Kapitalizmin Doğası Ve Küresel Kriz

Kapitalizm sadece burjuvaziyi ve burjuva düzenini simgelemez, aynı zamanda bir ilişki ve zihniyet yumağıdır. İnsanın yabancılaşmasının derinleşmesinden güç alır. İnsana amaç yükler, mana dünyası kurar, arzularını şekillendirir ve yarattığı her türlü negatiflikten dinamizm kazanır.

“Doğrudan doğruya zora dayalı emek, antik dünyanın temelidir;

cemaatin gerçek temeli budur; henüz bütünüyle tikel nitelikte bir

privilegium (ayrıcalık) olarak, genel mübadele değerleri üretmeye

yönelik olmayan emek ise orta çağ dünyasının temelini oluşturur.

-Oysa modern toplumda- emek ne zora dayanır, nede ikinci

durumda olduğu gibi yüksek ve ortak bir bütün –korporasyonlar-

göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmiştir… Sermayeyi

efendi-uşak ilişkisinden ayıran temel ayırım, işçinin sermaye

karşısına bir tüketici ve ödeyici olarak, bir para sahibi biçiminde,

para biçiminde, basit bir dolaşım odağı biçiminde çıkmasıdır.

İşçi burada sonsuz sayıdaki dolaşım odağından biri olarak,

işçi belirlemesini yitirir.” (Karl Marx*)

Max Weber kapitalizmin ruhunu Hıristiyan ahlakı üzerinden tanımlar. Hıristiyan ve seküler ahlakta çalışmak kutsanır. Hırs ve rekabet teşvik edilir ve doğallaştırılır.

Aslında kapitalizmin ruhu, kendini en net biçimde cehennemle ifade eder. Bu mecaz anlamda değil, kelimenin gerçek anlamıyla bir cehennemdir. Kapitalizmin ruhuyla, kapitalist krizler arasında diyalektik bir bağ vardır. Ruhun anlaşılması ve kavranması bir başka bağlamda kapitalist krizlerin anlaşılması demektir.

Kapitalizm kendini makro ve mikro cehennemlerle besler. Ücretli emekle sermaye arasındaki ilişki kapitalist üretim biçiminin tüm karakterini belirler. Marx’ın bu tanımlamasını aslında şöyle açıklayabiliriz: Mikro kozmos olan fabrika ve fabrikadaki tüm ilişkilerin çözümlenmesi, makro kozmos olan kapitalizmin işleyişini ve içeriğini göstermektedir. Marx Kapital’i kaleme alırken de bu mikro kozmosa bakmış, çözümlemiş ve makro kozmosun işleyişini ortaya koymuştur [1].

Makro cehennemler bugün fabrikalar, işyerleri ve Türkiye’de 2018 verilerine göre 308 adet organize sanayi bölgesidir. Örneğin Tuzla tersane bölgesi bir makro cehennemdir. Kriz öncesine kadar bu cehennemde 50 bin işçi çalışıyordu. 300’ün üzerinde taşeron bulunuyordu. Çalışma ve yaşam koşulları 18. yüzyılı aratmayan düzeydeydi. Ve ölüm gündelik hayatın bir parçasına dönüşmüştü. Bu cehennem ölüm, kan, gözyaşı ve alın teriyle kendini “var ediyordu”. Bir başka düzlemde Neoliberal yıkımın yaşayan laboratuarıydı.5 yıllık bir kesitte 200’e yakın işçi ölümü ve yüzlerce yaralanma doğal karşılanıyor ve cehennemin rutin işleyişi olarak görülüyordu.

Mikro cehennemlerden biri, resmi rakamlara göre 5 bin, gayrı resmi rakamlara göre 10 bin çalışanı olan kot taşlama atölyelerdir. Bu küçük cehennemlerde kot kumlaması sonucunda işçiler bir akciğer hastalığı olan, ölümle sonuçlanan silikozis hastalığına yakalanırlar. Bütün çalışanlar kademeli olarak bu hastalığı yaşamaktadır. 2006 yılına kadar tanımlanmayan, geçiştirilen bu hastalık sonucunda yüzlerce işçi yaşamını kaybetmiş, yüzlercesi de ölümü beklemektedir. Ancak hastalık işçilerin çeşitli eylemleriyle kamuoyuna duyuruldu. Bugün 650 tane silikozis hastası meslek hastalığı içersinde kabul edilip, emekliye ayrıldı. Fakat hala yüzlerce silikozisli işçi olmasına rağmen, aynı hak devlet tarafından bu işçilere tanınmamaktadır. Hâlihazırda birçok sektörde hiçbir önlem alınmadan işçiler silisli havayı teneffüs etmektedir.

Mikro cehennemin çarpıcı bir örneği Paraguay’da yaşandı. Paraguay’da (2006 yılında) bir markette çıkan yangında, patron yağma ve talanı önlemek amacıyla işyerinin kapılarını,  çalışanların ve müşterilerin üzerine kapattı. Dışarıya çıkamayan 300 kişi yanarak öldü. Rana Plaza katliamı da benzer bir cehennem örneğidir. Küresel tekstil piyasalarına marka üretimi yapan Bangladeş’te Rana Plaza’nın çökmesi (2013) sonucu 1100 işçi hayatını kaybetti. Rana Plaza işçi sınıfının bir kadavralaştırılmasını amaçlayan bir çalışma rejimini simgelemekteydi. Bu örneklerde görüldüğü gibi kapitalizm için insanın hiçbir değeri yoktur, kâr her şeydir. Meta her şeydir.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Dünyanın en büyük perakende şirketi olan Wall Mart’ta kasada çalışan kadın işçilerin tuvalete gitmelerini engellemek için yakın zamana kadar altlarına pet bağlanmaktaydı. Kendinin aşağılandığını hisseden işçiler, vücutlarını terbiye ederek son derece insanı bir ihtiyacı ertelemek zorunda kalıyorlardı. Uygulama şiddetli tepkilerden sonra kaldırıldı. Aktüel olarak İstanbul Silivri’de, Kale Kayış patronu ve oğlunun direnişçi işçilere saldırıp, işçilere “it” diye hitap etmesi ve sistematik mobing uygulaması sermayenin sınıfa bakışını ele veriyor. Sermaye gücünü işçiyi değersizleştirerek alır, bu değersizleştirmenin iki yönü vardır. Birincisi sermaye bu taktikle artı değer sömürüsünü en acımasız şekilde gerçekleştirir, ikincisi işçinin birlik olma ve örgütlü olma zeminlerini aşındırır. Özgüvenini yıkmaya çalışır. Değersizleştirme taktikleri sermayenin istisnai bir tavrı değil, stratejik bir hamlesidir.

Sınıfın çalışma yaşamında bu ve benzeri örneklerini çoğaltabiliriz. Mikro cehennemlerin işleyişi de ölüm, aşağılama, değersizleştirme ve aşırı sömürüye dayanır.

Özel mülkiyet ve kar, kapitalizmin temel güdüsü ve amacıdır. Kapitalizmin ontolojisi özel mülkiyet ve kara dayanır. Kapitalizmin var oluşunun tek bir nedeni vardır: Kar ve daha fazla kar… Marx “Kapital kendini asacak urganı bile pazarda satar” der. Evet, kapitalizm için artı değer sömürüsü ve sermaye birikimi her şeydir.

2000’lerin başında gündemden düşmeyen domuz gribini incelediğimizde yine karşımıza kapitalizmi vahşeti çıkar. 1990’ların ortalarından 2000’li yılların başlarında Amerika’da mega domuz çiftliklerinde bir yoğunlaşma yaşandı. 1965 yılında 53 milyon domuz, 1 milyon domuz çiftliği varken, günümüzde bu sayı 65 milyon domuza karşılık 65 bin çiftliğe indi. NAFTA anlaşmasından sonra ucuz işgücü ve çeşitli sermaye teşviklerinden yararlanmak, çevrenin korunması, sağlık problemleri gibi şeylerden muaf olmak için çiftliklerin büyük bir kısmı Meksika’ya taşındı. Son derece sağlıksız, standardize ve steril olmayan koşullarda domuz üretimine başlandı. Bu koşullar birleşik virüslerin oluşma zeminini yarattı. Basit bir grip virüsü başka bir virüsle birleşerek mutasyona uğradı. Ve karşımıza öldürücü ve hızla bulaşan domuz gribi hastalığı olarak çıktı. Bu hastalığın, eğer sonucu itibariyle tartışılmayacaksa, sorumlusu daha ucuz işgücü ve maksimum kar peşinde olan kapitalizmdir.

Benzer bir tanımlamayı Kırım-Kongo Kanamalı hastalığı için de yapabiliriz. Daha önce hastalığın adını aldığı Kırım ve Kongo hattında göçmen kuşların göç yollarında meydana gelen bu hastalık, bir taraftan ekolojik dengedeki bozukluk, diğer taraftan endüstriyel tavukçuluktan dolayı Erzurum, Sivas, Çorum ve Tokat bölgesinde sık sık görülmeye başladı. Ev besiciliğinde bir tavuğun günde 40 bin kene yediği açıklanmaktadır. Endüstriyel tavukçuluğun yaygınlaşmasıyla ve ekolojik bozukluktan kaynaklanan nedenlerle artık Erzurum, Sivas, Çorum ve Tokat bölgesi Kırım-Kongo Kanamalı hastalığın yaşandığı yerlere dönüştü. Bu hastalığın kaynağı da kapitalizmdir. Kapitalizmin kar hırsı hem ekolojik dengeyi bozmuş, hem de endüstriyel tavukçuluğu yaygınlaştırmıştır.

Kapitalizm yarattığı makro ve mikro cehennemleriyle kendini var eder. Ruhunu ona göre biçimlendirir. Onun için insanın, doğanın, diğer canlıların veya cansızların bir önemi yoktur, aslolan kardır. Bütün bu özellikleriyle kapitalizm aşağılık, simsar ve iğrenç bir sistemdir. Ve gerçekten ölüm anlamına gelmektedir.

Kapitalist Üretim Tarzının Doğası

Kapitalizm sadece burjuvaziyi ve burjuva düzenini simgelemez, aynı zamanda bir ilişki ve zihniyet yumağıdır. İnsanın yabancılaşmasının derinleşmesinden güç alır. İnsana amaç yükler, mana dünyası kurar, arzularını şekillendirir ve yarattığı her türlü negatiflikten dinamizm kazanır.

Kapitalist sistem bünyesinde üç çelişkiyi barındırır. Bunlardan birincisi antagonist karakterli emek-sermaye arasındaki çelişkidir, diğeri yıkıcı rekabete dayalı sermaye-sermaye arasındaki çelişkidir. Bir diğeri ise emek-emek arasındaki çelişkidir.

Emek-sermaye ve sermaye-sermaye arasındaki çelişki kapitalist üretim tarzının kaotik ve anarşik yapısını işaretler. Sermaye emeği sistemli ve yoğun bir şekilde sömürmek isterken, emek buna karşı direnir. Hatta bu direniş emek gücü olmaya ve işçileşmeye karşı direniştir. Bu direnişin büyük bir manası vardır. İşçi sınıfının sınıfsal öfkesini ve kinini bütün çıplaklığıyla dışa vurur. Ludizm, barikat savaşları, sokak savaşları, spontane grevler, yıkıcı genel grevler bu momente ortaya çıkmış eylem tarzlarıdır. İşçi sınıfı direnişle otonomisini inşa eder ve bir anlamda makinenin dişlisi değil, insan kalmaya uğraşır. Çünkü sermaye karşısında insan değil işçi arar. Kapital I özünde sermaye birikim süreçlerini ve işçileşme tarihini anlatan bir çalışmadır. 18. yüzyıl bir işçileştirme tarihidir. 19. yüzyıl ise işçi sınıfının yoğun ve uzun çalıştırılma tarihidir. 18. yüzyıl ile 19. yüzyılın birinci yarısı işçileştirme ve bu işçileştirilen yığınları denetim altına alma politikalarını kapsar. Kapital I bir başka manada işçileştirme politikalarına karşı direnişleri ve mücadeleleri anlatır [2].

Sermaye-sermaye arasındaki çelişki ise rekabete dayanır. Yıkıcıdır ve sermayenin hallerini açığa çıkarır. Sermaye birikir, yoğunlaşır ve merkezileşir. Kapitalist üretim tarzının bünyesindeki emek-sermaye çelişkisi ve sermaye-sermaye çelişkisi kapitalist krizlerin nedenlerini oluşturur. Kriz kapitalizmin doğasındadır. Kapitalizm kriz üretir. Kriz onun doğasına içkindir ve bir gelişme biçimidir.

Kapitalizmin doğasını şöyle tanımlayabiliriz;

1) İşçiler üretir, çalışır, üretim araçlarına sahip değildir, fakirdir; burjuvazi, üretmez, çalışmaz, üretim araçlarına sahiptir, zengindir. Yani üretim araçlarına sahip olmak, yaratılan tüm değerin gasp edilmesine neden olmaktadır. Başka bir ifadeyle kapitalist sistemde üretim kolektif ve toplumsaldır, üretim araçları ise özel mülktür. Bunun doğal sonucu olarak sermaye üretimin kaderini ve sosyal yeniden üretimini bütünüyle belirler. Ayrıca özel mülk kapitalizmin gerçek ruhudur.

2) Ayrıca kapitalizmde plan ve anarşi iç içedir. Kapitalizmde her üretim belirli bir planla gerçekleştirilir. Üretimin değişik birimleri arasında koordinasyon vardır. Bu süreç üretimin realizasyonu için zorunludur. Fakat sermaye grupları arasındaki ilişki ise tam tersinedir ve anarşik özelliktedir. Hiçbir koordinasyon yoktur ve rekabet esastır. Kapitalizmde plan ve anarşi madalyonun iki ayrı yüzü gibidir. Kapitalizmde makro potansiyeller ve üretkenlik anarşi ile yan yana var olur. Daha öz bir anlatımla insanlar kapitalizmde bolluğun içinde çıplak açlıkla yüz yüzedir. Tarihte insanlar birçok kez yiyecek kıtlığından dolayı aç kaldı. Kapitalizmde ise fazla yiyecek olmasına rağmen insanlar açtır. Bu sistemin paradoksu değil, doğasıdır.

3) Kapitalizmde üretim insan için yapılmaz. Tüm ürünler metadır. Her şey satış ve piyasaya yönelik üretilir. İşçiler başkaları için üretir, kendi gereksinmeleri için değil. Üretim kar amaçlı gerçekleştirilir. Bundan dolayı kullanım değeri değil, değişim değeri belirleyicidir. Marx, kapitalizmin temel çelişkisinin kullanım değeri ve değişim değeri arasında olduğunun altını çizer [3]. Örneğin Türkiye’de 2 milyon boş ev bulunmaktadır ama milyonlarca insan evsiz hayatını idame ettirmektedir. Çünkü ev bir metadır ve rant için inşa edilmektedir. Max Horkheimer’in kapitalizmi bir değişim değeri sistemi olarak tanımlaması boşuna değildir.

4) Sermayenin organik birleşimi, en genel biçimiyle canlı emek-cansız emek oranını gösterir. Sermaye göreli artı değer (emeğin verimini artıran teknik yeniliklerin uygulanmasıyla çoğaltılan artı değer) üretimini artırmak için sürekli olarak mekanizasyona gider, bu durum canlı emeğin kullanımını cansız emeğin kullanımına oranla (ya da sabit sermaye, yani fabrikalar, makineler, toprak, bina, teçhizat, hammadde) giderek azaltır. Canlı emek cansız emeğe tabi olur [4]. “Canlı halkalar yerini demirden halkalara bırakır.” Ya da Deleuze-Guattari’nin ifadesiyle sermaye canlı emek tüketen bir kar makinesidir. Ne var ki artı değeri yalnızca canlı emek üretir. Bu durum kar oranının düşmesi yönünde bir eğilim yaratır. Özetle kar oranının düşüşü sermayenin organik birleşiminin yükselişiyle emek üretkenliğinin artışı arasındaki gerilime bağlıdır [5].

Büyük bunalımların en dikkat çeken başka bir özelliği multi kriz niteliğinde gelişmesidir. Yani kriz sadece bir ekonomik kriz değil, aynı zamanda siyasal, toplumsal krizleri de bünyesinde taşır. Büyük alt-üst oluşları beraberinde getirir.

Büyük bunalımlarda en başta emperyal özneler arasında hegemonya krizi şiddetlenir.

Kısaca sermaye kar, daha fazla kar hırsıyla artı değerin kaynağı olan işçinin emeğini (canlı emeği) üretimin dışına atar, yerine makinelerle simgelenen cansız emeği koyar. Bunun anlamı sermaye “hiçbir zaman” canlı emeğe yatırım yapmaz. Emek kapitalist üretim için bir girdidir. Yatırımı cansız emeğe yapar. İşçileri aç ve işsiz bırakır. Cansız emeğe yatırım yaparak teknolojisini yeniler ve rekabet gücünü artırır.

İşte bu nokta, yani işçinin aç ve işsiz bırakılması emek sermaye arasındaki antagonizmanın bir yansıması olurken, rekabet için cansız emeğe yatırım yapılması da sermaye sermaye arasındaki çelişkinin tezahürüdür.

Kapitalist sistemde sermayenin temel motivasyonu artı değeri ve sermaye birikimini maksimize etmektir. Sermaye emeği nesneleştirdiği oranda artı değerin ve sermaye birikiminin maksimizasyonunu sağlar.

Cansız emeğe yapılan yatırım sonucunda mal yığılır ama malı alacak kimse yoktur. Çünkü onu alacaklar aç ve işsiz bırakılmışlardır. Ya da bir işçi bir sermayedar için işçiyken, öbürü için müşteridir.

Piyasada fazla üretim vardır ve eksik tüketim yaşanmaktadır. Bu noktada her ne kadar birbiriyle ilişkili olsa da ticari aşırı üretimle, sermayenin aşırı üretiminin iki ayrı olgu olduğunun altını çizmek gerekiyor. Sorun satılamayan bir ticari ya da mal bolluğu sorunu değildir, sorun, satışların belirli bir kar oranı üzerinden gerçekleştirilemiyor oluşundan kaynaklanmaktadır. Peki, bu fazla üretim sorunu nasıl aşılacaktır. İşte o an devreye Marx’ın bir boyutuyla peygamber, yani kurtarıcı, diğer boyutuyla üçkâğıtçı, yani dolandırıcı diye tanımladığı finans, spekülasyon devreye girer[6].

Yığılmış malın tüketilmesi doğrultusunda spekülasyon hareketleri başlar, yani kredi sistemi, sıcak para hareketleri ve mortgage sistemi, kredi kartları gibi… Alım gücü olmayana sanal bir imkân yaratılıp, yığılmış malı tüketmek doğrultusunda operasyonlara girişilir. Bir anlamda tüketim terörü yaratılır. Bu operasyon bir başka boyutuyla sınıfın devrimci kimyasını bozucu içeriktedir. Alım gücü olmayan bir işçi kredi kartları ve kredilerle borçlandırılıp bir taraftan sistemin rektifikasyon aracına dönüştürülür, diğer taraftan kendi geleceğini uzun yıllar ipotek altına aldığından dolayı greve, direnişe çıkması pek mümkün olmaz. İşsizlik tehdidi bu baskılandırmayı daha da artırır. Sistem böylece kendisi için yıkıcı bir gücü absorbe ederek sistemin problemlerini aşmada son derece organizeli bir şekilde kullanır. Aslında spekülasyon burada da görüldüğü gibi bir semptom tedavisidir. Hastalık sürmektedir, hatta artmaktadır ama belirtileri semptom tedavisiyle ortadan kaldırılmaktadır. Böylece hastalığın kendisi en fazla ötelenmektedir.

Kapitalist kriz tiplerine girmeden önce yaşadığımız bu krizi, yani finans sektöründen başlayıp hızla üretim sektörüne yansıyan ve büyük bunalım niteliği taşıyan kapitalist krizi ve buradaki finansal aktiviteleri anlamak için Marx’a döndüğümüzde çarpıcı çözümlemeler görürüz.

Marx 1848 Devrimleri için yaptığı yorum son derece aydınlatıcı ve bugünü tanımlayıcı içeriktedir: “Aşırı üretim dönemlerinde spekülasyon düzenli olarak oluşur. Spekülasyon aşırı üretim sonunda geçici piyasa olanakları sağlayarak bir rahatlama yaratırsa da tam da bu nedenle krizin patlak verme sürecine katılır ve patlamanın şiddetini artırır. Kriz önce spekülasyon alanında başlar, ondan sonra üretimi vurur. Yüzeysel bir gözlemciye (göre siz bunu klasik ya da burjuva iktisatçılar diye okuyun V.Y.) krizin nedeni aşırı üretim değil, aşırı spekülasyon olarak görülür; hâlbuki bu aşırı üretimin bir semptomudur.”

Yine Marx’ın Kapital 3’te konuya ilişkin başka bir yorumu ise şöyledir: “Yeniden-üretim sürecinin tüm sürekliliğinin krediye dayandığı bir üretim sisteminde, kredinin birden bire kesildiği ve ancak nakit ödemelerin geçerli olduğu sıralarda – ödeme araçlarına olan büyük hücum karşısında – bir bunalımın mutlaka ortaya çıkacağı açıktır. Bu yüzden, ilk bakışta bütün bunalımın sırf bir kredi ve para bunalımı gibi görünür. Ve aslında bu, yalnızca, poliçelerin paraya çevrilebilme sorunudur. Ne var ki bu poliçelerin çoğunluğu, fiili alım-satımları temsil eder ve bu alım-satımların genişliğinin toplumun gereksinmelerinin çok üzerinde olması, en sonunda, bütün bu bunalımın temelidir. Aynı zamanda, bu poliçelerin muazzam bir miktarı, şimdi gün ışığına çıkan ve sabun köpüğü gibi sönen düpedüz bir dolandırıcılığı; ayrıca başkalarının sermayesiyle yapılan başarısız spekülasyonları; ve en sonu, değer kaybeden ya da hiç satılamayan meta-sermayeyi, ya da hiçbir zaman tekrar gerçekleştirilemeyecek olan geriye dönüşleri temsil eder. Yeniden-üretim sürecindeki zoraki genişlemeye dayanan bu baştan sona yapay sisteme, hiç kuşkusuz İngiltere Bankası gibi bir bankanın, bütün dolandırıcılara, senetleri yoluyla değersiz sermaye vermesi ve değer kaybetmiş bütün metaları eski nominal değerleri üzerinden satın almasıyla çare bulunamaz. Ayrıca burada her şey çarpıtılmış bir görünüştedir, çünkü bu senet dünyasında, gerçek fiyat ile bunun gerçek temeli hiçbir yerde görünmez, yalnız külçeler, madeni sikkeler, banknotlar, poliçeler, senetler vardır.” [7]

Kapitalist Kriz Tipleri

Kapitalizmin krizleri ne bir sapma, ne de yaşanan bir talihsizliktir. Kriz sistemin karakteristik özelliğidir. Kapitalizm bir anlamda sürekli kriz sistemidir. Sistem kendi iç çelişkilerinden dolayı bir krizden diğerine sürüklenir. Her kriz geçmişte yaşanan krizden daha yoğun kendini dışa vurur. Sistemin krize çözümleri son tahlilde palyatiftir. Fakat bu özelliği antagonizmanın emek cephesinde bir reaksiyon yaratmadığı müddetçe bir konsolidasyonun ve yenilenmenin ifadesi olabilir.

Kapitalist sistemde iki kriz tipi vardır: Birincisi kısa çevrimli ya da konjonktürel krizlerdir, ikincisi ise buhranlar ve büyük bunalımlardır.

Kısa çevrimli krizler ekonomide daralma ve gelişme periyotlarına bağlı olarak sık görülen bir kriz tipidir. 19. yüzyılda kapitalizmin merkez ülkeleri olan İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD’de aşağı-yukarı 8-10 yıllık periyotlarda (1816, 1825, 1836, 1847, 1857, 1866, 1873, 1882, 1890’da) kendini göstermiştir. Emperyalizm çağında ise kısa çevrimli krizlerin nüksetmesi daha karmaşık bir görünümdedir (**). Büyük bunalımlar arasında kısa dalgalanmalar şeklinde dışa vurmaktadır. Son 25 yılda uluslararası çapta bu bağlamda bir dizi kriz yaşanmıştır. 1982 Avrupa para krizi, 1987 ABD borsa krizi, 1993 Sterlin krizi, 1994 Türkiye-Meksika krizi, 1997-98 Doğu Asya krizi, 1998 Rusya-Brezilya krizi, 2001 Türkiye-Arjantin krizi bu krize örnek krizlerdir. Kısa çevrimli krizlerin en temel özellikleri şunlardır; bu krizler ağırlıkla tek tek ülkelerde gelişir, genellikle finans sektörüyle sınırlıdır, birkaç yılı geçmeyen ve süresi uzamayan, kısa süreli krizlerdir.

Bu noktada 1997-1998 Doğu Asya krizini özel bir paranteze almak yararlı olacaktır. Sistemi sarsan, şiddetli ve bölgesel düzeye yayılan bir kriz tipi olarak, bazı yorumculara göre 2007- 8 küresel krizinin öncülü ya da başka bir ifadeyle 2007-8 krizi, küreselleşme sürecinin bir yansıması olarak Doğu Asya krizinin devamıdır. Doğu Asya krizi, üzerinde düşünülmesi gereken spesifik karakterli bir krizdir.

Sistem bu krizlerle rektifiye olur. Bilindiği gibi kapitalist sistem bünyesinde toksik üretir. Hatta kapitalist sistemin kendisi toksikli bir “varlıktır”. Bu krizlerle sistem toksiklerini atar. Krizlerle kapitalist sistem çelişkisini, anarşisini boşaltır.

Buhran ya da büyük bunalımlar ise kapitalizmin tarihinde üç kez yaşanmıştır. Bu krizler kapitalist üretim tarzını sarsacak içeriktedir. Yıkıcı sonuçlar doğuran kitlesel işsizliğin yaşandığı, küresel düzeyde yoksulluğun artığı, büyük dev şirketlerin iflas ettiği, yeni bir kapitalist formasyona geçildiği şiddetli alt-üst oluşları ifade eder. Bazı temel özellikleri bulunmaktadır. En başta küresel mahiyettedir. Bir ülkede başlasa bile hızla uluslararası düzeye yayılma/ bulaşma özelliği vardır. İkinci temel özelliği senkronize bir karakter gösterir. Bugün yaşadığımız kapitalist krizde görüldüğü gibi senkronizasyonun bir boyutu, krizin sektörden sektöre sıçramasıdır, diğer boyutu ise ülkeden ülkeye yayılmasıdır.

Büyük bunalımların en dikkat çeken başka bir özelliği multi kriz niteliğinde gelişmesidir. Yani kriz sadece bir ekonomik kriz değil, aynı zamanda siyasal, toplumsal krizleri de bünyesinde taşır. Büyük alt-üst oluşları beraberinde getirir.

Büyük bunalımlarda en başta emperyal özneler arasında hegemonya krizi şiddetlenir. Aynı zamanda makineyle özdeşleşmiş kapitalist uygarlığın krizi açığa çıkar. Makine ve tüketime dayalı kapitalist uygarlığın çöküşü ve çürümüşlüğü alenileşir. Çoklu krizin bir diğeri ise gıda krizidir. Bugün gıda krizi kapıdadır. Daha önce Mısır ve Haiti’de yaşanan gıda isyanlarının küresel çapta yaygınlaşması olasıdır. Yakın dönemde Mısır ve Sudan’da yaşanan ayaklanmalar aynı zamanda açlık ayaklanmaları olarak değerlendirilebilir.

Ayrıca dünyanın yok oluşunu işaretleyen ekolojik kriz bütün yıkıcılığıyla sürmektedir. Kapitalist sistem bırakın insanların geleceğini, bütün canlı, cansız varlıkların ve dünyanın geleceğini tehdit ediyor. Bütün bunlarla birlikte hırs, rekabetle kendini üreten ve insanın insan tarafından sömürülmesine dayanan kapitalist sistem, çıplak bir etik kriz içindedir. Bir başka boyutuyla konformizm, tüketim terörü ve hedonizmle özdeşleşmiş sistemin bütün çürümüşlüğü alenileşmiştir. Büyük bunalımların bir diğer özelliği krizin hızlı deforme edici niteliğidir. Bu deformasyon daha önceki krizlerde görüldüğü gibi dünya çapında üretim kapasitesinin sert düşüşünde gözlemlenebilir.

Ayrıca bugün bırakın merkez ülkeleri, ikinci kuşak ülkeler diye de tanımlanabilecek Brezilya, Çin, Hindistan, Güney Kore’de hem ticari, hem de finansal çöküşler yaşanmaktadır. Periferideki durum ise çok daha vahimdir. Son olarak büyük bunalımların temel özelliklerinden bir tanesi uzun süreli olmalarıdır. 1873 krizi 20 yıllık bir zamanda, yani 1873-1893 arasında kendini şiddetle hissettirmiş, yıkıcı etkilerini 20-30 yıllık bir kesite yayılmıştır. Benzer bir durum 1929 krizinde yaşanmıştır. 10 yıllık bir süreyi kapsayan bu krizin, sarsıcı sonuçları II. Paylaşım Savaşı’nda ortaya çıktı. Kriz aynı zamanda savaş sonrasındaki yeni kapitalist formasyonu belirledi. Yaşadığımız krizin de en azından çeyrek asırlık bir süreye yayılması büyük bir olasılıktır. Zaten bu sürenin aşağı yukarı bir on yıllık kesiti bitti. Krizin yaşadığı iç fazlar hesaplandığında önümüzdeki 15 yılın bir yüksek konjonktür olacağı ortadadır.

Elektrik enerjisinin üretime girmesiyle makinelerin işleyişinde, güç motorlarının yenilenmesinde, iletişimde önemli gelişmeler yaşandı. Sömürge savaşları hızlandı. Sonuçta kapitalizmin yeni bir formasyona geçişi ve emperyalist özneler arasındaki rekabet ve çatışkı kendini Rosa Luxemburg’un tanımlamasıyla “düzeltici savaş”ta gösterdi (10). Yani bu büyük alt-üst oluşların veya ilk büyük bunalımın somut sonucu I. Paylaşım Savaşı oldu.

Küresel kriz 2007-8’de ABD merkezli kendini dışa vurdu, kriz 2009-10’da AB’ye özellikle Avrupa’nın güneyine sıçradı. 2013 sonrası kriz üçüncü fazına girerek çevre ülkelere bulaştı. Türkiye dâhil, 5’li ya da 8’li kırılgan ülkeler krizin sarsıcı etkisi içine girdi. Önümüzdeki dönem kriz çevreden merkeze doğru bir seyir izleyebilir.

Yaşanan krizin bir kısa çevrimli kriz olmadığı ve yıkıcı bir yapısal kriz olduğu bugün herkesim tarafından kabul edilmektedir. Krizin bir genelleşmiş ve yapısal karakter taşıması önemlidir. Çünkü bu yeni bir tarihsel momentum içinde olduğumuzu ifade eder. Yani içine girdiğimiz tarihsel ve olağanüstü momentumu, 21. yüzyılın birinci yarısındaki sınıf mücadelelerini kapsayan bir içerik taşıdığını söyleyebiliriz.

Ne demek istediğimizi daha önceki büyük bunalımlara bakarak şöyle ifade edebiliriz. Her büyük bunalım, döneminin sınıf ilişkilerine ve çatışkılarına damgasını vurmuş ve her büyük bunalım sınıfsal antagonizmayı şiddetlendirmiştir. Muazzam devrimci imkânlar yarattığı gibi, katastrofik gelişmelere yol açmıştır. Krizin bu manada tartışılması bir anlamda krizin içeriğinin anlaşılması anlamına gelir. Bunun dışında kriz tartışmaları ya totolojik mahiyettedir ya da aktüalitenin içine hapsolmuştur.

1873-1893 krizi tekel öncesi dönemden, tekel sonrası döneme geçişi ifade eder. Tekelleşme süreci kapitalizmin bir tarihsel döneminden diğerine geçişin bir göstergesidir. Aynı zamanda kapitalizmin bir transformasyonunu işaretler. Bu dönemde emek-sermaye arasındaki antagonizma en sert şekilde kendisini dışa vurmuş, sınıflar mücadelesi keskinleşmiştir.

Krizin arkasında emek cephesinin yarattığı 1830-1848 devrimleri, işçi sınıfının toplumsal maddi güç olarak tarih sahnesine çıkışı, genel grevler, barikat savaşları ve iktidar atakları vardır. Komünist Manifesto bu mayanın ya da İngiliz Sanayi Devrimi’nin ve 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nin yarattığı tarihsel konjonktürün ürünü olarak doğdu [8]. 1864 I. Enternasyonal dünya işçi sınıfının partisi olarak emeğin gücünü örgütledi ve gösterdi. 1871 Paris Komünü işçi sınıfının iktidarını simgelerken, burjuvazi için korkulu bir rüya oldu. 1870 ve 80’lerde ABD, İngiltere ve kıta Avrupa’sında yoğun işçi grevleri yaşandı. İşçi sınıfı giderek şekillendi. Büyük bunalım bu faktörlerle tetiklendi.

Aynı süre Engels’in ifadesiyle İngiliz endüstri tekelinin çöktüğü ve İngiliz işçi sınıfının ayrıcalıklı konumunu kaybettiği bir dönem oldu. Yani bir başka boyutta hegemonya krizi açığa çıkmaya başladı. Kriz çalışma rejiminde önemli değişikliklere yol açtı. Pre-Taylorizm’den Taylorizme geçildi. Taylorizm özünde bilginin emek sürecinin dışına çıkartılmasını içeren bir yönetim tekniğiydi ve detaylı planlamaya ve son derece iyi hesaplanmış işbölümüne dayanıyordu. Hedef, üretkenliği artırmaktı [9]. Bu yönde üretim ve yönetim birbirinden ayrıldı. İş standardize edildi. İşçi Taylorizm’de akıl melekeleri olmayan ve kendine verilen görevleri düşünmeden yerine getiren bir nesne olarak ele alındı.

Büyük bunalım dönemi buhar enerjisinden elektrik enerjisine geçişi simgeledi. Elektrik enerjisinin üretime girmesiyle makinelerin işleyişinde, güç motorlarının yenilenmesinde, iletişimde önemli gelişmeler yaşandı. Sömürge savaşları hızlandı. Sonuçta kapitalizmin yeni bir formasyona geçişi ve emperyalist özneler arasındaki rekabet ve çatışkı kendini Rosa Luxemburg’un tanımlamasıyla “düzeltici savaş”ta gösterdi [10]. Yani bu büyük alt-üst oluşların veya ilk büyük bunalımın somut sonucu I. Paylaşım Savaşı oldu.

İkinci büyük bunalım 1929-1939 yıllarında yaşandı. Bu dönemin karakteristik özelliği emperyalizm çağı olmasıydı. Yine arkasında muazzam antagonist çelişkiler yatıyordu. İşçi sınıfı Ekim Devrimi’yle Paris Komünü’nden aldığı birikimi gerçek haline getiriyor, iktidarı fethediyordu. Bu muazzam sarsıcı gelişme 20. yüzyılın tüm sınıf ilişki ve çatışkılarına damgasını vuracaktı. Kapitalizmin kalbi sekteye uğrayacak, Almanya’dan İtalya’ya, Avusturya’dan Macaristan’a devrimci durumlar yaşanacaktı. Birinci sol dalga diye tanımlayacağımız bu gelişme İngiltere 1926 genel grevi ve İspanya iç savaşıyla (1936-1939) kırılacaktı. Özellikle devrimci durumun yaşandığı İtalya ve Almanya’da faşizmin iktidara gelişi işçi sınıfına karşı gerçekleşen, karşı devrimci bir hareketti. Bu gelişmeler ve emperyalist güçler arasındaki çelişki ve çatışkılar ikinci büyük bunalıma yol açacaktı. 1870’te başlayan İngiliz sömürgeciliğinin gerilemesi devam etmekteydi. Bu gerileme 1940’a kadar, yani 70 yıl sürdü. Aynı dönemde ABD’nin atağı olsa bile henüz yeni hegemon bir güç oluşmamıştı.

Büyük bunalım üretim tekniği olarak Taylorizm’den Fordizme geçişi simgeledi. Yönetim teknikleri, üretim ve emek süreçleri Fordizme göre biçimlendi. Fordizm kitlesel bir üretim sistemiydi. Taylorizm’de olduğu gibi işçiler üretim hattı boyunca hareket etmeyecek, iş işçiye gelecekti. Kayan bant sistemi ile bu olanak sağlandı. Fordizm aslında Taylorizmin bilimsel yönetim adı verilen anlayışının pratiğe uygulanması, üretkenlik artışının sağlanması, buna göre ücret sisteminin belirlenmesini içeriyordu. Teknolojik gelişmelerle birlikte kitlesel üretimin önü açıldı. Üretim patlamaları yaşandı. Fordizmde işçi makinenin uzantısı olmaktan çıkarılıp makinenin parçası haline geldi. Makinenin mantığına ve nesnelliğine göre örgütlenmiş bir üretim sürecine geçildi. İşçi makinenin bir vidası gibi konumlandırıldı. İşçi makinenin aklına tabi oldu. İşçinin bilgi ve becerisi tümüyle gereksiz hale geldi. İşçiler kalifiye bir nitelik göstermiyordu. Tecrübesiz yeni işçi, uzun yıllar çalışan bir işçinin yerini hemen alabiliyordu. Bu durum aynı zamanda bütün işsizleri (doğasına uygun bir şekilde) yedek işçi ordusu haline getiriyordu. İkinci büyük bunalım emperyalist özneler arasındaki çatışkıyı en uç noktaya yükseltti ve sonuçta ikinci paylaşım savaşı yaşandı. Bu dönemin enerjisi elektrik enerjisiyle birlikte yaygın petrol ve petrol ürünleri kullanımı ve nükleer enerji oldu.

1930’lu yıllarda geliştirilen esas olarak II. Dünya Savaşı’ndan sonra uygulanan Keynesyen model, kendini refah toplumu veya sosyal devlette simgeledi ve 1980’li yıllara kadar varlığını korudu. Aslında bu model sınıfın yıkıcı gücünü absorbe etmeye ve sınıfı sisteme entegre etmeye dayanıyordu.

1945-75 arası kapitalizmin altın çağı olarak tanımlandı. Bir tarafta sosyal devlet ve refah toplumu, diğer tarafta reel sosyalizm döneme damgasını vurdu. İki kutuplu dünya ve büyük devlet politikaları süreci belirledi. Bu dönem her ne kadar toplumsal uzlaşma ve işçi aristokrasisinin yaygınlaştığı dönem olarak tanımlansa da, aslında büyük sınıf mücadelelerine sahne oldu. Örneğin 1919-1939 arasında metropollerde grevlere yaklaşık 75 milyon işçi katılmışken, 1946-1963 döneminde greve katılan işçilerin sayısı 125 milyona yükseldi. 1960-1970 arasında tüm kapitalist dünyada grevlere katılan işçilerin sayısı 425 milyondu. Ve bu dönem Fordizm ile anılsa da, özellikle 60’lı yılların ortalarından sonra Fordizmin krizi açığa çıkmaya başladı. İşçi sınıfı fabrika içindeki kapitalist tahakküme karşı çeşitli isyan biçimleri geliştirdi. İşe gitmeme, üretkenliği düşürme, endüstriyel sabotaj, spontane grevler, işi reddetme, fabrika işgal eylemleri Fordizmin krizini bütün açıklığıyla ortaya çıkardı. 1968 küresel ayağa kalkışı metropollerde büyük alt-üst oluşlara yol açtı. Özellikle Vietnam savaşı, Çin kültür devrimi sürecin siyasal ayaklarını oluşturdu. Amerika’da savaş karşıtı ve sivil haklar hareketi sarsıcı etkiler yarattı. Siyahîlerin ırkçılık karşıtı, kimlik mücadelesi ve ayağa kalkışı siyah devrimi tartışılır kıldı. Bütün bu toplumsal ve siyasal büyük dalgalanma kapitalist sistemi krize sürükledi.

Yaşadığımız krizin kökleri de bu döneme dayanmaktadır. Vietnam savaşının yarattığı bütçe açıklarının kapanması için altın-Dolar bağının kopartılması (***), yani 1971 yılında uluslararası para sisteminin çöküşü, 1972-74 yıllarında yaşanan küresel gıda krizi, 1973-74 yıllarında ortaya çıkan enerji krizi üçüncü büyük bunalımın başlangıcını gösterdi. Kar oranlarında, başta OECD ülkelerinde olmak üzere, 1960’lı yılların ortalarından itibaren belirgin hale gelen düşme, 1973 krizini tetikledi. Bu süreç de yeni bir kapitalist formasyonu işaretledi. Sistem bir taraftan kar maksimizasyonu sağlamak, diğer taraftan sınıfın her düzeydeki (ekonomik, demokratik, siyasal) örgütlülüğünü parçalamak amacıyla sistematik bir karşı devrim programı olan neoliberal politikaları hayata geçirdi. 1980’li yıllara böyle girildi.

Metropollerde M. Thatcher, R. Reagan, H. Kohl ile simgelenen bu dönem ideolojik, kültürel ve ekonomik boyutları olan konsantre bir karşı devrim olarak yaşandı [11]. Üretim sistemi olarak Fordizmden, post-Fordizme geçildi. Sınıfın boyunduruk altına alınması ve disipline edilmesi için son derece konsantre uygulamalar gerçekleştirildi. Bu süreç tarihin en büyük proleterleşme dalgasını yarattı. Ama aynı zamanda sınıfın amorfe ve atomize oluş süreci olarak yaşandı. Sınıfın organik birliği parçalandı, sınıf hızla katmanlaştı. İngiltere manüfaktür ve ticari kapitalizm döneminde dünyanın atölyeliğini yapmıştı. Post-Fordizm döneminde ise dünyanın atölyeliğini Doğu ve Uzak Asya yapmaya başladı. Hatta bütün dünya atölyeye dönüştü. Maksimum karı hedefleyen post-Fordizm, kendini en net olarak esnek üretim ve sistematik güvencesizleştirme politikalarıyla dışa vurdu. Taşeronlaştırma, fason üretim post-Fordizmin ayrılmaz bir parçası olarak hayata geçirildi. Post-Fordizmde işçi yalnızca makinenin bir vidası değildi. Aynı zamanda işçi makineye, aklını ve ruhunu vermeliydi ya da işçi artık organik bir makineye dönüşmüştü. Biyo-teknoloji ve nano-teknoloji, bilişim ve haberleşme teknolojisinde önemli atılımlar gerçekleşti. Üretim alanında bu teknolojiler kullanılmaya başlandı. Yeni düzeltici savaşlar bu dönemde bölgesel savaşlarla kendini gösterdi. Ruanda’da 2 milyon (1994), Sudan’da 2 milyon (1984-2004), Yugoslavya’da 250 bin (1991), Irak’ta 1,5 milyon (2003), Afganistan’da 60 bin (2001), Irak’ta (2003-2019) 1,5 milyon kişi bölgesel savaşlarda yaşamını yitirdi.

Sosyal devletin ilgası, sosyal yönünün metalaşması, reel sosyalizmin çöküşü ve bunun yarattığı büyük alt-üst oluş, yeni jeopolitik, 1,5 milyar insanın emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonu 1970’lerin başında başlayan krizin daha önce şiddetle kendini dışa vurmasını engelledi.

1930’lu yıllarda geliştirilen esas olarak II. Dünya Savaşı’ndan sonra uygulanan Keynesyen model, kendini refah toplumu veya sosyal devlette simgeledi ve 1980’li yıllara kadar varlığını korudu. Aslında bu model sınıfın yıkıcı gücünü absorbe etmeye ve sınıfı sisteme entegre etmeye dayanıyordu [12]. Ekim Devriminin sarsıcı etkisi kapitalist sistemin acil önlemler almasına neden olmuştu. Sınıf terbiye edilmeli, denetlenmeli, farklı kontrol mekanizmalarıyla sistemle bütünleştirilmeliydi. Emeğin direnme gücünün kırılması ve sisteme eklemlenmesi hesaplandı. Sınıf hem kitlesel üretimin yaratıcısı, hem de kitlesel tüketiminin uygulayıcısı oldu. Kapitalizmin bir tarihsel dönemine damgasını vuran sosyal devlet, neoliberal karşı devrim politikalarıyla radikal bir tasfiye sürecine girdi. Dün sosyal devletin temel ayakları olan eğitim, ulaşım, haberleşme, sağlık hızla metalaştı. Kısaca sosyal devletin sosyal yanı özelleştirildi. Bu uluslararası sermaye için olağanüstü bir kar realizasyonuydu.

Reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte çok geniş bir coğrafya kapitalist barbarlığın operasyonlarına açıldı. Bu coğrafyalardaki enerji kaynakları, kıymetli madenler, kıymetli topraklar, besin ve su kaynakları talan ve yağma edildi, ediliyor. Yine bu coğrafyalarda yaşayan 1,5 milyar insan hızla ucuz işgücü olarak emperyalist-kapitalist sisteme entegre edildi. Kapitalist sistemin 1990 sonrasında elde ettiği bu olağanüstü “kaynaklar”, açığa çıkması beklenen krizi öteledi. Bu süreç tarihteki en acımasız imparator ve diktatörlerin, yani Sezar’ın, Atilla’nın, Hitler’in dahi tahayyül bile edemeyeceği en büyük talan ve yağmasıydı. “Modern” barbarlıktı.

Kısaca 1970’lerin başıyla 2008 yılı arası krizin uzun durgunluk dönemini simgeledi. Yukarıda saydığımız nedenler bu sürecin uzamasının temel saikleri oldu. 2008 sonrası süreç ise krizin depresif aşamasını işaretledi.

Yaşanan süreç bütün bu yönleriyle yeni bir tarihsel momentumu işaretlemektedir. Bu süreç işçi sınıfı için devrimci imkânların artması anlamına geldiği gibi küresel finans kapital için yeni sermaye birikim rejimine geçiş ihtiyacı anlamına gelmektedir. Sermaye yeni bir kapitalist formasyonun zeminlerinin örmeyi arzulamaktadır.

Bu tarihsel momentumdan 21. yüzyılın en azından ilk yarısının sınıf ilişki ve çatışkılarını okuyabiliriz. Böylesine bir süreç ideolojik-teorik Rönesans’ı ve politik-pratik bir cüreti içinde taşımaktadır. Bu cüret devrimci imkânları gerçek haline dönüştürebilir.

Böylesi krizler kapitalist üretim tarzının tartışıldığı, hatta kapitalizmin yıkılma olasılığının doğduğu zeminleri yaratmaktadır. Bu tarihsel süreçteki bütün görev, sınıftan yana siyasal öznelerin, kolektivitelerin, bireylerindir. Sınıfı örgütlemek, sınıfın kapitalizme karşı öfke ve kinini açığa çıkartmak, onu tetiklemek, sınıfın kapitalizmden nefret etmesini sağlamak bizim görevimizdir. Kapitalizmin karşısına işçi sınıfını bir özne olarak çıkarmak, onu kolektif Prometheus’a dönüştürmek bizim görevimizdir. Ve bu görev, devrimci enternasyonalist bir görevdir.

Dipnotlar:

(*) Karl Marx, Grundrisse; Birikim Yay. 1979, s. 279-464

(**) Emperyalist yayılmacılıkla sömürgeci yayılmacılık arasında önemli farklar bulunmaktadır. Her şeyden önce emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır ve mali sermaye egemenliğine dayanan bir dünya sistemidir. Tekelci rekabet üzerinde yükselen bir yayılmacılıktır. Kapitalizmin bu aşaması 19. yüzyıldan beri görülmekte olan çevrim periyotlarında “farklılaşmalar” yaratmıştır.

(***) Bu durum ABD’ye sınırsız bir senyoraj hakkı tanıdı.

[1] Şöyle bir vurgunun yapılması da yararlı olacaktır. Marx Kapital’de en gelişmiş kapitalist ülke olarak İngiltere’yi model aldı. İngiltere ekonomisi, üzerinde güneş batmayan imparatorluk vasfıyla bir anlamda dünya çapında kapitalist ilişkileri simgeledi. Marx Londra’dan bakarak yaptığı projeksiyonla uluslararası kapitalist sistemi analiz etti.

[2] Marx şöyle der: “Böylece mülklerinden zorla sökülüp çıkarılan ve serseriliğe mahkûm edilen, kır nüfusu korkunç bir terör aracı olarak yararlanılan kanunlar altında kırbaçla dövülmek, kızgın demirle dağlanmak ve her türlü işkence altında inletilmek suretiyle ücretli iş sisteminin zorunlu kıldığı disipline alıştırıldılar. Bir yandan, bir uçta işin maddi şartlarının sermaye olarak belirlemesi, öte yandan, diğer uçta işgüçlerinden gayri satacak hiçbir şeyleri olmayan insanların ortaya çıkması yetmiyordu. Bunların kendilerini gönüllü olarak satmaya zorlanmaları da yetmez. Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, eğitimleri, gelenekleri ve alışkanlıkları dolayısıyla bu üretim biçiminin zorunluluklarını apaşikar doğa kanunlarıymış gibi gören bir işçi sınıfı meydana gelir.”

[3] Kapitalizmin bu temel çelişkisi, krizin potansiyellerini açığa çıkartır. Değişim değeri zamanla özerklik kazanır. Bu süreç bir yanıyla da spekülatif sermayenin muazzam gelişmesini işaretler. Spekülatif sermaye üretim kapasitesine ve bağlantılı olarak canlı emeğe geçici bir zaman ihtiyaç duyar ya da onları kullanıp atar. Yoluna bir kasırga şiddetiyle durmadan devam eder. Bu değişim değerinin mantığıdır. İnsanın gerçek ihtiyaçlarından bağımsız bir süreçtir. Tam anlamıyla bir illüzyon gücüdür, yıkıcı bir illüzyon. Kriz kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki açıklıktan ortaya çıkar. İşte bu aralık Marx’ın kriz tanımlamasını yaptığı alandır.

[4] “Büyük sanayi geliştikçe… Emek üretim sürecinin içsel bir öğesinden çok, üretim sürecinin denetçisi ve düzenleyicisi konumunu almaya başlar… İşçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bakıcı haline gelir… İşbölümü aracılığıyla, işçinin işlevleri giderek o ölçüde mekanik hale getirilir ki, belli bir noktada artık mekanizma onun yerine geçebilir.” (Karl Marx, Grundrisse, Birikim Yay. 1979, s.650-652)

Marx Grundrisse’deki bu sözleriyle canlı emeğin üretimin içsel öğesi olmaktan çıkmaya başladığını ve yerini makineye bıraktığını belirtir. Bu adım her ne kadar işgününün kısaltılması yönünde bir basınç yaratsa da, sermaye süreci ters yönde işletir. İnsan emeğine gereksinim azaldıkça işsizlik büyür. Çünkü sermaye makineleri işçinin daha az çalışması için değil, işçinin daha çok, daha yoğun çalışması ve kendine daha fazla tabi olması için kullanır. Bu nedenle kapitalizmin gireceği her formasyona ya da teknolojik yenilenme ve mekanizasyona rağmen kapitalizmin canlı emeğe ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç ontolojik bir ihtiyaçtır. Çünkü canlı emek artı değer üretiminin tek kaynağıdır ve canlı emeğin tümüyle üretim sürecinin dışına çıkması demek, artı değer üretiminin, kar için üretimin ve bunun dolayımlarının ortadan kalkması demektir. Bu durum daha özlü bir ifadeyle kapitalizmi kapitalizm yapan öğelerin yok olması anlamına gelir.

[5] Marx, sermayenin organik birleşimini, sabit sermayenin, değişir sermayeye oranı olarak tanımlar. Sermaye birikimi sürecinde artan mekanizasyon, sermayenin organik birleşiminin yükselmesine yol açar. Toplam sermaye içinde sabit sermaye oranı, bir başka ifadeyle canlı emeğin cansız emeğe oranı, sürekli olarak artma yönündedir. Bunun sonucu olarak ortalama kar oranı düşme “eğilimi” içine girer. Kar oranı sermayenin organik birleşimiyle ters orantılıdır. Sermayenin organik birleşiminin artması kar oranında düşmeye neden olur. Artık-değerin toplam sermayeye oranı olarak tanımlanan kar oranı, emek daha az üretken olduğundan dolayı değil, tam tersine daha çok üretken hale geldiği için ya da işçi daha az sömürüldüğü için değil, emeğin kullanımın oranının cansız emeğe yapılan yatırımdan daha az olduğu için düşmektedir. Yani iş sürecinin makineleşmesi ve teknolojik gelişme emek üretkenliğini artırarak, artı – değer kitlesini yükseltirken, aynı süreç sabit sermayenin değişir sermayeye oranını yükseltir. Bu aynı zamanda kar oranlarındaki düşme eğiliminde nedenidir. Marx bunu kapitalist üretim tarzının bir “yasası” olarak niteler.

[6] Sanayi sermayesinin 1974-75 sonrasında ikincil sermaye tipine dönüşmesiyle, spekülatif sermaye birincil sermaye tipi haline geldi. Bu süreç önemli gelişmelere yol açtı. Bu konu başlı başına özel olarak incelenecek bir içeriktedir. Finans kapitalin bu yeni evresi birçok tartışmayı beraberinde getirdi. Fakat son zamanlarda spekülatif sermayenin bağımsızlaştığına ait farklı mistifikasyonlar yapılmaktadır. Yeni sermaye birikim rejiminin temel varyasyonu olan spekülatif sermayenin ya da finanslaşmanın “bağımsız varoluş kazanması” bir taraftan bu sermayenin üretim alanı tarafından belirlenmesi anlamına gelir. Evet finanslaşma reel üretim süreçlerinden uzaklaşmış ya da tam tersi bütün reel üretim süreçleriyle dolayımlı da olsa iç içe geçmiştir. Aslında söz konusu olan Marx’ın Kapital II’ de artı değer teorilerinde belirttiği gibi, yaşanan “reel üretim süreçlerinden bir kopukluk değil, çelişkili birliktir”.

[7] Karl Marx, Kapital III, Sol Yay. 1990, s.434

[8] Muazzam bir sınıfsal öfke hareketi olarak biçimlenen (tarihsel kökleri 1700 ilk çeyreğine dayanmaktadır) 1811-1812’deki Ludist ayaklanmalar, 1838’de başlayan, üç dalga halinde gelişen Çartist hareket, 1831 ve 1834 Lyon ayaklanmaları ve komünleri, 1844 Silezyalı dokumacıların başkaldırısı manifestonun ruhunu belirledi. Ayrıca dönemin tüm entelektüel birikimi maya işlevi gördü, sözlerin maddi bir güce dönüşmesini sağladı. Komünist manifesto doğuşuyla birlikte işçi sınıfının teorik ve pratik silahı haline geldi. Manifesto sınıflar mücadelesinin yenilgileri ve yengileri üzerinde biçimlenen bir teorik metin olarak özünde Komünist Parti Manifestosu’dur. Bu son derece önemli bir alt çizmedir. Manifesto devrimci kuramın, devrimci sınıfla rezonansının yıkıcı etkisini anlatır. Ve komünist hareketinin ontolojisini işçi sınıfı içinde kurmasıyla bütün sol, sosyalist mezheplerin bitişini işaretler.

[9] Taylorizm ağırlıkta alet kullanılan bir sistemdir. Ürün, işbölümü ilkesine göre çeşitli ellerden geçse de, üretim hala insanın becerisine bağımlı ve işçinin kişisel iradesinden ve tepkisinden etkilenebilmekteydi. Taylorizmi “en iyi işi en düşük maliyetle yapabilme” koşullarını yaratma olarak da tanımlayabiliriz.

[10] Savaş sermaye birikiminin tıkandığı dönemlerde aşırı birikimi düzenlemenin en garantili yöntemidir.  Sermaye dün bu yöntemi I. ve II. Paylaşım Savaşları’nda en acımasız bir şekilde kullandı. Bugün de aynı yöntemi yeni paylaşım savaşları olarak değerlendirebileceğimiz ya da ”düzeltici savaşlar” olarak görebileceğimiz bölgesel savaşlarda da kullanmaktadır ve kullanacaktır.

[11] Konu hakkında ve Neoliberal politikaların P. Joseph Goebbels’leri olan Fukuyama ve S. Huntington ve diğerleri hakkında daha geniş bilgi için bakınız; Volkan Yaraşır, “Finansal Tsunami, Öncü Sarsıntıdan Büyük Çöküşe mi? Kapitalizmin Krizi ve İşçi Sınıfı,” adlı makale.

[12] Keynesyen politikalar ve sosyal devlet hakkında daha geniş bilgi için bakınız; Volkan Yaraşır, “Sosyal devletin gelişimi ve dönüşümü,” adlı makale.