“Üç Kelimelik Bir Tahayyül: Fark, Ortaklık, Direnme”-Emek Erez ile Röportaj

El Yazmaları’nın notu: 8 Mart Dünya Kadınlar günü dolayısıyla çeşitli yazı, röportaj ve çevirilerden oluşan ve Mart ayı boyunca devam edecek olan bir dosya hazırladık. Bu dosya kapsamında sevgili Emek Erez ile gerçekleştirmiş olduğumuz röportajı siz okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Kadın olmakla yazmak arasındaki ilişkiyi nasıl tariflersiniz?

Kendi deneyimimden yola çıkarsam, yazma edimini sabit bir kimlikle yapmıyorum. Benim için özellikle kitaplar üzerine yazdığım düşünülürse, çok farklı oluşlarla iç içe geçen, başka kimliklerle ilişkilenen bu nedenle de sabit bir yere koyamadığım pratik yazı.

Bunu bir örnekle açmam gerekirse, örneğin: Han Kang’ın “Vejetaryen” kitabında kadın karakter hayvan yemeyi bıraktıktan sonra başka türlerle genel olarak doğa ile başka bir ilişkilenme sürecine giriyordu, bu âdeta bir oluştan başka bir oluşa geçmek şeklinde tanımlanabilir.

İşte yazarken o an ilişkilendiğiniz metin de bana göre farklı oluşlarla, kimliklerle hâttâ bazen eşyalarla bile özdeşim kurup ortaklaştırabilen bir boyut içeriyor. Yani bir metin üzerine düşünürken tek bir kimlikle hareket etmek mümkün değil gibi geliyor bana, en azından kendi deneyimimde böyle hissediyorum.

“Kadınlar için yaratma ve yazma çok eskiden beri bir yıkma edimi olarak karşımıza çıkıyor. Yaratma cesareti de bu yıkma cesaretinden geliyor. Şimdide de bu yıkıcı kadınlardan cesaret alıp, kendi sesimizi bulabiliriz gibi geliyor bana.”

Yaratma ve yazma edimi beraberinde yaratma ve yazma cesaretini getiriyor ve ama kadınlar açısından bu edimin ve beraberinde gelen cesaret kavramının türlü zorlukları var. Kadınların yazma edimi ve yaratma cesareti arasındaki ilişki hangi gerilimlerden geçerek var oluyor sizce?

Evet, belli zorlukları var ki kadınların yazma belleği bize bu konuda yol gösterici. Bu nedenle kadın yazarların deneyimini şimdide cümle kurmak için önemli buluyorum. Çünkü cinsiyetlendirilmiş bir dünyada yazıları ile kendilerini var etme çabası veren kadın yazarların yaşadıkları sıkıntılar bugünde bile karşımıza çıkabiliyor.

Yine örneklerle gidelim, Emily Brontë ve kardeşi Charlotte Brontë yazdıkları eserleri erkek mahlasıyla ancak yayımlatabiliyorlar mesela. Hattâ, Charlotte Brontë birkaç şiirini dönemin ünlü şairlerinden Robert Southey’e gönderdiğinde şöyle bir cevap alıyor: “Edebiyat bir kadının işi olamaz ve olmamalı da. Kadın ondan beklenen görevlere kendisini ne kadar adarsa, yetenek veya eğlence adına da olsa, bu işi icra etmeye o kadar zamanı olur.”

Ayrıca kadınların yazma edimi kendi olma çabasıyla da ilişkileniyor çünkü kendi olabilmek, kurulmuş kimliğe, verili rollere başkaldırmayı gerektiriyor. Yoksa sizi direkt birinin eşi, kızı şeklinde tanımlayıp tüm üretimlerinizi, varlığınızı, kendi oluşunuza ait olanı yok sayabiliyorlar. Bu nedenle devamlı kendinizi hatırlatmanız gerekiyor.

Suat Derviş’in Berlin anılarında şu şaşkınlığı boşuna değil bu nedenle: “Benden ne şunun kızı ne şunun karısı ne de ötekinin himaye ettiği insan olarak bahsediyorlar. ‘Suat Derviş, şunu şunu yazan Türk Kadın muharriri Suat Derviş Berlin’de’ diyorlar.”

Yine Virginia Woolf da kendisi olmayı her şeyin önüne koyan yazarlardan, onun çok sık bahsettiğim “evdeki meleği boğmak” kavramlaştırması da toplumsal gözetimin, biçilmiş rollerin, kategorileştirilmiş cinselliğin getirdiği iç sesten kurtulmayı, bir özne olarak kendi sesini bulmayı anımsatır.

Bir örnek de adını anmadan geçmek istemeyeceğim Zabel Yesayan’dan olsun şöyle der: “Lakin kabul görmüş âdetlerden bana ne, edebi metaforlardan bana ne? Ben kalbimi ifade etmek istiyorum…” Bu da bir çığlıktır aslında verili olana ve beklentilere karşı atılmış.  Yani kadınlar için yaratma ve yazma çok eskiden beri bir yıkma edimi olarak karşımıza çıkıyor. Yaratma cesareti de bu yıkma cesaretinden geliyor. Şimdide de bu yıkıcı kadınlardan cesaret alıp, kendi sesimizi bulabiliriz gibi geliyor bana.

Gündelik yaşam kapitalizmin çok yönlü modern çitleme yöntemleriyle çitleniyor. Bu olurken, ufkumuz ve hayallerimiz de çitleniyor. Topyekün bir tahayyül krizi içerisindeyiz diyebiliriz aslında. Peki, bu derinleşen krizin içerisinde özsel ve kolektif iradeyi güçlendirmek için ihtiyacımız olan hayal gücünü nasıl, neyle çıkarıp alacağız?

Başka olanın imkânını şartlar ne olursa olsun tahayyül etmeyi bırakmamalı. Kolay değil, çünkü son yıllarda tanıklık yükü gittikçe artıyor. Ama bir gün yüzleşme anı gelirse bugün yaşadıklarımızın bir kıymeti olacak. Çektiğimiz bellek azabını birilerinin biçimleyip, resmi hizmete sunmasının önüne geçebileceğiz. Bu nedenle hiçliğe düşsek bile, ondan bile devşirebileceğimiz bir umut olduğunu anımsamalıyız. En azından kişisel olarak kendimi kriz anlarında böyle korumaya çalışıyorum.

Kolektif olarak ise her ne kadar bugünlerde evden çıkamıyor olsak bile karşılaşmalar yaratmanın olumlu olacağını düşünüyorum. Çünkü bir araya gelme, sabitliği kırabilir, karşılaşmalar ortaklaşabileceğimiz yanlar olduğunu gösterebilir. Böylece hayallerimizi kesiştiren noktaları bulabiliriz.

“Çektiğimiz bellek azabını birilerinin biçimleyip, resmi hizmete sunmasının önüne geçebileceğiz. Bu nedenle hiçliğe düşsek bile, ondan bile devşirebileceğimiz bir umut olduğunu anımsamalıyız.”

Tahayyül krizi demişken, feminist bir dünya hayalini, feminist tahayyülü siz nasıl tarif edersiniz?

Benim tahayyüllerim sürekli değişiyor aslında ama günümüzde iklim krizi, ekolojik sorunlar herkesin olduğu gibi feminizmlerin de ön sırada ele alması gereken sorunlar diye düşünüyorum.

Ki feminizmlerin çok uzundur bu meselelerle ilişkilendiğini bu konuda da feminist politikalar üzerinden tartışmalar yürütüldüğünü biliyoruz.

Bunun dışında farkları inkâr etmeden kurulacak ortaklıkların peşinde olmak, politikayı olabildiğince kapsayıcı bir şekilde düşünmek. Hâttâ Haraway düşüncesinden hareketle insan dışının da dâhil olduğu geniş bir perspektiften bakabilmek. Aslında kısaca özetlemem gerekirse üç kelimelik bir tahayyül: fark, ortaklık, direnme.

2020 yılının 8 Mart’ını geride bıraktık, uzun bir dönemdir, kadınlar dünyanın dört bir yanında eşitsizliğe, adaletsizliğe, şiddete, tacize, tecavüze, kadın cinayetlerine, kapitalizm ve siyasi rejimlerin patriyarkal beden ve emek politikalarına karşı direniyorlar. Kadınların isyanı güç biriktirerek ve kitleselleşerek genişliyor ve aynı zamanda enternasyonal bir mana da kazanıyor, hatta 4. dalga feminizm tanımlamaları yapılıyor. Bu 8 Mart’ta, başta Türkiye olmak üzere dünyanın dört yanında açığa çıkan 8 Mart fotoğrafını siz nasıl tanımlarsınız? Bu fotoğraf bize ne söylüyor, ne anlatıyor sizce?

Son yıllarda öncelikle kendi coğrafyamızda kimse inkâr edemez ki neredeyse direnen, OHAL’de bile sokakları dolduran tek kitle kadınlar.

Dünyada da öyle ki kadınların eylemlerinin en dikkat çeken yanlarından biri geniş bir alanda karşılık bulması.

En son Las Tesis danslı protestosunda da bunu gördük Şili’den başlayıp dünyaya yayıldı. Bu da aslında kadınların sesinin dünyanın tamamında karşılaşması ve direnmeyi ortaklaştırması anlamına geliyor. Mekân belirsizleşiyor, tıpkı Gezi’nin meşhur sloganı “her yer Taksim her yer direniş” derken çok farklı şehirlerde her yerin Taksimleşmesi gibi.

Bu da birbirimizi duymak, ses vermek, dayanışmak sesleri birbirine eklemek anlamına geliyor. Meksika’dan, Şili’ye, Şili’den Türkiye’ye ve başka yerlere yayılan direnişler, artık gerçekten de hiçbir şeyin aynı olamayacağının göstergesi gibi. Devlete, medyaya, toplumsal gözetime karşı başlayan ve süren bir isyan var çünkü. Kadına şiddetin ayyuka çıktığı, hâlâ eşit ücret talebinin bile konuşulabildiği bir dünyada, isyana gerek var. Ve bu isyanın çok daha etkili ve kapsamı daha da genişletilerek devam edeceği, fotoğrafta gördüğüm bu diyebilirim.