Savaş ve “Sabır”

Geçtiğimiz yılın son çeyreğinde Orta Doğu’da harlanan savaş ateşi büyümeye devam ediyor. Savaş ateşinin büyüme hızı, önceki dönemlerin aksine, atılan onlarca oduna rağmen düşük bir oranda seyrediyor. Oranın düşüklüğünde ise küresel hegemonlar ile bölgesel ve yerel güçler arasındaki egemenlik mücadelesinin oluşturduğu hassas dengelerinin payı büyük. 

İsrail Savaşı Büyütmek İstiyor 

Bölgedeki savaş ateşinin baş suçlusu olan İsrail, Gazze Şeridi’ne bütün gücüyle saldırmayı sürdürürken ateşi büyütmeye de çalışıyor. 

Geride bıraktığımız yılın son günlerinde İran Devrim Muhafızları’nın Suriye’deki komutanı Seyyid Razı Musavi’yi vuran İsrail, geçtiğimiz günlerde Hamas Siyasi Büro Başkan Yardımcısı Salih el Aruri’yi de Beyrut’ta öldürdü. Bu iki olayın ardından eski Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’yi anma töreninde gerçekleşen iki bombalı saldırıda 103 kişi öldü.  

Özel hedeflere ve sembollere gerçekleştirilen bu saldırılar İsrail’in çok yönlü politikalar izleyerek bölgede hegemon güç olmayı hedeflediğine işaret ediyor. 

İlk olarak İsrail, hamlelerinin hepsini askeri saldırılarla yapmasının da gösterdiği üzere uzun süredir beklediği savaş ateşini bölgeye yaymak istiyor. 

Kendisini ABD emperyalizminin ileri karakolu olarak var eden ve süreç içerisinde savaş makinesine dönüşen İsrail’in, Suriye ve Yemen’deki savaşların durması ve İran ve Suudi Arabistan arasında gelişen ilişkilerden dolayı bölgede savaşın ateşinin düşmesi nedeniyle “varlık nedeni” ve “güç kullanma meşruiyeti” bölgede sorgulanmasına neden olmuştu. Bu sorgulanma ülke içine de sıçramış ve Yahudi halkında Netenyahu şahsında ırkçı ve işgalci Siyonist rejime yönelik tepkilerin ve eylemlerin çoğalmasını sağlamıştı.  

Gazze’ye başlatılan saldırılar ise sorgulamaların bir süreliğine dinmesini sağlasa da kapatamamış durumda. Üstelik Gazze’de sonuca varılamamış olması ve Netenyahu’nun savaştan istifade ederek faşizan yasaları geçirmeye çalışması dışarıda ve içeride tepkilerin tekrar başlamasına neden oldu.  

Bu durum İsrail yönetimini sorunların üstesinden gelebilmek için dışarıdan destek almaya itiyor. Fakat küresel güçler arasındaki hegemonya mücadelesi İsrail’in müttefikleri olan ABD ve “Avrupa”nın destek vermeye razı olmalarına pek de izin vermiyor. “Rıza”nın olmamasına karşılık ise İsrail “zor”u devreye sokmakta. Nitekim İran ve Suriye’de İranlı hedefleri vurmakla ABD’yi, Lübnan’da Hizbullah’ın kontrolündeki mahallede Hamaslı yöneticiyi öldürmekle de Fransa’yı zorla savaşa dahil etmeyi amaçlıyor.  

İsrail amacını gerçekleştirmek için “zor”un yanında “havucu” da ihmal etmemekte. ABD’nin bölgenin egemen küresel gücü olma niteliğini korusa da nüfuzunu kaybetmesi, Suudi Arabistan ve BAE gibi müttefiklerinin Washington’un uyarılarına rağmen Çin ve İran ile ilişkilerini gerçekleştirmeye devam etmesi gibi nedenler İsrail’in gösterdiği yolun ABD’de ses bulmasına neden oluyor. Her ne kadar Biden yaklaşan seçimlerin etkisiyle İsrail’e bir an önce operasyona son verme çağrısı yapsa da ilerleyen süreçte hem Pentagon’un hem de Biden karşıtı neo-conların seçime doğru artan baskıları ABD’nin bölgedeki savaş ateşine dahil olma olasılığını artırıyor. Diğer yandan Rusya ve Çin’in bölgedeki nüfuzlarının askeri ve ekonomik açıdan sürekli artması da Washington’un bu yola girmeye zorluyor. Dolayısıyla Biden süreci ağırdan almaya çalışsa da zorunluluklar ABD’yi “zor”a doğru meylediyor. 

Bölgedeki hegemonyasını büyütmek için Güney Lübnan’da tampon bölge yaratmak isteyen İsrail’in bu amacı için seçtiği partner Lübnan’ı iliklerine kadar sömürmüş olan Fransa. Afrika’daki birçok sömürgesinden kovulan Fransa, son yıllarda Lübnan’a “özel” ilgi gösteriyor. AB içindeki egemenliği önemli oranda Alman sermayesine kaptıran Fransız sermayesi için Orta Doğu pazarı ve kaynakları iştah kabartıyor ve bu da İsrail’in davetini Paris’in memnuniyetle karşılamasını sağlıyor. Diğer yandan Fransa’nın askeri gücünün sınırlılığı ve banliyöler ile işçi sınıfının son yıllarda gösterdiği mücadeleler iştahın kapanmasına da neden olabilir. Fakat Fransız sermayesinin semirmek zorunda olması “risklere” rağmen “zor”a doğru meyletme olasılığını artırıyor. 

Hülasa iki ülkenin “meyillerinin” farkında olan İsrail için önümüzdeki süreçte “zor”u zorlayarak ateşi ve ateşe katılanları büyütmekten başka bir ana strateji bulunmuyor. 

İran’ın “Sabrı” 

İran ise Aksa Tufanı’nın ardından yaptığı açıklama ve hamlelerle uyguladığı “stratejik sabır” politikasını Musavi’nin vurulmasının ardından yapılan “uygun yerde ve zamanda cevap verileceği” açıklamasıyla sürdürüyor.  

Filistin’de İslami Cihad’ın ve Lübnan’da Hizbullah’ın İsrail’e karşı koyacak yeterince gücü olmasına rağmen Tahran’ın bu iki örgütü sürekli uyarmasının altında da bu “sabır” yatmakta. Gücünün bölge çapında ulaşabileceği sınırlara vardığının farkında olan İran, ülke içerisinde kadınların, yoksulların, Kürtlerin ve Belucilerin son yıllardaki mücadelelerinin de etkisiyle yaklaşık son 4-5 yıldır güç biriktirme ve kazanımlarını korumaya çalışıyor.  

Bu bağlamda İran devleti bölgedeki gelişmeler uzun vadeli bakmakla birlikte adım adım ilerlemeyi planlıyor. İlk hedef ise ABD’yi bölgeden çıkarmak. İran’ın kendisine yapılan her saldırının ardından Irak’taki ABD hedeflerini vurması da bu yüzden. Öte yandan bu saldırılar ABD’yi bölgeden çıkması için zorlarken İsrail’in istediği tarzda girmesi için de iki kere düşünmesini neden oluyor. Dolayısıyla İran’ın ve onun desteklediği örgütlerin saldırılarının ABD’yi bölgeden çıkaracak kadar yüksek ama onun bölgeye tamamen girmesine neden olmayacak kadar da düşük düzeyde olmasına “özen” göstermeyi de sürdürmeleri büyük bir olasılık. 

Fakat kapitalizmin krizi dolayımıyla büyüyen hegemonya mücadelesi ABD’nin bölgeye tamamen girmesine sebep olduğu takdirde bu “özen” ve “sabır” bozulabilir. Sabrın ve özenin bozulması ise Orta Doğu’nun daha önceki savaşları aratacak derecede kan denizine dönmesine neden olabilir.