Rusya ve ittifaklarının gücü kadar “Batı”nın müdahale şekli ve şiddeti de belirleyici olacaktır.

İran-ABD “savaşı”

Batı’nın iç “anlaşmazlıklarının” yaşandığı İran konusunda da giderek aynı çizgiye yaklaştıkları görülüyor. Nükleer anlaşmasının iptali ve yaptırımlar ile İran’ın Ortadoğu’da genişleyen nüfuzunu kesmenin ilk adımlarını atan ABD’ye önce “karşı çıkan” AB, İran’dan yatırımlarını çekmeyi hızlandırmakta. Total gibi petrol şirketlerinin yatırımlarını çekmesi ve Kasım ayında ABD’nin doğalgaz ve petrol yaptırımlarının başlayacak olması, İran’ı özellikle ekonomik olarak oldukça zorlayacaktır. Üstelik ham petrol fiyatının varil başına 100 dolara yaklaşırken uygulanacak olan bu yaptırımlar ile İran, hem ülke dışındaki “askeri” operasyonların hem de içerideki “huzursuzlukların” giderilmesi için gerekli olan önemli bir kaynaktan mahrum bırakılacak ve ekonomik açıdan kıskaca alınmış olacaktır.

Ahvaz’da yapılan saldırı da İran’ın askeri açıdan kıskaca alınmasının bir boyutu. Dera, Yemen, İdlip’te görüldüğü üzere dışarıda frenlenen İran’ın Ahvaz saldırısı ile de içeriden sıkıştırılmasına başlanmış oldu.

İran ise bu askeri ve ekonomik kıskacı, nüfuzunu siyasi açıdan sürdürerek aşmayı çabalıyor. Irak’ta Mukteda el-Sadr ile Hadi el-Amiri’nin anlaşması, ABD’nin cumhurbaşkanı olmasını “çok istediği” Bahram Salih’in kendisine yakın olan KYB’ye tekrardan girmesini sağlaması bunun göstergesi. İran’ın “dışarıda” sağlayacağı siyasi nüfuz, “içerideki” askeri ve ekonomik “saldırıları” aşması için gerekli yoğunlaşmayı ve enerji sağlayabilir. Nitekim Erbil’deki İran-Kürdistan Demokrat Partisi’ne füzelerle saldırarak alarmda olduğunu gösterdi. Fakat Ahvaz saldırısı İran’ın sistematik ve düzenli saldırılara karşı koyabilme kapasitesine yönelik soru işareti uyandırdı. İran’ın kısa vadede ABD’nin saldırılarına karşı koyabilse de orta vadede oldukça sıkıntı yaşayacağı görülüyor. Bu “savaşın” gidişatında şiddetin “sürekliliği” belirleyici olacaktır.

Hürlüğe doğru

Kapitalizmin yapısal krizinin derinleşerek devam etmesi, sadece ABD’nin dünyanın tek hâkimi olma hayallerini yıkmakla sınırlı kalmıyor. ABD’nin gücünün sınırlılığından dolayı oluşan çatlakta kendilerine alan açılan küresel güçler de, kapitalizmi aşan bir perspektif ve faaliyete haiz olmamalarından kaynaklı giderek kendi güç sınırlarına yaklaşıyorlar. Bunu sürdürebilmek için de “savaş hali”, “kaotik durum” oldukça işlevli. Nitekim yukarıda bahsedildiği üzere savaş halinin küresel güçler seviyesine sıçramasında da hiçbir beis görmemekteler.

Fakat geçtiğimiz aylarda İran, Irak ve Ürdün’de sokaklara dökülen kitlelerin yoksulluk, yolsuzluk ve ölüme karşı haykırışları, “savaş haline” yönelik kıpırdanmalarının başlangıcı olarak görülmeli. Nitekim bu kıpırdanmalar diğer Ortadoğu ülkelerine de irili ufaklı olarak sıçramış halde. Savaş halinin baskınlığı bu kıpırdanmaların şimdilik yayılmasını engellese de, Buazizi’nin kıvılcımı tekrardan kendini duyumsatıyor. Sonuç olarak Ortadoğulu devrimcilerin savaş halinin yarattığı zeminden “hürleşerek”  kendi zeminlerini yaratmaları ve bu zeminden doğru savaş haline müdahale etmelerinin imkân ve fırsatları uç vermekte. Bunun gelişip serpilmesini ise hürlüğe doğru yapılacak koşu belirleyecektir.

Bu minvalde koşunun öncüllerinden Ramin Hüseyin Penahi, Zanyar Muradi ve Lukman Muradi’yi saygıyla anıyoruz. Başta Arap halkının yiğit evladı Mithatcan Türetken, genç kadın mücadelesinin çalışkan karıncası Hatice Göz ve enternasyonalizmin simgesi Max Zirngast olmak üzere bütün siyasi tutsaklar bir an önce serbest bırakılmalıdır.

* Bu yazı ilk olarak 8 Ekim 2018 tarihinde sendika.org sitesinde yayınlanmıştır.

Başlık Beethoven’in 9. Senfonisi’nin son bölümüne de ismini veren Schiller’in “Neşeye Övgü” şiirinden esinlenilmiştir. Kimi rivayetler göre şiirin asıl adı  “Ode an die Freiheit” (Hürlüğe Övgü) sansürden dolayı “Ode an die Freude” (Neşeye Övgü) olarak değiştirilmiştir. Dönemin koroları ve şairlerin de bu şiiri okurken Freude’yi Freiheit olarak söyledikleri de rivayet edilmektedir.

Herbert von Karajan şefliğindeki versiyonu tavsiye edilir:

https://www.youtube.com/watch?v=QfrAXZC7GKA