Ataerkil Kapitalizmin Günümüzde Kadın Bedenine Ve Emeğine Dönük Saldırıları

Emperyalizmin girdiği hegemonya krizi, kapitalist ekonominin derinleşerek devam eden krizi, doğanın içerisinde bulunduğu ekolojik kriz ve bu krizlerin yarattığı alt kriz dinamikleriyle birlikte dünya, çok yönlü bir yapısal krizin içerisinde.

2008’de Finans Kapitalin merkezinde başlayan kriz çevre ülkelere yayılarak devam etmişti. Fakat kapitalizmin geldiği toplumsallık düzeyi düşünüldüğünde ve alt yapı  üst yapı arasındaki ilişkiler nedeniyle krizin ekonomik alanda sınırlı kalması mümkün değildi. Dolayısıyla bir domino etkisiyle birbirini tetikleyen, bir köşede durup varlığını unuttuğumuz birden fazla kriz dinamiğini harekete geçirdi.

Kapitalizm yapısı gereği içerdiği çelişkiler nedeniyle, her dönem böyle şiddetli krizler yaşamış; bu krizlerden çıkabilmek adına da “yaratıcı yıkıcılığının”, yıkıcılık sınırlarını epeyce zorlamıştır.

Neo-liberalizm de işte böyle bir dönemin kurtarıcı görevini üstlenmiş ekonomik-politik bir yönelimdir.

70’li yılların başında Şili’de, 80’lerde İngiltere ve ABD‘de toplum üzerinde Şok Doktrinleri uygulayarak hayata geçirilen bu politikalar sayesinde; Büyük Bunalım sonrası azalıp artan bir ivmede devam eden, ikinci dünya savaşının sonlarına doğru yeniden şiddetlenen ekonomik krizin önüne geçildi ve/veyahut bu kriz ertelenebildi. Hatta bu dönemden sonra liberal yazarlar öyle ileri gittiler ki, bu dönemi kapitalizmin “altın çağı”, “tarihinde sonu” olarak nitelendirebildiler. Artık liberalizm ya da onun iliştirilmiş hali olan neo-liberalizm önünde hiçbir ideolojik alternatifin bulunmadığı öngörüsüyle…

Öyle ya Sovyetler yıkılmıştı; kâğıt üzerinde hala komünist olan Çin dünyanın en büyük ikinci kapitalist ülkesi olma yolunda hızla ilerliyordu.

Ama kapitalizmin “altın çağı” çok uzun sürmedi… Her seferinde çok daha karmaşık, çoklu ve daha yıkıcı krizler yaşanmaya devam etti.

İçerisinde bulunduğumuz güncel kriz dinamikleri de böyle tarihsel bir içerikten besleniyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu kriz çoklu bir kriz ve her kriz dinamiği birbirini kışkırtıp beslediği için de, tek başına neo-liberal politikaları derinleştirerek aşılabilecek ya da ertelenebilecek gibi durmuyor.

Yani devletten daha bağımsız bir serbest piyasa ekonomisi geliştirmek ve/veya devlet ve devlet kurumlarını neo-liberal politikaların ve ekonominin çıkarlarına uyum sağlayacak şekilde yeniden dizayn etmek bu kez yeterli olmayabilir. 

Üstelik neo-liberalizmin dünya üzerinde yarattığı tahribat; derinleşen eşitsizlik, yoksulluk, ekolojik yıkım ve savaşlar büyük oranda geri dönülmez sonuçlar yaratmış ve yaratmaya da devam ediyorken…

Krizin ötelenebilmesi veya krizden bir çıkış mümkün mü henüz bilemeyiz. Lakin krizden çıkış için bir çok “yıkıcı önlem” alındığı/alınacağı ve bu önlemlerin tarihsel karakterini korumakla birlikte her zamanki içeriğinden daha farklı olacağını kestirebiliyoruz.

Bu yıkıcı önlemlerde en önemli politik yönelimlerden biri; ataerkiyi  neo-liberal ve muhafazakâr politikalar ile bütünlüklü bir ilişki içerisinde ele almak. Ya da şöyle diyebiliriz: Neoliberal ve muhafazakar politikaların ataerkil karakterini daha fazla öne çıkarmak.

Ataerkiyi kapitalist ilişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkmamış emek ve üretim süreçlerine dayalı; kendi sistematik eğilimleri ve dinamikleri olan; tarihsel olarak kapitalizm tarafından devralınmış ve onun maddi temeliyle eklemlenmiş bir sistem olarak tariflemek mümkündür

Ataerkil iktidarın maddi temeli, kadınların yeniden üretim ilişkileri içerisinde ki emek gücü ve beden kullanımı üzerinde ki erkek denetimidir. Kapitalizmde ise üretim ilişkilerinin maddi temeli, burjuvazinin işçi sınıfının emek gücünü satın almasına dayanır.

Bu yüzden şöyle bir çıkarım yapmak yanlış olmayacaktır. Ataerki ve kapitalizmin tarihsel paradoksu; birisinin kadın emeğine ev içinde erkeğin; diğerinin meta üretim ilişkileri içerisinde patronun el koymasını öncelemesidir.

Bugün hala kapitalizm ve ataerki kendi özgül dinamikleri olan iki ayrı toplumsal sistem ve üretim sistemi olmalarına rağmen, yukarıda bahsettiğimiz tarihsel olgu bir paradoks olmaktan çıkıp, birbirini dengeleyen ve besleyen bir tutarlılığa dönüşmüştür. Özellikle emeğin yeniden üretim sürecinin 17 yy ve 19 yy ile birlikte tamamen aile içine ve kadının ücretsiz emeğine zincirlenmesiyle birlikte…

Bu tutarlılık kapitalizmin, ev emeğinden, kadının ikinci cins konumundan ve işçilerin özel birimler halinde yaşamalarından sağladığı yararla açıklanabilir. Çünkü erkek egemenliğinin bu özel ezme ve ezilme ilişkisi sayesinde; kadınların ev emeği sorumluluklarına bağlı olarak ucuz iş gücü havuzu oluşturur, emek gücü istikrarlı ve sağlıklı bir biçimde yeniden üretilir ve bu tür tek eşli, heteroseksist aile örgütlenmesi tüketimi arttırır. Bu yüzden artık bu ikili ilişkinin sistematiğini Ataerkil Kapitalizm olarak da tariflemekten çekinmeyiz.

Buraya kadar ısrarla kapitalizmin erkeğin “kadın” üzerinde kurduğu hegemonyadan, kadının ikinci cins konumundan beslenmeye devam ettiğinden bahsetmeye çalıştık. Aynı zamanda krizden çıkış için, neo-liberal ve muhafazakâr politikalarla katmerlenmiş bir gericilikle bunu yapmakta olduğundan. Bunu basitçe Kapitalizmin ve Ataerkinin kurduğu tarihsel ilişkilerle açıklamak ikisinin ve ilişkilerinin de geldiği aşama itibariyle yeterli olmayacaktır. Dolayısıyla kadın emeği ve bedeni üzerinde kurulan bu tahakkümün derinleşmekle birlikte neoliberal ve muhafazakar politikaların etkisiyle bir takım değişimlere de maruz kaldığını örneklerle anlatabilmek derdindeyiz.

Derinleşen ve Yenilenen Şiddet, Baskı ve Sömürü Biçimleri

Ataerkinin ve Kapitalizmin o muazzam ortaklığının kadınlara ve kadınların mücadelesine yönelik saldırıları her gün yeni bir biçim alıyor, yeni bir kılık değiştiriyor. Sinsice hayatlarına sızan bu yenilenmiş, derinleştirilmiş şiddet, baskı ve sömürü politikalarıyla kadınlar, her gün hapishaneden farksız bir dünyaya gözlerini açıyorlar.

Bu politikaların öne çıkan belli başlı sonuçlarını ve yönelimlerini ele alacağız. Emperyalizmin yarattığı savaş ortamları, artan kadın cinayetleri ve şiddetin derinleşen yüzü, kadın emeğinin kullanımındaki değişimler…

Emperyalizmin saldırgan politikaları yüzünden Ortadoğu, Afrika gibi bölgelerin birer savaş coğrafyasına dönüştüğünü, bu savaşlarda erkekler kadar savaşmayan kadın ve çocukların da topluca katledildiğini; ortada “normal standartlarda” bir savaş olmasa dahi erkeklerin birçok ülkede sadece bir yıl içerisinde yüzlerce kadın öldürebildiğini, öylece bir anda söyleyiversek abartmış olur muyuz?

Bugünden Ortaçağlara dönüp baktığımızda bu tarz katliamların kadın tarihine yabancı olamadığını biliriz. Mesela 15 yy ve 17 yy arasında “Cadı Avları” olarak erkeğin tarihine (his story: History) not düşülen dönemde bu katliamların birer kadın katliamı olduğunu ve kapitalizmin gelişiminde kilit roller oynadığını biliyoruz. Özellikle emeğin yeniden üretim sürecinin tarihsel gelişiminin ve  ilksel birikim sürecinin bir parçası olan “Cadı Avları” bugün de başka biçimlerde devam ediyor.

Evet, hegemonya krizinin ve emperyalizmin bitmez tükenmez sömürü tutkusunun yarattığı savaş ortamları benzer kadın katliamlarının önünü açıyor ve yaygınlaştırıyor. IŞİD gibi erkek egemenliğinin en gerici ve vahşi yüzü Ortadoğu’da yine aynı hegemonya savaşlarının bir sonucu olarak ortaya çıkabiliyor. Böyle bir terör örgütünün öne çıkan en acımasız yüzü kadınlara yönelik katliamları, taciz ve tecavüzleri ve kadınları seks kölesi olarak kullanması olabiliyor.

Bu savaşların bir sonucu olan kadınlar açısından yeni olmayan fakat hiçbir zaman bu denli yakıcı olmamış “göçmenlik/mültecilik” durumu da bir başka şiddet ve sömürü aracı olarak kullanılıyor.. Göçmenliğin bu süreçte tetiklenen bir başka alt kriz dinamiği haline geldiğini söylemeliyiz. Kadınlar göç yollarında ve sığındıkları ülkelerde bin bir türlü farklı ezilme ve sömürülme biçimlerine maruz kalıyor. Tecavüz, cinayet, yoksulluk, zorunlu seks işçiliği kadınların ve çocukların etrafını en çok savaşlarda ve göçmenlikte kuşatıyor. 

Son yıllarda özelde Türkiye’ye, genelde dünyaya baktığımız zaman; erkek egemenliğinin bu derece kışkırtılmasıyla birlikte kadın cinayetlerinde ve çocuk tecavüzlerindeki artış da şiddetin derinleşen yüzü olarak incelenmesi gereken bir durum. Bunun bir artış olmadığı zaten var olduğu, medya platformlarının ve iletişim araçlarının gelişimiyle birlikte giderek görünür olmaya başladığı gibi bir iddia da var. Elbette kadın mücadelesinin ve diğer iki faktörün gelişimiyle birlikte daha görünür olmuştur. Fakat Uluslararası Af Örgütü gibi örgütlerin 2000’li yıllardan bu yana kadına yönelik ayrımcılık, şiddet ve cinayet gibi raporlarını incelediğimizde bu rakamların yer yer nasıl bir artış içerisinde olduğunu gözlemleyebiliriz.  Ataerkil Kapitalizmin her türlü devlet kurumları, inanç kurumları ve erkekler eliyle tahakküm altında tuttuğu kadın bedenine, düşüncelerine, cinselliğine yönelik baskıcı ve ayrımcı politikalar, kadına yönelik her tülü şiddetin ve kadın cinayetlerinin artmasındaki en büyük neden.

Bir diğer kuşatma  alanı da kadınların duygularını, düşüncelerini, eylemlerini ve mücadelesini bir pazarlama aracına dönüştürmeleri. Son yıllarda hızla yaygınlaşan feminist reklam anlayışıyla hayatımıza hızlı bir giriş yaptı: Piyasacı Feminizm. Kadın bedeninin metalaştırıldığı eğlence, kozmetik ve tekstil sektörlerinin reklam kampanyaları ve satış politikaları feminist söylemlere dayanır hale geldi. Bir yandan kadını güçlü göstereceğiz diye çabalayan, kadın cinayetlerine dikkat çekmeye çalışan bu reklamlar, öte yandan kadınlara yeni sınırlar çiziyor ve aslında kadına yönelik şiddetin gerçek nedenlerinin üstünü örtüyor. Feminizmi kişisel bir tercihe indirgeyip, mücadeleyi politik içeriğinden uzaklaştırıyorlar. Tüm bu yeni reklamlar ve yeni ürünler; öncekilerin kabaca yaptığını daha inceltilmiş ve yenilenmiş bir biçimde yapıyor. Kadının düşüncelerini, cinselliğini, duygularını, ne giyineceğini, nasıl davranacağını yeniden ve sermayenin çıkarlarına uygun şekillendirmek istiyorlar.

Mesela feminizmin giderek popülerleşmesi ile birlikte ortaya çıkan üzerinde “Ben feministim, Bir feminist buna benzer” yazan tişörtler nasıl üretiliyor dersiniz? Geçtiğimiz yıl The Mail On Sunday’de yayınlanan bir araştırma yazısına göre, Mauritius’da bu tişörtleri üreten kadın işçiler, 16 kişilik koğuşlarda kalıp saati 62 Pennye çalışıyor. Fakat bunlar bütün dünyaya 45 Pounda satılıyor. Kadınları ayrıştırıp, feminizmi içermeye çalışan bu tarz yönelimler yeni değil fakat hiç bu kadar saldırgan olmamıştı.

Hâlihazırda, emeğin yeniden üretim sürecinin üretici gücü olan kadınların ev içerisinde ücretsiz iş gücü olarak kullanımı ve toplumsal alanda kadının ikinci cins konumunun getirdiği eşitsizliğin piyasa da ucuz, esnek, güvencesiz iş gücü olarak kullanımı kapitalizme muazzam bir artı değer kazandırıyordu.Ama küresel sermayenin içinde bulunduğu ekonomik krizle birlikte, kadın emeğine el koyan bu iki durum güçlendirilmekle kalmadı çeşitli emek tahakkümü biçimlerine de temel oluşturmak için kullanıldı. Mesela “parça-başı iş” gibi yeni enformel bir sektör yarattı.

Kapitalizm, üretim süreçlerini fabrikalardan yan sanayilere kaydırıp, fason üretimi yaygınlaştırıyor. Bu yeni üretim süreçlerinin ev içine yansımasıyla her ev birer fabrikaya dönüştürülüyor.

“Parça başı üretim” ile kadınlar ev işleri dışında kalan zamanlarını da evin içerisinde yaptığı “parça başı işlerle” dolduruyor. Yani kadının “boş zamanlarını” bile kullanarak, muazzam bir emek sömürüsünün önünü açıyor. Kapitalizm ataerkiden aldığı güçle, kadını ev içerisinde ürettiği emeğe yabancılaştırıp, bu emek sürecini değersizleştiriyor. Ürettiği emeğe yabancılaşan kadın; evde “boş boş oturmak” yerine aile bütçesine katkı için, eş, anne ve bakıcı rollerini devam ettirebileceği işlere yöneliyor. “Parça başı” işçiliği, bugün iki ev kadınından birinin tercih ettiği bir işçilik… Üstelik sadece Türkiye’de değil, dünyanın bir çok ülkesinde bu sektör giderek yaygınlaşıyor.  Ne kadar iş yaparsanız o kadar çok kazanırsınız. Üretilen ürün başına sabit bir ücretlendirme yapılıyor. Haliyle ücret belli ise, emekçi emek gücünü elinden geldiğince yoğun bir şekilde kullanıyor. Dolayısıyla parça-başı işçilik ile hem emeğin denetimine gerek kalmıyor, hem de iş günü sınırları ortadan kalkıyor. Bunu yanı sıra, sağlık güvencesi, öğle yemeği ve servis masrafları gibi karşılanması gereken yükümlülükler ortadan kalkıyor. Böylelikle esnek çalışma koşulları, güvencesiz ve uzun iş saatleri olan yaygın bir enformel sektör ortaya çıkıyor. Kapitalizm, parça başı üretimle atölyeler aracılığıyla gerçekleştirilmesi gereken üretimi sigorta, yemek, atölye kirası gibi giderlerden kurtulmak için “ev kadınına” yaptırıyor. Emek sömürüsünün en çok yoğunlaştığı alan olarak ailenin ve kişi-cinsiyet olarak kadının kapitalizmin yıkılmasında ne kadar önemli bir rolü olduğunu ve kadın mücadelesinin neden anti-kapitalist bir çizgisi olması gerektiğini yukarıda bahsettiğimiz derinleşen ve yenilenen sömürü ve şiddet biçimlerinden daha iyi anlayabiliriz.

Dünyanın bir çok ülkesinde bu politikaların kısmen veya bütünüyle benzerlik gösterdiği kanısına, yükselen kadın hareketinin hangi taleplerle sokağa çıktığından yola çıkarak varabiliriz.

(1) Bkz. Francis Fukuyama, Tarihin sonu ve Son İnsan (İstanbul: Profil Yayıncılık, 1992).

(2) Gülnur Acar Savran, Beden Emek Tarih-Diyalektik Bir Feminizm İçin (İstanbul :Pusula Yayıncılık-Kanat Kitap, 2009), 40.

(3) Bkz: Silvia Federici, Caliban ve Cadı (İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2012).

(4) Ben Ellery, 62p AN HOUR: What women sleeping 16 to a room get paid to make Ed and Harriet’s £45 ‘This Is What A Feminist Looks Like’ T-shirts, The Mail On Sunday, 1 Kasım 2014.  http://www.dailymail.co.uk/news/article-2817191/62p-HOUR-s-women-sleeping-16-room-paid-make-Ed-Harriet-s-45-Feminist-Looks-Like-T-shirts.html