Thomas Müntzer ve Alman Köylü Savaşları: Komün Rezervi, Devrimci ve Muhalif Bir Akım Olarak Din

Bu yazı Friedrich Engels’in 200. doğum yılı vesilesiyle kaleme alınmıştır.

 

Friedrich Engels dünya devrimci proleter hareketinin kurucu önderlerinden biridir. Burjuva kökenli olmasına karşın varlığını proleter hareketin gelişimine adamış, muazzam mütevazılığı ve fedakârlığıyla devrimci hareketin ruhuyla bütünleşmiştir. Engels, kendine “ikinci keman” diyebilecek kadar devrimci ustalığı sindirmiş bir kimliktir. Marx’ın yoldaşı ve kader arkadaşıdır. Ve bunu her şart altında büyük bir özveriyle gösteren erdeme ve ruh zenginliğine sahiptir.

Marx’ın tanımlamasıyla “düşünce ikizi” olan Engels, katmanlı teorik çalışmalarının yanında müthiş bir pratisyendir. Engels hem bir teorisyen, hem bir eylem adamıdır. Sokak ve barikat savaşlarının militanı ve yönlendirici kadrosudur. Kendisinin General olarak anılması bir abartı değil, sınıf savaşları içinde kazanılmış ve hak edilmiş bir kimliktir.

Engels Almanya’da 1849 Ayaklanması’na aktif bir şekilde katıldı. 800 kişilik devrimci komünist birlikle sokak savaşlarının ve barikatların en ön saflarına yer aldı. Burada gösterdiği önderlik ve ataklığıyla yoldaşlarının saygısını kazandı. Kendisine, “Manchester Savaş Bakanı” olarak seslenildi. Sonraki kuşak Marksistler Marx’ın kızlarından esinlenerek ve askeri konulardaki yetkinliğine vurgu yapmak için Engels’i “General” diye anmaya başladı.

Marx’ın düşünsel gelişimine katkısıyla Engels, özellikle Marx’ın ekonomi- politiğe yönelmesini sağladı. Marx’ın devlet üzerine düşüncelerinin netleşmesinde, sivil toplum ve devlet ikilemini aşması ve devletin sınıf karakteri üzerine yoğunlaşmasında önemli bir role sahip oldu. Bunun yanı sıra Marx’ın işçi sınıfı üzerine daha fazla odaklanmasını sağladı. İşçi sınıfının felsefi bir kategori ya da pasif bir öge olarak algılanması yerine devrimci özne olarak kavranmasında Engels’in etkisi tartışılmazdır. Marx’la birlikte komünist düşüncenin temel metinleri olan çalışmalara imza atan Engels, ayrıca felsefe, askerlik bilimi, iktisat, matematik, dilbilimi, doğa bilimleri, antropoloji, komün bilimi üzerine yetkin çalışmalar yapmış ve son derece ufuk açıcı eserler vermiştir. Bu çalışmalarla birlikte Marx’ın ölümüyle el yazması ve taslak halinde kalan Kapital II ve III’ü yayına hazırlayan, bu son derece meşakkatli ve itina isteyen ve tarihsel sorumluluk gerektiren işi büyük bir ustalıkla beceren kişidir. IV.  Cildi çıkarmaya ömrü yetmese de yayınlanma aşamasına getirmiştir. Marx’ın deyimiyle proletaryanın bu entelektüel silahının yani Kapital’in hazırlanmasında bir düşünce hamalıdır. Burada ayrıca Engels’in, Marx’a Kapital üzerine araştırma ve okuma yaptığı dönemde ve yazılışı sırasında ciddi oranda sağladığı istatistiksel veriyle, birçok pratik unsurla, kapitalist işletmenin bizzat yürütücülüğünden kaynaklanan pratik tecrübeleriyle ve Marx’la mektuplar aracılığı veya birebir görüşmelerde Kapital’in her merhalesi üzerine yürüttüğü tartışmalar ve analizlerle ciddi katkılar yaptığı hatırlanmalıdır.

Batı solunda ve akademik çevrelerinde Engels hakkında en çok speküle edilen konu, Kapital II ve III’ün Engels tarafından çıkarılması konusudur. Bu ciltlerin yazılışında Engels’in Marx’ı tahrif ettiği ve bu kitaplarda kendi mekanik materyalist anlayışının hâkim olduğu ve eklektik bir içerik taşıdığı iddia edilir. Marx’ın devrimci komünist kimliğini yok sayan onu salt bir filozof ve düşün adamı pozisyonuna indirgeyen bu eğilimler, Engels’e saldırarak ve onun düşüncel zenginliğini yok sayan ya da vülgarize eden bir tutum sergilerler. Tabii ki tartışmanın Lenin’e ve onun “despotluğuna” uzanması kaçınılmazdır. Aslında yapılmak istenen Marksizm’in devrimin teorisi ve pratiği olduğunu unutturmaktır ya da Marksizm’in yıkıcı bir teori olma niteliğini bozmak ve ruhunu oluşturan tarihsel materyalizmi, devrimi ve sınıf mücadelesi içinden atmaktır.

Engels, halkların taşıdığı tarihsel devrimci dinamikleri, komün dinamiklerini ve rezervlerini inceleyerek bir nevi karşı tarih çalışması yapar. Tarihe vurgu aslında bugünün izahı ve bugüne müdahaleyi içerir. Bir nevi tarih ve bugün arasındaki diyalektiği kazıyarak açığa çıkarır. Bu kazıma aynı zamanda bir işleme eylemidir. Tarihsel materyalizm bu “arkeolojik” çalışmalara mana katacaktır. Hikmet Kıvılcımlı’nın esinlendiği yer de bu noktalardır.

Marx ve Engels devrimci düşüncenin birbirini tamamlayan iki ana kolonudur. Uluslararası devrimci hareketin teorik ve politik iki öncüsüdür. Engels, Marx’ın hareket içindeki rolünü ve kendi rolünü Marx’ı toprağa verirken mezarı başında yaptığı konuşmada net bir şekilde yüksek bir mütevazılıkla ortaya koymuştur. Yine Engels Marx’ın dehasının farkında olarak ve onun devrimci komünist bir hareketin ve devrimci teorinin yaratılmasında stratejik rolünü erkenden görüp, kendini teorik ve entelektüel bir faaliyete adaması için her düzeyde muazzam bir çaba harcamış ve fedakârlık yapmıştır. Ve bütün bunları büyük tevazuyla gerçekleştiren Engels, Marx ölümünden sonra da bu tevazuyu sürdürmüştür.

Bu iki enternasyonalist devrimci, işçi sınıfını mücadelesini birleştiren enternasyonalist örgütlenmelerin inşası için azami önem gösterdiler. I. Enternasyonal’in (1864) kuruluşunda aktif rol aldılar. II. Enternasyonal’in kuruluşunda (1889) Engels’in belirleyici rolü oldu. Engels Marx’ın ölümünden sonra (1883) II. Enternasyonal’in tartışılmaz otoritesi ve önderi konumuna geldi. Artık “Birinci Kemandı” ama yine de Marx’ın hareket içindeki yerini ve kendi konumunu her fırsatta belirtmeyi ihmal etmedi. Kibirle, yaşamı arasındaki mesafeyi her zaman itinayla korumayı bildi.

Engels, Marx gibi bütünlüklü bir düşünür ve eylem adamıdır. 19. yüzyıl büyük toplumsal alt üst oluşların yüzyılıdır. Aynı zamanda devrimci sınıfın toplumsal- maddi bir güç olarak ortaya çıktığı bir yüzyıldır. Marx ve Engels bu yüzyılın tüm dinamiklerini gören ve sınıf mücadelesinin zenginliği içinde devrimci düşüncenin inşasını gerçekleştiren kişilerdir. Devrimci sınıfla devrimci düşüncenin kaynaşması ve rezonansa girmesi için olağanüstü çaba sarf etmişlerdir.

Komünist düşüncenin en konsantre ifadesi olan, sömürülen sınıfların en tarihsel ve en meşru hakkı olan devrim yapma hakkını savunan ve bunu açıkça ifade eden Engels, aynı zamanda bu hakkın gerçekleştirilme eyleminin militanı ve teorisyenidir. O da Marx gibi hayatını sömürülen sınıfa, proletaryaya ve onun mücadelesine adamıştır.

Devrimci komünist düşüncenin bu iki büyük önderi farklı yönlerden ve yönelimlerden hareket ederek aynı noktada, devrimci komünist hareketin ve bu düşüncenin inşası ve geliştirilmesi noktasında buluşmuş, yoldaşlıklarını yaşamlarının sonuna kadar sürdürmüşlerdir.

Genç Engels’in, genç Marx gibi düşünsel gelişiminin köşe taşı Hegel’dir. Engels 1839 okuduğu D. F. Strauss’un İsa’nın Yaşamı adlı çalışması kendi gelişiminde son derece etkili oldu ve tanrıtanımazlığa ulaşmasını sağladı. Bu süreç aynı zamanda Engels’in Genç ya da Sol Hegelci olma sürecidir. Engels üstün nitelikleriyle akademik bir alandan değil, kendi entelektüel ya da otodidaktik gelişimiyle felsefi bir yönelim içine girdi. Çünkü Almanya o tarihsel konjonktürde felsefe yapma aynı zamanda etkin bir politika yapma tarzıydı ya da muhalefet etme biçimiydi.

Engels’in felsefi araştırma ve yoğunlaşması Marx’ın tersine siyasal radikalizmden felsefeye yönelim şeklinde gelişti. Yine Marx’ın Hegel’in devlet felsefesiyle/teorisiyle hesaplaşması ya da eleştirisi kendisinin hukukçu olması ve gazetecilik pratiğinin birikimleriyle olurken (Bottigelli,1976:118), Engels’in Hegelci felsefeyle hesaplaşması ve kopuşu pratik eksende gelişti. Pratiğin diyalektiği kalkış noktası oldu. Diyalektik bir başka izahla pratiğin dili ve ruhuydu. Engels, Hegel’in düşüncesinin dayanağı olan diyalektik yöntemle hareket ederek Hegel’in yüksek bir soyutlamayı içeren metafizik sistemiyle erken ve hızlı bir hesaplaşmaya girdi.

Engels’in en önemli çalışmalarından biri olan İngiltere’de İşçi Sınıfı’nın Durumu (1845) işçi sınıfının tarihsel rolüne ilişkin yapılmış erken bir çalışmadır. Bir proleter olan hayat arkadaşı Mary Burns’un bilfiil Manchester’ın işçi semtlerinde sınıfının yaşamını Engels’e göstermesiyle başlayan bu çalışma bir kent sosyolojisi ve somut bir saha çalışması olarak da önem taşır. İngiliz işçi sınıfı üzerine araştırmaları Engels’i, işçi sınıfının komünizmin kurucu öznesi olarak keşfetmesini ve o gücün taşıdığı devrimci potansiyeli ve yıkıcı enerjiyi görmesini sağladı. Bu yön Engels’in Marksizm’e olağanüstü bir katkısını ifade eder.

Engels, Ricardo, Say ve Adam Smith gibi ekonomi politiğin önemli kimliklerinin çalışmaları üzerinde yoğunlaşır. Yine Saint Simon, Fourier, Owen ve Proudhon’un eserlerini okur ve siyasal gelişmeleri yakından takip eder. Bu dönemde ayrıca sosyalistlerle, Owen taraftarlarıyla ve Çartist hareketin önderleriyle temaslar kurar. Bu teorik ve pratik yoğunlaşma onun özel mülkiyet üzerinde odaklanmasını sağlar. Özel mülkiyet üzerinde önemli analizlerde bulunur. Bu analizler de çarpıcı ve erken çözümlemelerdir. Sınıflı toplumların en konsantre hali olan kapitalizmin işleyiş yasaları ve özel mülkiyet arasında bağları inceler. Henüz özel mülkiyetin devrimci eylemle ilgası düşüncesine sahip değildir ama hızla o düşünceye doğru ilerler. O dönemde Engels’in komünizm anlayışı henüz ütopyacı bir karakter taşımaktadır.

Bu arayışlarını tek sayı çıkan Marx’ın da iki önemli makalesinin bulunduğu (Yahudi Sorunu ve Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı- Giriş ) Fransız- Alman Yıllıkları’nda yayınlanan iki makaleyle ifade eder. Özellikle Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi adlı makalesi son derece önemlidir. Marx’ın ekonomi politiğe yönelmesine neden olan bu makale Marx tarafından “dâhice bir deneme” olarak değerlendirilir (Bottigelli,1976:126).

Düşünsel arayışları farklı yönelimlerle başlayan ama daha sonra Marx’la aynı yerde buluşan Engels, Marx’la tanıştıktan sonra bir anlamda birbirini tamamlayan doğal bir işbölümüne girerler. Ama aynı zamanda birbirlerinin çalışmalarına gerekli ve tamamlayıcı katkılar yapmayı da ihmal etmezler. Bazen ortak çalışma yaparlar. Ama her zaman hemen hemen her konuda aralarında görüş alışverişinde bulunurlar. Örneğin Engels’in en önemli kitaplarından biri olan Anti-Dühring’in (1876-78) X. bölümüne Marx önemli katkılarda bulunur.

Engels düşüncelerini arı, yalın ifade edebilen ve hızlı şekilde kaleme alabilen biridir. Marx daha dağınık ve karmaşık bir şekilde yazarken, Engels sadeliği ve hızlı kaleme almasıyla dikkat çeker.

Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (1884) adlı çalışması başlı başına arkeolojik içerikte bir çalışma olarak dikkat çeker. Çalışma egemen sınıf özel mülkiyet ilişkisini ve özel mülkiyetin kontrol edilmesi ve güvenliğinin sağlanmasında aile ve devletin rolünü ve tarihsel gelişimini irdeler. Kitap bir yanıyla Marksist devlet teorisinin temel eserlerinden biri olarak kabul edilir. Engels bu çalışmasında devletsiz toplumlara özel vurgu yapar ve olumlar. Gens’in özgür insanını öne çıkarır. Sınıflı topluma geçişin bir eşiği olarak Antik komün üzerinde durur. İşbölümünü özenle inceler. Kısaca devletin tarihsel, toplumsal ve sınıfsal bir olgu olarak ortaya çıkışının arka planını inceler. Aynı çalışma patriyarka ve sınıfsal iktidar ve tahakküm ilişkisi analizleriyle kadın özgürlük mücadelesinin temel kaynaklarından biri olarak dikkat çeker. Bu araştırmalar Engels’i etnoloji ve toplumların tarihsel dinamikleri üzerine yoğunlaşmasını, yazılı tarih öncesi toplumları ve komün rezervlerini incelemeye itmiştir. Marx, Engels’in bu alanlarda yoğunlaşması istemiş ve Etnoloji Defterleri/Notları Engels’in araştırmalarına ışık tutmuştur.

Genç Marx ve Engels’in teorik ve felsefi gelişmesinde din ve Hıristiyanlık tartışmalarının önemli bir yeri vardır. Hatta bu süreç dönemin bir muhalefet biçimi ve Sol Hegelcilerin kendilerini ifade etme ve kendi sistematiklerini oluşturma dönemidir. Marx ve Engels dine yaklaşımı ve eleştirileri benzer içeriktedir.

Dinin ikili karakteri üzerine duran Marx ve Engels hiç bir zaman teolojik bir tartışmaya girmez ya da dine karşı reaksiyonel bir tutum almazlar. Eleştirinin temelini dinin eleştirisinden başlatmalarına rağmen dine karşı Aydınlanmacı ve pozitivist bir tutum geliştirmezler. Sorunu ve bağlamı farklı yerden kurarlar. Dini tarihsel ve toplumsal bir fenomen olarak ele alırlar ve tarihsel dönemlere göre dinin rolünün farklılaşabildiğini ortaya koyarlar. Ve dini yaratan toplumsal maddi koşullar üzerinde dururlar. O koşulları ve dinamikleri analizler ederler.

Marx ve Engels için din bir yandan var olan sistemi meşrulaştıran hatta üreten bir içeriğe sahipken, öte yandan protestocu ve devrimci bir özellik göstermektedir. İkisi de ilk Hıristiyanlığı ve ilk Hıristiyanları dinin muhalif ve devrimci karakterinin örneği olarak değerlendirir. Engels’te dinin bu muhalif ve devrimci karakterine vurgu daha yoğundur. Engels yoksul, çaresiz ve ezilen ilk Hıristiyanların örgütlenmelerini hayranlıkla karşılar. Erken Hıristiyanlığı ve ilk Hıristiyanların ruh hali, pratik ve amaçlarıyla, modern sosyalizm mücadelesi arasında paralellik kurar. Dinin taşıdığı devrimci potansiyeli görür ve dinin yarattığı uhreviyatı ve kitleleri saran ve harekete geçiren dinamiğini önemser. Dinin yoksul kitlelerin mana dünyalarını oluşturmasını, ruhlarını silahlandırmasını ve ayağa kalkışlarını sağlamasını hayranlıkla karşılar. Alman Köylü Savaşları adlı çalışması aslında bu yaklaşımın net bir örneğidir ya da halkların heterodoks tarihinin içindeki devrimci pratikleri ve bu pratiklerin taşıdığı potansiyelleri ortaya koyan bir içeriktedir.

Engels, halkların taşıdığı tarihsel devrimci dinamikleri, komün dinamiklerini ve rezervlerini inceleyerek bir nevi karşı tarih çalışması yapar. Tarihe vurgu aslında bugünün izahı ve bugüne müdahaleyi içerir. Bir nevi tarih ve bugün arasındaki diyalektiği kazıyarak açığa çıkarır. Bu kazıma aynı zamanda bir işleme eylemidir. Tarihsel materyalizm bu “arkeolojik” çalışmalara mana katacaktır. Hikmet Kıvılcımlı’nın esinlendiği yer de bu noktalardır. Kıvılcımlı bu zeminlere basarak kendi katmanlı tarih tezini inşa etmeye girişir. Onun terminolojisiyle ifade etmemiz gerekirse Engels, tarihsel dinamiklerle ya da tarihsel devrimlerle sosyal devrimin arasındaki diyalektik bağı kurar. Bir başka bağlamda bu rezonansın önemi üzerinde durur. Bu çaba gerçeklik ya da tarihsel gerçekliği açıklama ve o gerçekliği kavrama ve değiştirmeyi esas alan bir çabadır.

Literatürde bu yönde çok az sayıda çalışma yapılmıştır. Engels’in Alman Köylü Savaşı bu manada son derece önemli ve kıymetli bir çalışmadır. Thomas Müntzer ve 1525 Devrimi’ni inceleyen Alman Köylü Savaşları, dinin devrimci potansiyelini ve yoksul, çaresiz ve sömürülen kitlelerin kolektif aksiyonun parçasına dönüşmesini ele alır. Bir yanıyla incelenen konu yoksul ve ezilen kitlelerin öfke hareketidir. Çalışmada tarihsel devrimlerin özgün karakteri ve cebiri irdelenir. Konu tarihsel bir içeriğe sahiptir ama yazıldığı tarih dâhil güncelliğini halen koruyan bir içeriktedir. Çünkü dünyayı değiştirme arzusu ve pratiği tarihsel olduğu kadar günceldir ya da daha doğru ifadeyle bu arzu ve pratik tarihle bugün arasındaki diyalektik bütünsellik içinde kurulur. Engels bu manada çalışmasında tarihsel sosyal dinamikle arasındaki içkin bağları inceler ve tarihi bugüne, bugünü yıkmak için çağırır. Bu yıkma faaliyeti aynı zamanda geleceğin inşa faaliyetidir.

Devrimci Hıristiyanlık: Bir İsyan ve Öfke Hareketi

Engels “1525 Devrimi” diye tanımladığı Alman köylü ayaklanmalarını Alman Köylü Savaşları adlı kitap çalışmasında materyalist bir tarih anlayışıyla kapsamlı bir şekilde ele alır ve bu hareketlerin taşıdığı devrimci potansiyel üzerinde durur. Dönemin sınıf kombinasyonlarını inceler ve farklı sınıf ve katmanların köylü savaşları içinde konumlanışlarını, saflarını, refleksleri ve sınıfsal tutum alışları ve asabiyetlerini analiz eder. Engels, tarihsellikten güncelliğe doğru uzanır ve buradan Almanya’daki  aktüel sınıf mücadelesine ilişkin ilginç gözlemler ve yorumlar yapar.

Engels’in çalışmasının ana kaynağını Hegel’in öğrencisi ve Sol Hegelci olan Jonchim Zimmermann’ın Thomas Müntzer adlı çalışması oluşturur. Zimmermann’a kadar Müntzer konusu egemen söylem ve tarih yazımına uygun olarak ele alınmıştı.  Zimmermann bu çalışmayla Müntzer ve Alman Köylü Savaşı’nı başka bir bağlama oturtur. Köylü savaşlarını ezilenlerin bir dinamiği olarak ele alır. Bu dinamik ve deneyimlerin 1800’lerin ilk çeyreğindeki manası üzerinde durur. 1789 sonrası dünyanın politik ve teolojik bütünlüğünü savunur. Engels kitabının önsözünde çalışmasının ana materyalinin Zimmermann olduğu belirterek işe başlar. Ama Zimmermann’ı çalışmasının sınıfsal perspektiften uzak oluşuyla eleştirir. Zimmermann’ın hareketin dinamikleri, kökleri ve dinsel ve siyasal teorilerini eksik bıraktığını belirterek aslında kendi yoğunlaşma alanlarını işaretler. Engels benzer içerikte bir eleştiriyi Kautsky’nin “Reform Çağında Orta Avrupa’da Komünizm” adlı çalışması için yapar. Kautsky’nin hareketin dinamiğini oluşturan alt sınıfların rolünü azımsadığını, Müntzer’in düşünsel eğilimleri ve dinsel yaklaşımındaki farklılık ve zenginliğini algılamadığını belirtir. Ayrıca Almanya’nın o konjonktürdeki sosyo-ekonomik koşullarının Kautsky tarafından çok anlaşılmadığı yazar.

Engels, Zimmermann gibi dönemi incelerken Almanya’nın aktüel dinamikleriyle bağ kurar. 1525 Devrimi’yle 1848-49 Devrimleri arasındaki benzerlikler üzerinde durur. Ve şu soruyu sorar: “1525 Devrimi’nden kim kazançlı çıktı? Prensler. 1848 Devrimi’nden kim kazançlı çıktı? Büyük prensler, Avusturya ve Prusya. 1525’te küçük prenslerin arkasında, ödedikleri vergilerle onları kendilerine bağlayan küçük burjuvalar vardı; 1850’nin büyük prenslerinin arkasında, Avusturya ile Prusya’nın arkasında, devlet borçları aracılığıyla onları hızla boyundurukları altına alan modern büyük burjuvalar duruyor. Büyük burjuvaların arkasında da proleterler duruyor.” (Engels, 2018:13)

Yine bu deneyimlere bakarak Alman burjuvazinin karakterine yönelik tarihsel analizler yapar. Onun kendi devrimini yapamayacak kadar korkak, pısırık oluşundan ve oportünizminden bahseder. Proletaryadan korkusunun altını çizer. Ve “Alman halkının (bir) devrimci geleneği vardır” diye vurgu yapar (Engels, 2018:33). Böylesi bir geleneğin arkeolojisine girişir, Alman köylü savaşlarını detaylı bir şekilde inceler.

Engels bu çalışmasıyla aslında bir yandan Almanya’nın tarihsel devrimci birikimleriyle sosyal devrim arasında bağ kurmayı ve Alman halkının devrimci geleneğiyle proletaryanın devrimci yıkıcılığı arasındaki rezonansı göstermeyi amaçlar. Ayrıca Din’in devrimci ve muhalif karakterini ortaya koyar. Köylü savaşları ve Thomas Müntzer bu manada bir karşı tarih ya da heterodoks bir tarih anlayışını ifade eder. Tarihsellikle güncellik arasındaki diyalektik patikaları aralar, sofistikasyonlar yapar.

Engels 1476 – 1525 yılları arasında gerçekleşen, 50 yıl içinde yükseliş ve düşüşler gösteren ve Almanya’yı sarsan köylü hareketlerini tek tek inceleyerek işe başlar. Bu dönemdeki öne çıkan her ayaklanma ve isyanın dinamiklerini, önderliğinin karakterini, mobilize ettiği köylü yığınlarının potansiyelini ve kentli alt sınıflarının tutum ve yönelimlerini analiz eder. Ayaklanmaların ruhunu belirleyen Hıristiyanlığın heterodoks inanç sistemlerini veya dönemdeki Mesiyanik Hıristiyanlığın taşıdığı devrimci ve protestocu dinamikleri ele alır.

Ayaklanmalara önderlik yapan rahip veya eşitlikçi dinsel tarikatların en belirleyici özelliği asetizm ya da çilecilik karakteri oldu. Nefsin terbiyesini esas alan ve dünyevi zevkleri reddeden ve ruhun arınmasını savunan asetizm dönemin heterodoks inançlarının genel eğilimi olarak dikkat çekti. Kilise ve ruhban sınıfının dünyevi şatafatı, hazları ve tutumlarının radikal ve militan reddini ifade eden, tinsel bir arınmayı içeren çilecilik yoksul kitleler tarafından eşitlikçi ve çileci tarikatların ya da rahiplerin hızla kabul ve yüksek saygı görmesini sağladı.

Engels, din savaşlarını, dönemin sınıf mücadelesinin bir tezahürü olarak görür ve bir siyasi aksiyom olarak değerlendirir. Sınıf mücadelelerin farklı coğrafyalarda ve tarihsel koşul ve momentlerde özgün biçimler kazanabileceğini belirterek son derece önemli bir vurgu yapar: “On altıncı yüzyılın ‘din savaşları’nda da her şeyden önce çok somut maddi sınıf çıkarları söz konusuydu ve bu savaşlar, tıpkı daha sonra İngiltere ve Fransa’da ortaya çıkan iç çatışmalar gibi, sınıf mücadeleleriydi. Bu sınıf mücadelelerinin o dönemde dinsel işaretler taşıması, tek tek sınıf çıkarlarının, ihtiyaçlarının ve taleplerinin dinsel bir örtünün altında gizlenmesi, işin özünü hiç bir şekilde değiştirmez ve dönemin koşullarıyla açıklanabilir.”(Engels, 2018:54-55)

  1. yüzyıl başları feodal ilişkilerin çözülüşü simgeleyen ve yeni toplumsal formasyonun gelişme dinamiklerini açığa çıkaran kritik bir momenttir. Her şeyden önce bir geçiş sürecini ifade eder ve bu tarihsel dönem büyük alt üst oluşları beraberinde getirecektir. Tabii ki bu dönüşümün seyri net değildi. Kapitalist ilişkilerin önünü açacağı gibi bir çürüme şeklinde de biçimlenebilirdi.

Zamanın tüm güçlerinin devrede olduğu ve rol aldığı bu kritik momentte yaşanan köylü savaşları ezber bozucuydu ve alt sınıfların özlem ve arayışlarının ifadesi olacaktı. Aslında 13. ve 14. yüzyılda Almanya dâhil, İngiltere, İsviçre, İspanya, Avusturya ve Fransa’da yaygın köylü savaşları yaşanmıştı. Alman köylü savaşları parlama ve kısa bir süre sonra sönümlenme şeklinde gelişen bu savaşlardan farklı seyretti. En başta köylü ayaklanmalarının yarım asırlık dalgasal bir içerikte gelişmesi, yaygınlığı, mobilizasyonu, kitlesel katılımı, şiddeti ve felsefi-teolojik içeriği ve siyasal programıyla son derece devrimci ve radikal bir eksende gelişti. Köylü savaşları Almanya tarihinin en önemli halk devrimi olarak dikkat çekecekti.

Reformasyon Hareketi’nin dönemin tüm statükoları sarsması alt sınıfların patlamaya hazır öfkesini de tetiklemişti. Aynı dönem kapitalist ilişkilerin ilk dönemine tekabül etmekteydi. Dünyanın değişik coğrafyalarının kolonizasyonu, “ilkel birikim” hamleleri ve Reformasyon Hareketi eş zamanlı gelişen olgular olarak yaşanıyordu.

Almanya bu süreçte İngiltere, Hollanda ve Fransa’ya nazaran kapitalist ilişkilerin geç geliştiği coğrafya olarak öne çıktı. Yine de kısa zamanda hızlı atılımlara sahne olacaktı. Özellikle Almanya’nın güneyi kapitalist ilişkilerin sıçramalı gelişmesine tanıklık edecekti. Bölgede taş, maden ocaklarının yanında tekstil ve dokuma atölyeleri yaygınlaşıyordu. Yeni sınıfsal kombinasyonları ve çelişkileri beraberinde getiren bu süreç ilk proleterler kesimleri ortaya çıkarırken, ayrıca sermayeyi üretimi ve ticareti kontrol eden kent burjuvazisinin doğuşunu beraberinde getirdi. Kent burjuvazisi hızla ekonomik ve siyasi nüfuzunu artırmaya başladı. Pazar ekonomisinin ortaya çıkmasına yol açan bu gelişmeler kırsal alanda etkisini hissettirdi. Kent burjuvazisi ulusal bir pazarın kurulmasını arzuluyordu. Feodal üretim ilişkilerinin kapalılığı ve darlığı, aristokratik ayrıcalıklar yeni gelişen kapitalist sınıfı zorlamaktaydı. Köylüler feodal despotizme, angaryaya ve vergilere karşı tepkiliydi ve arayış içindeydi. Bu arayış kent burjuvazinin siyasi ve ekonomik nüfuzunu yayma isteğiyle çakışıyordu. Reformasyon süreci başta köylülük ve kent burjuvazisi olmak üzere zanaatkâr, kent alt sınıfları ve farklı kesim ve tabakaları harekete geçirdi ve hareketin hızla sahiplenilmesini beraberinde getirdi. Feodal hiyerarşi ve sömürüyle, Katolik Kilisesi’nin içkin bağları Reformasyo’nun bir muhalefet hareketi olarak güçlenmesine hatta hareketin içinde devrimci bir ruh halinin doğuşuna yol açacaktı. Başta köylüler ve kent alt sınıflarının adalet ve özgürlük arayışı Reformasyon’la tetiklendi. Katolik Kilisesi’nin bin yıllık hegemonyası sarsılıyor, parçalanıyordu. Bu sarsıntı ve hegemonyanın dağılma süreci büyük alt üst oluşları beraberinde getirecekti.

Almanya’da feodal yapının çözüldüğü ve parçalandığı bu konjonktürde sınıfsal kutuplaşma ve çelişkilerin en yoğun yaşandığı Güney Almanya odak coğrafya olarak öne çıktı. Sınıfsal fay hatlarının kesiştiği Güney Almanya’da Reformasyon Hareketi radikal biçimlere dönüştü. Bölge feodalizme karşı devrimci köylü ayaklanmalarının merkezi haline geldi.

Güney Almanya’daki köylü savaşlarının tarihsel bir arka planı vardır. Ağırlıkta 1450’lerde İsviçre konfederasyonu merkezli gelişen, daha sonra Karaorman, Alsace ve Ren bölgelerinde kendini gösteren köylü ayaklanmaları öfke patlamaları şeklinde doğması ve kısa bir süre sonra geri çekilmesiyle dikkat çekti. Fakat yaşanan her isyan ve yenilgi mistik ögelerle birleşerek köylü hareketini besledi.

Bu dönemdeki en önemli ayaklanma 1476’daki Kavalcı Jean adlı bir çoban ve vaizin önderliğinde gerçekleşti. Kutsal Bakire’nin kendine göründüğünü söyleyen Kavalcı Jean, dünyevi iktidarları reddetti. Kavalcı Jean, ne imparatorun ne de Papa’nın insanlara hükmedemeyeceğini ilan etti. Ve hiç kimsenin komşusundan zengin olamayacağını söyleyerek Hıristiyan eşitlikçiliğine vurgu yaptı. Vaazları binlerce yoksul tarafından ilgiyle dinlendi. Hızla yoksul köylülerle bütünleşen Kavalcı Jean onların on yılları kapsayan öfkesinin parçası oldu. Öfkenin ayaklanmaya dönüşmesi uzun sürmedi. Otantik dinsel halk inançlarının izlerini taşıyan hareket, Husçuların ayaklanması olarak da anıldı. Würzburg piskoposunun prenslik ordularını devreye sokmasıyla ayaklanma şiddetle bastırıldı. Kavalcı Jean katledildi.

Yaşanan ağır yenilgiye rağmen 1476 Ayaklanması bir dönemin kapılarının aranmasını sağlayacaktı. Ayaklanma, Almanya’yı 50 yıl sarsacak köylü savaşlarının başlangıcı oldu. Kendiliğindenci bir karakterde gelişen bu isyanlar, şiddetli öfke patlamaları şeklinde açığa çıkıyor, hızla kitleselleşiyordu. Yeterli örgütlülük düzeyinin sağlanamaması, koordinasyon eksikliği, askeri donamının yetersizliği, lojistik sorunlar, önderlik ve ittifak politikalarında yaşanan problemler, özellikle ayaklanmaya katılan lümpen proleter kesimlerin kaypak ve istikrarsız tutumları ve yiyecek organizasyonunun sağlanamaması ayaklanmaların ağır yenilgilerle sonuçlanmasına yol açmaktaydı. Prenslik ordularının teknik ve askeri donanımı, alt sınıfların ayaklanmasına karşı izledikleri ittifak politikaları hızla üstünlük sağlamalarını beraberinde getirdi. Her şeye rağmen Almanya’nın güney bölgesi her yenilgiden sonra yeni bir köylü isyanına sahne olacaktı. Bir anlamda her yenilgi yeniden ayağa kalkışı ve öfkeyi besleyecekti.

Ayaklanmalara önderlik yapan rahip veya eşitlikçi dinsel tarikatların en belirleyici özelliği asetizm ya da çilecilik karakteri oldu. Nefsin terbiyesini esas alan ve dünyevi zevkleri reddeden ve ruhun arınmasını savunan asetizm dönemin heterodoks inançlarının genel eğilimi olarak dikkat çekti. Kilise ve ruhban sınıfının dünyevi şatafatı, hazları ve tutumlarının radikal ve militan reddini ifade eden, tinsel bir arınmayı içeren çilecilik yoksul kitleler tarafından eşitlikçi ve çileci tarikatların ya da rahiplerin hızla kabul ve yüksek saygı görmesini sağladı. Bu akımlar feodalizmin tahakkümüne karşı uzun soluklu gizli direniş odakları olarak faaliyet yürüttüler. Taraftarları ve liderleri feodal despotizmin bütün şiddetine ve katliamına maruz kaldılar. Ama direniş ve örgütlenme gizlice nesiller boyu sürdürüldü.

Çilecilik, dönemin tüm ezilen ve proleter hareketlerinde görülen bir olguydu. Çünkü proletarya kendini bir sınıf olarak ifade etmek ve varlığını ortaya koymak için kendisini kurulu düzenle uzlaştıran, sefaletini çekilir kılan müzik, eğlence, içki ve benzeri her şeyi reddediyordu. Engels, buradaki çileciliğin egemen sınıfların karşısına Spartalılara özgü bir eşitlik ilkesine dayandığını ve ontolojik bir içerikte reddedici bir ahlaki tutuma tekabül ettiğini vurgular. Ayrıca Lutherci kentli ahlakından ve İngiliz Püriten tutuculuğunu içeren çilecilikten ayrı olduğunun altını çizer. Eşitlikçi tarikat ve rahiplerin asetist özellikleri yoksul yığınlarla hızla temas kurmalarını, kabul görmelerini, onların ruhlarına dokunma şansını veriyor, yüksek bir saygı kazanmalarına yol açıyordu. Dönemde asetist akım ve tarikatlar devrimci bir karakter taşıdı, halkların mücadelesinde devrimci bir çizgiyi temsil etti. Ne var ki toplumsal formasyonda yaşanan değişim, üretici güçlerin gelişmesiyle haz nesnelerinin sonsuz çeşitlenmesi ayrıca proletaryanın toplumsal konumunun belirginleşmesi ve proletaryanın kendini devrimcileştirmesi bu akımların devrimciliklerini yitirmelerini beraberinde getirdi. Engels bu akımların zamanla yozlaşarak ya doğrudan doğruya burjuva cimriliğine ya da küçük burjuva veya lonca üyesi zanaatçılığa özgü pintilik anlamı taşıyan gösterişli erdem şövalyeliğine dönüştüğünü açıklar (Engels, 2018: 80).

Almanya‘da Kavalcı Jean Ayaklanması’ndan sonra dikkat çeken en önemli köylü hareketi 1493 yılında yaşandı. Alsas bölgesinin tüm kırsalına yayılan ayaklanma geniş köylü kitlelerini harekete geçirdi. Bu ayaklanma köylü isyanlarının ilk şekillenmesi olarak da kabul edilebilir. Hareketin kendini bir ad etrafında inşa etmesi ve simgesel imajlar kullanması önemli bir eşiği ifade etti. İsyancılar direkt köylülüğü ifade eden bir adla bir araya geldiler. “Bundschuh”- “Köylü Çarığı” köylü ayaklanmalarının adı olurken yine köylü çarığı işlenmiş bezler isyancıların bayrağına dönüştü. Ayaklanma prens orduları tarafından şiddetle bastırıldı. Binlerce köylü katledildi.

Köylü hareketi salınımlı gelişimini sürdürdü. 4 ya da 5 yıllık periyotlarla yeni ayaklanmalar yaşandı. 1502 yılında Bundschuh ayaklanmaları yeniden ortaya çıktı. Bu ayaklanma da kanla bastırıldı. 1502 köylü isyanlarının önderlerinden Joss Fritz kaçmayı başardı. Gizli yaşamaya ve köylüler içinde örgütlenmeye devam etti. Joss Fritz, 1513 ayaklanmasını örgütleyenlerden biri olarak dikkat çekti. Köylü önderi olan Fritz son derece yetenekli ve kararlı bir kişilikti. Aynı zamanda köylüler içinde ciddi bir saygınlığa sahipti ve iyi bir örgütçüydü. Joss Fritz, 1513 sonrası bölgede gerçekleşen yeni isyanların taşıyıcı kimliklerinden biri olarak iz bıraktı.

Yenilgiler ve geri çekilmelerden sonra benzer Bundschuh örgütlenmeleri Yukarı Ren ve Suab bölgelerinde tekrarlandı. Özellikle 1518-1523 arasında hemen hemen her yıl Karaorman ve Yukarı Suab bölgelerinde köylü ayaklanmaları yaşandı. Ayaklanmacılar kiliseleri, manastırları ve malikâneleri yaktılar, topraklara ve değerli eşyalarına el koydular. Serflik ve feodal tahakkümü ifade eden vergileri ödemediler. Ama her isyan dalgası şiddetle bastırıldı. Köylü hareketi yenilgiler ve geri çekilmeler içinde gelişmesini sürdürdü. Feodal despotizme ve sömürüye ve işleyişin parçası olan Kiliseye karşı köylülüğün öfkesi ve kini her an açığa çıkmaya ve patlamaya hazırdı.

Ekim 1524’te Hans Müller önderliğinde yeni bir isyan dalgası örgütlendi. Geniş köylü yığınlarını bünyesinde taşıyan isyan dalgası Güney ve Orta Almanya’ya hızla yayıldı. Altı ay içinde bütün bölgeyi sardı ve saflarına on binlerce köylüyü kattı. 1525 yılının Şubat ayında Thomas Müntzer önderliğindeki hareket de bu isyan dalgasına katıldı ve isyanın en önemli ve en yıkıcı gücü oldu.

Aslında 1510 sonrası köylü savaşlarında iki önemli kimlik karşımıza çıkar. Her ikisi de teolog olan bu kimlikler yani Martin Luther ve Thomas Müntzer feodalitenin çözülüşü ve feodal değerlerinin aşındığı konjonktürde farklı sınıf ve katmanların temsilcileri oldular. Luther, yeni statükonun ve “yeni” egemenlerin sözcüsü olurken, Thomas Müntzer feodal sömürü ve despotizme karşı ayaklanan alt sınıfların ve özellikle yoksul köylülerin temsilcisi olacaktı.

Engels çalışmasında bu sınıfsal konumlanışı ve Thomas Müntzer Hareketi’nin,  genelde köylü savaşlarının taşıdığı devrimci potansiyeli ele alır. Ayaklanmalarda devrimci Hıristiyanlığın rolü üzerinde durur ve harekete büyük bir sempatiyle bakar. Alman köylü savaşlarını feodalizme karşı devrimci muhalefet olarak değerlendirir. Hatta Thomas Müntzer ve hareketini 1525 Alman Devrimi olarak tanımlamaktan da imtina etmez (Engels, 2018:13-55).

Reformasyonun Luther’le anılmasının bir başka boyutu kendi tercihleri ve yeni statükonun parçası olmasıydı. Egemenlerin sözcüsü olan Luther yine egemenler tarafından gündemde tutuluyordu. Bir anlamda tarihin tahrif edilmesinde ve heterodoks inanç ve eğilimlerin yok sayılması ve teolojik bir resmi tarihin yazılmasında bir sakınca yoktu.

Reformasyonun Kökleri

Reformasyon Hareketi yaygın anlatıya göre Luther’le başlatılır. Bu anlatılar hem tek boyutlu, hem de dönem dinamiklerini görmeyen bir yaklaşımı ifade eder. Her şeyden önce Reformasyon bir eylemle kendini dışa vuran ya da Luther’in 95 tezini Kilise’nin kapısına çivilemesiyle başlayan bir gelişme değil başlı başına bir “olayı” ve tarihsel süreci ifade eder. Reform hareketi kapitalist transformasyonun son derece önemli veçhelerinden biridir. Aynı süreçte adı çokça tekrarlanan Martin Luther’den başka John Calvin, Huldrich Zwingli, İngiliz Kralı VIII. Henry önemli roller almıştır.

Reformasyonun Avrupa’da ve İngiltere’de yayılışı farklı dinamik ve (teolojik boyutları itibariyle de) farklı özgünlüklerde gerçekleşmiştir. Fransız teolog ve din adamı olan John Calvin,  reform hareketinin en önemli liderlerinden biridir. Calvin, Kalvinizm mezhebinin kurucusudur. Calvin, piskoposluğu reddederek İhtiyarlar Meclisi tarafından reform kiliselerinin yönetilmesini savundu. Bu kiliselere mensup olanlar da presbiteryenler olarak anıldı.  Calvin, Kutsal Ruh’un insanları İsa’ya yönlendirdiğini ileri sürüyordu. Kilise ve devletin iç içe geçmesini savunan Calvin, Cenova’da teokratik bir devlet kurdu.

Huldrich Zwingli İsviçre’de Protestan reformunun lideriydi. Manastır sistemine, papazların işlevleri ve rollerine karşı sert eleştiriler getirdi ve özellikle günah çıkarma uygulamalarına karşı net bir tavır aldı. Ayrıca bazı Kilise ritüellerinin manasızlığı üzerinde durdu. Kilise hiyerarşisinin suistimalleri ve yozlaşmasını tartışarak, teşhir etti.

İngiltere kralı, Kral VIII. Henri reformasyon sürecinde önemli roller üslenen bir diğer isim oldu. Kral VIII. Henri önce Martin Luther’in çıkışını heretik (dinden sapmış, dinsel geleneklere aykırı) olduğunu söyleyerek, Katolik Kilisesi’ne bağlığını ifade etti ve bu tavrı Roma tarafından takdirle karşılandı. Daha sonra Roma’nın otoritesini tanımayarak, inisiyatifini kıran adımlar attı ve İngiltere’de Anglikan Kilisesi’ni kurdu. Reformasyonun farklı kimliklerini ve dinamiklerini gösteren bu gelişmeler bir konjonktürü ve süreci ifade edecekti( Pelz, 2017: 41-42).

Kökleri 14. yüzyıla dayanan, Katolik Kilisesi ve Roma’nın hegemonyasına karşı gelişen dinamikler Reformasyon Hareketi’nin zeminlerini oluşturacaktı ve bu dönemde ileri sürülen argümanlar Reformasyonun içeriğini belirleyecekti. Hıristiyanlığın özüne dönüşünü savunan bazı teologlar, Roma’nın otoritesini ciddi derecede sarsacaktı.

Dönemin en önemli kimliklerinden biri John Wycliff’ti. Wycliff, İngiliz bir teolog, akademisyen ve skolastik bir filozoftu. Wycliff, Roma Kilisesi’ne, Hıristiyan pratiğine ve doğmalarına sert eleştiriler getirdi ve ciddi bir muhalefet yürüttü. Teoloji konusunda yüksek formasyonu Katolik Kilisesi’ni zor durumda bırakıyordu. Wycliff, ruhban sınıfın cahilliğini, din adamlarının dejenerasyonunu ve ahlaki deformasyonlarını teşhir ediyor, günah çıkarma ve azizlere hürmet gibi pratikleri ve Kilise’nin yozlaşmasını sert biçimde eleştiriyordu. Martin Luther’in Wycliff’in eserleri okuduğu ve etkilendiği bilinmektedir.

Jan Hus da dönemin son derece önemli kimliklerinden bir diğeridir. 14. yüzyılda yaşayan Hus, Prag Üniversitesi’nin rektörlüğünü yapmış bir teologdu. Wycliff ’in yazılarını Çekçeye çeviren Hus, Roma’ya ve uygulamalarına karşı sert eleştiriler yaptı. Eski Ahit ve İsa’nın yaşamı ve ilk Hıristiyanların yaşam tarzları, tercihleri ve inanç ritüelleri ve özellikle İsa’nın zenginliğe yaklaşımına (“Bir devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin bir adamın Tanrı’nın krallığına girmesinden daha kolaydır “anlayışı) ilişkin söylemleri yoksul kitleler üzerinde inanılmaz etkiler bıraktı. Aynı yıllarda özellikle Luka’nın İncil’inde bulunan İncil’le İncil’de yer alan mektuplar arasındaki geçişi sağlayan ve İsa’nın öğretilerinin Anadolu ve Roma’ya yayılışını anlatan, Elçilerin İşleri adlı metin Çekçe yayınlanması halk arasında muazzam etki yarattı. Metnin ilk Hıristiyanların hayatını anlatan bölümlerinde her şeyin ortaklaşa sahip olunduğu ve her şeyin ihtiyaca göre paylaşıldığına ilişkin vurgular, yoksul yığınların ilk Hıristiyanlarla özdeşim kurmalarını sağlıyordu. Öte yandan bu durum Kilise’nin ve Ruhban sınıfın ihtişamı, dünyevi arzu ve istekleri ve suistimalleriyle tezatlık yaratıyordu. İlk Hıristiyanların ve erken Hıristiyanlığın eşitlikçi ve ortaklaşmacı özellikleri Katolik Kilisesi’ne karşı ezilenlerin öfkesini artırıyordu. Roma Hus’u ve düşüncelerini son derece tehlikeli atfetti. Hus’un dinsel sapkın olduğu ve halkı kışkırttığı ifade edildi. Ve Hus yakalanarak yargılanıp sapkın ilan edildi ve yakıldı. Ne var ki Hus’un katledilmesi beklenilmeyen bir etki yarattı. Hus taraftarları yoksul köylülük içinde etkin bir şekilde örgütlendiler ve ideal bir toplum kurmaya çalıştılar.

İdeal toplum anlayışları ilk Hıristiyanların yaşamına uyumlu ya da erken Hıristiyanlık dönemini çağrıştırıyordu: “Dünyada kral, hükümdar veya tebaa olmayacak, tüm vergiler ve haraçlar kaldırılacak; kimse kimseye zorla bir şey yaptırmaya kalkmayacak; zira herkes eşit derecede kardeş olacak… Ne benim, ne de senin olacak, herkes her şeye ortaklaşa sahip olacak, herhangi bir şey bir kişinin mülkiyetinde olmayacak. Buna karşı gelen ölümcül bir günah işlemiş sayılacak.” (Pelz, 2017:40)

Hus’un takipçileri hızla bir akıma dönüşerek, Husçular ya da Taboristler diye anılıp Almanya, İsviçre ve Bohemya’da nesiller boyu sürecek eşitlikçi, asetist bir tarikat olarak iz bırakacaktı. Husçular teolojik donamım ve eğitim düzeyleriyle dikkat çektiler. Ayrıca Husçu kadınlar toplumsal yaşamdaki aktif rolleriyle, eğitim düzeyleri ve öğretinin militan savunucuları olarak öne çıkacaktı. Egemenlerin şiddetine karşı bir öz savunma olarak şiddeti reddetmeyen Husçular, Avrupa köylü ayaklanmaların örgütleyicisi ve ideolojik yönlendiricisi olarak önemli işlevler gördüler. Örgütledikleri farklı köylü ayaklanmalarının yenilgiye uğraması sonucu üyelerinin büyük bir kısmını kaybetseler de uzun yıllar gizli faaliyet yürüttüler ve köylüler içinde kök saldılar.

Reform Hareketi bu köklerden beslenerek şekillendi. Ayrıca 16. yüzyılın ilk çeyreğinde matbaacılıkta yaşanan gelişme ve okuma yazma oranında yaşanan yükselme hareketin yayılımını sağladı ve hızlandırdı. Matbaa sayesinde o zamana kadar oluşmuş bilgi ve birikimin kitlelere ulaşması kolaylaştı. Luther’in Reformasyonla birlikte anılmasında matbaanın belirleyici bir rolü olacaktı. Luther’in matbaayı Tanrı’nın lütfu görmesi bu manada boşuna değildi. Eserleri dönemde 300 bin tirajına ulaşmıştı (Pelz, 2017,42-43). Reformasyonun Luther’le anılmasının bir başka boyutu kendi tercihleri ve yeni statükonun parçası olmasıydı. Egemenlerin sözcüsü olan Luther yine egemenler tarafından gündemde tutuluyordu. Bir anlamda tarihin tahrif edilmesinde ve heterodoks inanç ve eğilimlerin yok sayılması ve teolojik bir resmi tarihin yazılmasında bir sakınca yoktu.

Martin Luther ve Thomas Müntzer: İki Ayrı Sınıf ve Dinin İkili Karakteri

Martin Luther rahip ve teoloji profesörü olarak, öğretisinin temellerini Tanrı’nın affediciliği ve Kilise’nin aracılığıyla uhrevi kurtuluş anlayışına mesafeli ve şüpheci yaklaşarak oluşturdu. Luther’e göre toplum ebedi bir kurtuluş dramının yaşandığı geçici bir yerdi. Kendisi açısından“ilahi kurtuluş” teması ana çıkış noktalarından biri oldu. Luther İncil’i halkın kendisinin okumasını ve yorumlamasını istiyordu. Bu yaklaşım Latince yazılan İncil’in bir azınlık tarafından okunmasına ve bu ruhban azınlığın tahakkümüne yol açan bilginin tekelleşmesine karşı bir duruştu. Ruhban azınlığa göre Kutsal Kitap sıradan halkın anlayabileceği bir şey değildi. Tanrının sözlerini ancak bu azınlık kavrayabilirdi. Kilise böylece hem ruhani dünyayı elinde tutuyor, hem de gerçek dünyadaki efendilere ve iktidarlara, kendisi de bir efendi ve iktidar ağı olarak meşruluk kazandırıyordu. Bu manada Luther’in İncili Almanca yazma çabası ve halkın İncili kendi okuyup, yorumlama vurgusu sarsıcı oldu. Ayrıca Luther, “kurtuluş kiliseye gitmek, rahibe itaat etmek ve hayırseverlik için bağış yapmak değil, Tanrı’yla kişisel ilişki kurmaktır”(Faulkner,2014:136) sözleri kitleleri kavrıyordu. Luther akılla Tanrı ilişkisi üzerine çeşitli yorumlar yaptı. Akıl Tanrının buyrukları karşısında susmalı ve bu buyrukları sorgulama cüretinde olmamalıydı. En başta aklın Tanrının buyruklarını doğrulama olanağı yoktu. Çünkü ilahi buyruğun kendisi akılla idrak edilecek ve yorumlanacak bir şey değildi. Tanrının yaratımı olan akıl böylesi bir meziyete sahip olamazdı. Tanrı’nın buyurduğu her şey iyiydi, tersi ise kötüydü. Yani Tanrıdan başka iyi ve kötü yoktu. Bu manada Tanrının iyiliği ve kötülüğü de sorgulamazdı. Tanrı bir güçtü. Tanrı her şeye gücü yeten bir güçtü. İnsanlar tanrının buyruğu karşısında bir hiçti ve buyrukları anlama doğrultusunda bir şey yapamazdı ve tek yapmaları gereken buyruklara teslim olmak ve büyük huşuyla, buyrukları yerine getirmekti. İnsanlar ancak ilahi kurtuluşu bekleyebilirlerdi. Ve ilahi kurtuluşu beklemekle mükelleftiler. Luther Protestan öğretisinin temel argümanlarını bu tanımlamalar üzerinden inşa etti.

Luther 1512’de 95 tezini yazıp, Latince kaleme aldığı bu metni Wittenberg Kilisesi’nin kapısına çaktı. Özellikle suç teolojisi ya da daha somut olarak endüljansların (günahların affedilmesi) satılması ve kardinaller ve piskoposların suistimallerine karşı çıkılması tezlerin geniş yığınlarca destek bulmasını sağladı. Akademik bir tartışma için hazırlanan Tezler özünde reform öğretisinin ilkelerinin konsantre bir izahıydı. Tezlerin ilanı beklenilmeyen bir biçimde hatta mahiyetinin dışına çıkarak son derece sarsıcı etki yarattı. Almanya’nın içinden geçtiği konjonktür tezlerinin ilanının zemini yarattığı gibi, Tezlerin ilanı bu konjonktürün derinleşmesine yol açacaktı. Tezler Almanya’da huzursuz ve hoşnutsuz birçok sınıf ve katmanın arayış ve taleplerine seslendi. Feodal statükoyu ve kilisenin tahakkümünü sarsan bu adım değişik kesimler tarafından, değişik saiklerle hızla sahiplenildi.  Farklı sınıf ve tabakalar tezleri savunmaya başladı ve harekete geçti. En başta feodal sömürü ve despotizmin altında ezilen köylüler, toplumsal konumları belirginleşen ve giderek yükselen kentli burjuvazi, feodal çözülüş içinde toplumsal rolünü kaybeden ve gereksizleşen imparatorluk şövalyeleri Luther’in görüşlerini savunmaya başladı. Her sınıf, katman ve tabakanın Luther’in görüşleri ve yarattığı özgürlük ortamından farklı beklentisi vardı. Yeni öğreti Almanya’nın bütününde hızla yayıldı ve taraftar topladı. 1518-1523 Köylü Ayaklanmaları, arkasından gelen 1524 ayaklanması bu zeminler üzerinden gelişecekti. Özellikle köylüler özgürlük ve adalet talepleriyle yeniden ayağa kalkacaktı.

Müntzer İsa’yı bir insan, bir peygamber, bir öğretmen olarak görüyordu. Takipçilerine “İsa sizin gibi biri, içinizden biriydi” diye sesleniyordu. Bu tanımlamalar aslında Müntzer Hareketi’nin ilk Hıristiyanlar gibi yoksul hareketi olmasının ve yoksullarla hızla bütünleşmesinin “sırlarını” ortaya koymaktaydı. Müntzer, Son Akşam Yemeği gibi oluşturulmuş İsa imajlarını da sorguluyordu.

Luther Katolik Kilisesi’nin doğmalarına ve örgütlenmesine karşı çıkarak statükoyu bozucu/kırıcı bir muhalefeti başlattı. Papa 1520’de kendisini aforoz etmekle tehdit etti. 1521’de ise yerel devlet parlamentoda yargılanmasını istedi ve kendisinin sapkın olduğu gerekçesiyle yakılacağını bildirdi (Faulkner,2014:136). Luther’in din adamlarına karşı başlattığı mücadele çağrısı, onların otoritelerini reddetmesi ve Hıristiyan özgürlüğü üzerine vaazları devrimci bir heyecanı beraberinde getirdi. Bu atmosfer Alman halkı tarafından bir ayaklanma çağrısı olarak algılandı. Katolik hiyerarşiyi sarsan bu gelişmeler yığınları harekete geçirecekti. Luther hiç de hesaplamadığı bir şey yapmıştı. Bu olağanüstü atmosfer kısa sürede sınıfsal farklılıklarla kendini dışa vuracaktı.

Hareketin halkçı damarı köylülerin ve pleblerin tarihsel öfkesini tetiklemişti. Ve kendilerini ezen herkesle hesaplaşma gününün geldiğine inanıyorlardı. Sanki ilahi bir mesaj yollarını aydınlatıyordu. Öte yandan Roma’ya bağımlılıktan kurtulmak isteyen, Katolik hiyerarşinin dışına çıkarak tüm olanakların kendilerinde kalmasını hesaplayan yeni statüko, prensler başta Saksonya Prensi, palazlanan ve etki güçleri giderek artan kent burjuvazisi ve farklı mülk sahibi sınıflar hızla ayrışacaktı. Feodalitenin çözülüş sürecinde prenslikler bir yerel imparatorluk gibi hareket etmeye başlamıştı. Orduları vardı, vergi topluyorlardı ve bir üst denetim mekanizmasının zayıflamasından dolayı otarşik davranabiliyorlardı. Saksonya Prensinin himayesinde korunan, güç, saygınlık ve ün kazanan Luther’in safını belirlemesi zor olmadı. Yeni statükonun aktif sözcüsü haline geldi. Roma’yı “yıkma” ve Roma’ya karşı savaş çağrıları yerini hızla “barışçıl” çağrılara ve “pasif direniş” öğütlerine bıraktı. (Engels,2018:39-40-60-61-62)

“İncil’in zor yoluyla ve kan dökülerek savunulmasını istemiyorum. Dünya sözle fethedildi, kilise sözle korundu, eski durumuna yine sözle gelecek ve elde ettiklerini zora borçlu olmayan Mesih Karşıtı da zora başvurulmadan yenilgiye uğrayacak.”(Engels, 2018:62)

Engels süreci ve konjonktürü ya da Alman köylü savaşlarını feodal egemenliğin kırılmasına yönelik bir mücadele olarak ele alır ve dönemdeki sınıfsal konum alışları üç kategori ya da sınıfsal kamplaşma üzerinden inceler. Martin Luther ve Thomas Müntzer’in konumlanışlarını da bu sınıfsal kategoriler üzerinden tanımlar.

Bu sınıfsal kamplaşmaların birincisi eski statükonun korunmasından yana olan muhafazakâr ve Katolik kesimlerden meydana gelmekteydi. Kurulu düzenin devamını isteyen bu kesimleri imparatorluk iktidarı, ruhani prensler, dünyevi prenslerin bir bölümü, zengin soylular, yüksek din görevlileri ve kent patricileri (kendilerini gerçek vatandaş ve üst sınıf sayan tüm hak ve özgürlüklerin kendilerinde ait olduğunu savunan kesimler) oluşturuyordu; sınıfsal kamplaşmanın ikincisini ise Lutherci ılımlı reform bayrağı altında birleşen mülk sahibi muhalefet unsurları, soyluluk hiyerarşisinin alt kademesinde bulunan kesimler, kentliler, dünyevi prenslerin bir bölümü (kilise mallarına el konulmasıyla zenginleşmeyi arzulayan ve imparatorluktan daha fazla bağımsızlık kazanmak isteyenler) meydana getiriyordu; üçüncüsünü ise taleplerinin ve arayışlarının ifadesini en radikal biçimde Thomas Müntzer’in öğretisinde bulan köylüler ve yoksul halk kesimleri oluşturmaktaydı. Engels, Thomas Müntzer’in önderliğinde inşa olan bu hareketi devrimci parti olarak tanımlamaktaydı.(Engels, 2018:59-60)

Müntzer akademik kariyeri bulunan bir teolog ve devrimci bir rahip olarak Luther’in başlattığı Reformasyon Hareketi’nin bir parçası oldu. Fakat teolojik yönelimleri, Hıristiyan heteredoksisi ve Binyılcı ya da mileneryan mistisizmi etkisiyle ve temsil ettiği sınıf ve katmanlar itibariyle Lutherci çizgiden hızla ayrıldı. Dönemin Hıristiyan devrimciliğini ifade eden hareketin taşıyıcısı oldu.

Alt sınıfların ya da yoksul köylülerin kolektif bilinçlerini besleyen, hayal ve özlemlerinin ifadesi olan Hıristiyan mileneryan mistizimi bu dünyanın çürümesine, yozlaşmış kiliseye ve yaşanan feodal baskı ve zulme karşı bir duruşu ve direnişi ifade ediyordu. Müntzer bu arayışları ve özlemi kolektif bir öfkeye dönüştürecekti.

Müntzer gerçek inancın,  tinsel bir inanç olabileceğini savunuyordu. İncil’in geçmişteki ruhsal pratikleri içerdiğini ve inananlara aktardığını söyleyen Müntzer, Tanrı’nın hakiki hizmetkârlarının çile çekerek inançlı olanlar olabileceğini ifade ediyordu. İnanca ise düşler ve vahiyler yoluyla ulaşabileceğini bu manada düşlere ve Tanrı’dan gelen vahiylere inanmak gerektiğini söylüyordu. Müntzer, Binyılcı geleneğe uygun olarak kıyamet gününün geldiğini ilan etti. Burada ki kıyamet vurgusu inananları pasif bir bekleyiş içine sokan bir anlayıştan öte ezilenlerin, hor görülenlerin ya da Tanrı’nın gerçek hizmetkârlarının ayağa kalkışı ve bu çürümüş dünyayı, başta kilise dâhil bu dünyanın bütün kurumlarını yıkmaya teşvik ediyordu. “Bu düzenin yıkılarak, değişmesi ve yeni bir düzenin kurulması için harekete geçmeliyiz” diye sözlerini tamamlıyordu.

Müntzer Hıristiyanlığın temeli kabul edilen bütün noktaları hedef almıştı ve kendini kilisede somutlayan statükoyu sarsmaktaydı. Bu aynı zamanda feodal hiyerarşiyi sarsıcı mahiyetteydi. Müntzer’in Tanrı ve dine ilişkin yorumları, teolojik-felsefi öğretisi şaşırtıcı zenginlikte ve 19. yüzyılın özellikle Sol Hegelcilerin tartıştığı konulara akıl, Tanrı, din tartışmalarına paralel argümanları içermekteydi.* Engels bu noktalarını özellikle belirtip, Müntzer’i saygıyla anar onun öğretisini ateizme yaklaşan bir panteizm karakteri taşıdığını belirtir.

“Onun teolojik-felsefi öğretisi, sadece Katolikliğin değil, genel olarak Hıristiyanlığın tüm temel noktalarına saldırıyordu. Hıristiyan biçimleri altında, modern spekülatif bakış açısıyla (D. Strauss ve Genç Hegelciler kastediliyor) dikkat çekici, benzerliği sahip olan ve hatta yer yer ateizme yaklaşan bir panteizmi öğretiyordu. Kitap’ın biricik ve şaşmaz vahiy olduğunu reddediyordu. Müntzer gerçek yaşayan vahyin, bütün zamanlarda ve bütün halklarda bulunmuş ve bulunmakta olan bir vahiy olan akıl olduğunu söylüyordu. Akıl ile Kutsal Kitap’ı karşı karşıya koymak, ruhu harflerle öldürmek demekti. Çünkü Kutsal Kitap’ın sözünü ettiği Kutsal Ruh bizim dışımızda var olan bir şey değildi; Kutsal Ruh, aklın kendisiydi. İnanç, aklın insanı içinde canlanmasından başka bir şey değildi.” (Engels,2018:70)

Müntzer’in bu düşünceleri ve cennet ve cehennem anlayışı beraberinde siyasal öğretisinin kapıları açmaktaydı. Müntzer, Devrimci Hıristiyanlığın temel argümanlarını ileri sürüyordu. Müntzer’e göre Cennet’in öteki dünyada değil, bu dünyada yaşamın içinde aranması gerekiyordu. Cehennemi öteki dünyada aramak da anlamsızdı. Şeytan da bu dünyadaydı, insanların kötülüğünde ve hırslarındaydı. Müntzer’in İsa’yı ve İsa imajına yönelik açılımları da son derece çarpıcıydı. D. Strauss’un temel argümanlarını aşağı yukarı 300 yıl önce dile getiriyordu.

Müntzer İsa’yı bir insan, bir peygamber, bir öğretmen olarak görüyordu. Takipçilerine “İsa sizin gibi biri, içinizden biriydi” diye sesleniyordu. Bu tanımlamalar aslında Müntzer Hareketi’nin ilk Hıristiyanlar gibi yoksul hareketi olmasının ve yoksullarla hızla bütünleşmesinin “sırlarını” ortaya koymaktaydı. Müntzer, Son Akşam Yemeği gibi oluşturulmuş İsa imajlarını da sorguluyordu. Hıristiyanlığın en önemli efsanesi olan İsa’nın Çarmıha gerilmeden önceki gün On İki Havari’siyle birlikte yedikleri akşam yemeğini ve ona ihanet eden Havari Yahuda  İskariot’u konu alan  Son Akşam Yemeği’ni Müntzer mistik bir şey olarak görmüyordu, yemeği ekmeğin ve şarabın içildiği basit bir anma yemeği olarak değerlendirmekteydi. Müntzer’in felsefi- teolojik öğretisi dönemin teolojik anlayışı ve düşünceleri alt üst ediyordu. Bu yön yine sarsıcı ve alt üst edici siyasal öğretiyle bütünleşecekti.

Engels’in dâhice dediği bu programım özü “Tanrı Kralığı’nın, yeryüzünde önceden haber verilmiş bin yıllık krallığının hemen kurulmasına” dayanıyordu. Ayrıca yeni düzenin her şeyin Tanrı’nın olduğunu ve her şeyin ortak paylaşıma dayanan ortaklaşmacı bir düzen olacağını ileri sürüyordu. Mal ortaklığı ve mutlak eşitliği savunuyordu. “Omnia sunt cummunia” (Her şey ortaktır) söylemi bu yaklaşımın ürünüydü. Yani Thomas Müntzer ve hareketi var olan çürümüş dünyayı/düzeni bütün kurumlarıyla değiştirmeyi esas almaktaydı. Ve onu değiştirecek gücün eşitlik ve özgürlük özlemi içindeki yoksul ve ezilen yığınlar olduğunun farkındaydı.

Müntzer ilk Hıristiyanlara ve Hıristiyanlığın kendi kökenlerine ilişkin vurguları var olan dünyevi ve uhrevi otoritelere karşı ayaklanma eşliğinde ortaya konuluyordu, çağrı sadece Almanya’ya ilişkin değil tüm Hıristiyan dünyasına ilişkin devrimci bir çağrısıydı. Bu çağrı aynı zamanda bir birlik isteğiydi. Ve Müntzer büyük bir çabayla bu birliği kurmaya/örgütlemeye çalıştı. Hedef sadece din adamları değil, prensler, soylular ve patricilerdi (Engels,2018:71-72).

Engels Müntzer’in hem felsefi- teolojik öğretisini, hem de siyasal öğretisini hayranlıkla karşılar. Siyasal öğretisindeki kuramsal donamının 1848 Şubat Devrimi’nde olmadığını ileri sürer. Argümanlarının pleblerin taleplerini ifade etmekten öte plebler arasında daha henüz gelişmemiş, varlığını ortaya koyamamış ilk ya da ön proleter unsurların kurtuluşunun koşullarını dâhice ortaya koyduğunu söyler. Bu siyasal programın komünizme yaklaştığını ileri sürer. (Engels,2018.71)

“Müntzer, o zamana kadar ki resmi toplum yapısı dışında duran sınıfın, proletaryanın ilk unsurlarının temsilcisi olarak… komünizmi sezme noktasına sürüklendi…”(Engels, 2018:125)

Vaazlarını Almanca veren Müntzer, hızla toplumsal radikalleşmenin sözcüsü haline geldi. Vaazları önce yozlaşmış kilise ve din adamlarına odaklanmıştı, kısa zamanda feodal despotizme ve onunla bütünleşmiş kilise ve var olan düzene yöneldi. Ve feodal despotizmin ve sömürünün altında ezilen alt sınıfların özlemlerinin ve arayışlarını alevlendirdi. Sözlerin kent alt sınıfları ve yoksul köylülerin eşitlik ve özgürlük özlemleriyle birleşmesiyle, sözler maddi bir güç haline geldi ve öfke harekete geçti.

Müntzer’in görev yaptığı Zwickau gibi kentler madencilik ve tekstil gibi farklı pre- endüstriyel gelişmelere sahne oluyordu. Bu süreç burjuvazinin ve işçi sınıfının doğuşuna yol açarken sınıfsal kutuplaşma keskinleşiyordu.

Kentlerde toplumsal huzursuzluğun ve hoşnutsuzluğun artması, kırsal alanda feodal despotizm ve ağır sömürü ve vergiler altında ezilen yoksul köylülerin tepki ve arayışları, dönemde yaşanan sel, salgın, kuraklık gibi yıkıcı felaketler kıyameti çağrıştıran Binyılcı inanışların ve tarikatların güçlenmesini sağlıyordu. Alt sınıfların içinde yaygın olan Hıristiyan otantik mistisizmi kıyamet fikriyatını beslemekteydi. Tabii ki aynı zamanda eşitlikçi tarikatların uzun yılları kapsayan ısrarlı ve kararlı faaliyetleri alt sınıflar içinde köklenmelerini beraberinde getiriyordu.

Reform hareketinin radikal unsurlarının içinde yer aldığı Anahaptistler Binyılcı tarikatlar içindekilerin en etkili olanıydı. Müntzer’in Anahaptistlerle bir düzeyde ilişkisi oldu. Benzer ilişkiyi Husçular hareketinin arta kalan takipçileriyle yani Taboristler’le de(Bohemya’da) kurdu (Engels,2018:68).

Müntzer öğretisi ayaklanma geleneği kazanmış yoksul köylüler içinde büyük bir sempatiyle karşılandı, harekete yığınsal katılımlar oldu. Müntzer aynı şekilde kent alt sınıfları içinde azımsanamayacak bir etki kurdu. Devrimci bir ruh hali bütün Güney Almanya’yı sardı. Reformun ılımlı kanadı diye tanımlanan Luther ve yeni statüko bu gelişmelerden rahatsızdı. Müntzer Hareketi bir başka bağlamda ayaklanmanın içinde doğmuş ve köylü ayaklanmalarının en radikal, devrimci kanadını temsil etmekteydi.

Lutherci çizgiyle Engels’in tanımlamasıyla Lutherci parti ile Müntzerci parti çok erken ayrışmıştı. Süreç safları çok hızlı netleştirdi.  Bu ayrışma tam anlamıyla sınıfsal bir tercihi, konumu, çıkarı ve tavrı ifade ediyordu. Köylüler ve kent alt sınıfları devrimci partinin etrafında toplanırken, mülk sahibi çeşitli sınıf ve katmanlar Lutherci parti etrafında toplanıyordu.

Luther’in “çürümüş haydut ve katil köylüler” dediği ve kahrettiği ve acımasızca öldürün çağrısı yaptığı ezilenler ve iblisin ya da şeytanın ta kendisi ilan ettiği Müntzer ise egemenler ve muktedirler için her zaman bir tedirginlik ve korku kaynağı olmaya devam etti.

Luther bu çizgiyi meşrulaştıran ve yeni statükonun en agresif ve en reaksiyoner kimliği olarak öne çıktı. Önce Luther Müntzer’i akademik alanda bir kaç defa tartışmaya davet etti.  Müntzer Wittenberg Üniversite’nin taraflı seyirci önünde teolojik bir tartışma yapmayı doğru bulmadı. Luther bir müddet sonra prensliklerin köylü ayaklanmalarını bastırma hazırlıkları yaptığı aşamada Müntzer ve harekete şiddetle ve en gerici tavırla saldırdı. (Engels, 2018: 75)

Bu arada Müntzer devrimci köylü hareketinin merkezi olan Güneybatı Almanya’da konumlandı. Propaganda ve örgütlenme çalışmalarını yoğunlaştırdı. Müntzer’in önderliğindeki Devrimci Parti ayaklanmaya katılan pleblerin ve köylülerin dolaysız düşüncelerinin ve taleplerinin çok ilerisini temsil ediyordu. Bir anlamda isyancıların seçkin unsurlarını hareketin içine kattı. Ama hareketin siyasal programı ve felsefi boyutu ve yarattığı devrimci enerji maalesef köylü ayaklanmalarının bütününe sirayet edemedi. Müntzer hareketi isyancıların küçük bir azınlığı olarak kaldı (Engels, 2018: 78). Ama dönemin tüm statükolarını parçalayan özelliği ve yıkıcı sistematiğiyle yeni statükonun ya da yeni egemen bloğun en çok rahatsızlık duyduğu ve kesinlikle fiilen ve düşünsel olarak da yok etmek istediği hareket oldu.

Martin Luther bunu büyük bir kin ve öfkeyle ifade edecekti. Luther yeni efendilerine yol gösteriyordu. Bir anlamda dinin iktidarların aparatı haline gelişini ve dünyevi iktidarı, uhrevi iktidarla meşrulaştıran niteliğini çıplak biçimde ortaya koyuyordu: “Kudurmuş bir köpeği gebertmek nasıl gerekliyse, yapabilen herkes bunları gizlice ve açıkça, parça parça etsin, boğazlasın, bıçaklasın!.. İşte bu nedenle, aziz efendilerim, kurtulun, kurtarın, yapabilen herkes onları bıçaklasın, dövsün, boğazlasın, bunu yaparken ölürsen, ne mutlu sana: bundan daha iyi ölümü bir daha hiçbir zaman elde edemeyeceksin.”(Engels, 2018:65)

Köylü ayaklanmaları karşısında belirli bir hazırlık döneminden sonra saldırıya geçen Prenslik orduları ayaklanmacıları şiddetle ezdi. Bir kez daha egemenlerin üstün askeri, teknik, lojistik güçleri karşısında köylü birlikleri tutunamadı ve dağıldı. Ağır bir yenilgi yaşandı. Güneybatı Almanya’da isyancı kentlerde yeniden “düzen” hâkim oldu. Binlerce asi köylü katledildi.

Thomas Müntzer 8000 kişilik gücüyle Frankenhausen’de toplandı. Prens ordularının şiddetli saldırıları karşısında son derece yetersiz askeri olanaklarla direnç gösterdi. Top ateşi karşısında isyancıların büyük kısmı öldürüldü. Şehir düzeni birliklerinin topyekun saldırısıyla düşürüldü. İsyancılar acımasızca katledildi. Müntzer yaralı olarak ele geçirildi. Günlerce işkenceye tabi tutuldu. 27 Mayıs 1525’te yoldaşı Henrich Pfeifer’le birlikte başı kesildi. Her ikisinin başı ibret olması için şehir merkezinde bir kazığa asıldı. Thomas Müntzer öldürüldüğünde 36 yaşındaydı. Bu genç Hıristiyan devrimci bir tarihsel döneme damgasını vuracaktı. Yenilgi 1525 Devrimi’nin yenilgisi anlamına geldi.

Thomas Müntzer tarihten silinmeye çalışıldı. Müntzer ve Köylü Savaşları yok sayıldı ve unutturulmak istendi. Önce Zimmermann daha sonra Engels konuya el attı. Alman devrimci tarihinin izlerini sürdü. Ardından aynı konu üzerinde August Bebel, Karl Kautsky, Franz Mehring, Ernst Bloch ve Demokratik Almanya kökenli tarihçiler çalıştı. Farklı veçhelerdeki bu çalışmalarda Thomas Müntzer ve hareketinin niteliği ve taşıdığı devrimci potansiyel üzerinde duruldu. Ezilenlerin tarihin içindeki saklı deneyimleri ortaya çıkarıldı. Tarihle bugün arasındaki diyalektiğin arkeolojisi yapıldı.

Kazananlar kendi tarihlerini yazacaktı. Müntzer’in aksine Luther kazananların ya da egemenlerin tarihinde yerini alacaktı. Martin Luther dinin ikili karakterini anlatmak için son derece iyi bir örnek oluşturdu. Thomas Müntzer dinin alt sınıfların, ezilenlerin öfkesini eşitlik ve özgürlük tutkularını ve hayallerini ve ruhları silahlandıran gücünü ve devrimci karakterini simgelerken, Martin Luther dinin kendisinin bir iktidar biçimi olduğunu, aynı şekilde dünyevi iktidarları meşrulaştıran ve kitlelerin yanıltan, kötürümleştiren ve sisteme tabi kılan özelliğini simgeleyecekti.

Luther’in kendisinden sonraki beş asır boyunca iktidar sahipleri ve muktedirler tarafından “muteber” bir kimlik olarak baş tacı edilmesi, anılması ve gündemde tutulması boşuna değildi. O yoksulların ve ezilenlerin yıkıcı gücünün farkında olarak, onları köleleştirmeyi ve yeryüzündeki efendilere riayet etmeyi öğütleyen ve açıkça katliam çağrısı yapandı. Luther nasıl ki Tanrı efendimizse, bu dünyadaki beyler ve prensler de efendimizdir ve onlar düzeni korumakla mükelleftir diyen, isyancı köylüleri itaate davet eden ve bunun karşılığı olarak öte dünyada ödüllendirileceklerini vaaz eden kişiydi.

Luther, Yahudi düşmanlığı, kadın düşmanlığı ve muhalif kadınların cadı olarak ilan edilmesi ve yakılmasını savunmasıyla da ünlüydü ve Nazilerin de çok itibar ettikleri bir kişilikti.

Luther’in “çürümüş haydut ve katil köylüler” dediği ve kahrettiği ve acımasızca öldürün çağrısı yaptığı ezilenler ve iblisin ya da şeytanın ta kendisi ilan ettiği Müntzer ise egemenler ve muktedirler için her zaman bir tedirginlik ve korku kaynağı olmaya devam etti.

Komün Rezervleri, Halkların Kolektif Bilinçaltı

Murray Bookchin Devrimci Halk Hareketleri adlı çalışmasında Müntzer Hareketi’nin yaşandığı konjonktürün ayrıntılı bir incelemesi yapar ve dönemdeki ayaklanmaların sınıfsal temeli üzerinde durur ve isyan geleneğinin halkların kolektif belleklerinde bıraktığı izlerin ve birikimlerin önemini vurgular.

Aslında halkların ayaklanmalarla, isyanlarla, karşı kültür, yaşam tarzı ve hayat pratikleriyle dışa vurduğu olguların bütünü komün rezervlerini oluşturur. Bu rezervler halkların kolektif bilinçaltlarında, rüya, masal, inanç ve ibadetlerinde, imaj, oyun, simge ve gündelik hayat pratiklerinde, algı düşünüş ve görme biçimlerinde, duygu ve mana dünyalarında saklıdır. Devrimci mücadele bu manada komün dinamiklerinin ya da rezervlerinin açığa çıkmasını tarihle, bugün arasındaki diyalektik bütünlüğün kurulmasını ve gerçek manada ruhların silahlanması sağlar. Bu çaba bir yanıyla arkeolojik, diğer yanıyla ezilenlerin tarihsel özlem ve hayalleriyle bugünün hayalleri ve umutlarını kaynaştıran militan bir çabadır. Kökle buluşma, kökün yayıldığı ve beslendiği şeylerle buluşma, zenginleşme ve tarihsel bir haklılık ve bağla bugüne kafa tutmadır. Aslında aranan, bugündeki geçmişle, gelecekteki bugün arasındaki bağı kurarak yarını bugünden inşa etmektir. Tabii ki bu eylem devrimci militan bir tarzda yıkma ve değiştirme esaslı bir eylemdir.

Thomas Müntzer ve devrimci partisi bu manada devrimci ve yıkıcı bir eylemi anlatır. Hareketi oluşturanlar ya da yeni asiler dünkü asilerin ya da geçmiş isyanlara katılanların çocukları veya torunlarıdır. İsyan kuşakların birbirine emaneti ve geleneğidir. Bu yön aslında dünya çapında farklı coğrafyalarda gerçekleşen isyan tarihinin en karakteristik özelliğidir. İsyan umutların, arzunun ve özlemlerin ayağa kalkışıdır. Halklar kendi ontolojilerini ve ruhlarını bu dinamiklerle kurarlar. Bu manada isyan bir nevi toprağa serpilmiş ve çatlamayı bekleyen tohumdur. İsyan toprağa ve ruha ve hayata karışmış, o toprağın, o ruhun, o hayatın ve hayallerin kendisi olmuştur. Mayalanması her kolektif ayağa kalkış ve yenilgiler içinde olur. Bu durum Alman köylü savaşlarının bir gerçeği olduğu kadar, Ukrayna, Katalonya hatta bu topraklardaki Dersim tarihinin gerçekliğidir.

Diğer bir yaklaşım Engels’in Batı solunda yaygın olarak görülen mekanik materyalist olduğuna ilişkin eleştirinin bir devamı olan, Alman Köylü Savaşları’ndan hareketle dine yaklaşımdan sonuçlar çıkararak komünizm anlayışının eleştirilmesidir. Engels’in komünizm anlayışı kaybedilmiş bir cennete dönüş umudu olarak değerlendirilir. Alman Köylü Savaşları’nı ele alışında meta-tarihsel ve antropolojik bir anakronizm bulunduğu ifade edilir. Ve buradan hareketle Marx’la felsefi ve materyalist yöntem farklılıklarının altı çizilir. En başta böylesi yorumlar bir tarihsel perspektiften yoksunluğu ve sistematik bütünselliğin zayıflığını ortaya koymaktadır.

Sonuç Yerine

Almanya’da 15. yüzyılın son çeyreğiyle 16. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşen, yarım asrı kapsayan köylü ayaklanmaları dalgası ve bu dalgaların yarattığı birikim en kristalize, en radikal ve militan halini Müntzer Hareketi’nde aldı. Bu ayaklanmaların bütünü genişlemeden kolayca bastırıldı, 1525 Devrimi ve bu devrimin ruhunu belirleyen Müntzer Hareketi düzenlilik ve yaygın karakteriyle dikkat çekti. Ayrıca ayaklanmanın felsefi-teolojik mahiyeti ve siyasal programı son derece sarsıcı içerikteydi. M. Pianzola’nın deyimiyle yaşanan “komünist bir çınlamaydı”.

Müntzer ve hareketi, kendisine mal edilen ama araştırmalar sonucu aynı dönemde yaşayan bir isyancı olan kürkçü kalfası Sebastian Lotzer’in kaleme aldığı (Ögütle, 2007:298) On İki Madde adındaki haklar deklarasyonu, yoksulların özlemleri ve hayallerinin somut ifadesi oldu. Bu hayallerin isyanla vücut bulması zor olmadı. Ayaklanma dinle toplumsal mücadele arasındaki içsel bağları ve dinin devrimci ve muhalif karakterini dışa vurması anlamında tarihsel bir deneyim oldu.

Engels, bu içkin bağlar üzerinde durup Thomas Müntzer ve hareketini sınıf mücadelesinin, dönemin özgül koşullarda biçim alışı olarak değerlendirir. Deneyimin analizi Engels’in komün rezervleri ve dinamiklerine duyduğu ilgiyi ve dine yaklaşımındaki özgün duruşu göstermesi açısından önem taşır.

Engels önemli alt çizmelerden kaçınmaz. Ernest Renan’dan alıntılayarak onayladığı, ilk Hıristiyanlar ve örgütlenmeleriyle Uluslararası İşçi Birliği arasında benzerlik kurması, sosyalist hareketle erken dönem Hıristiyanlıkla yani iki hareket arasındaki farkı birinin kurtuluşu öteki dünyada araması, diğerinin  kurtuluşu bu dünyada araması olarak belirtmesi son derece ilginç ve çarpıcıdır. Dinin taşıdığı devrimci potansiyellere bir vurguyu ifade eder.

Engels’in bu ve benzeri yaklaşımlarına iki düzeyde eleştiri getirilir.

Michael Löwy Marksizm ve Din adlı çalışmasında Kurtuluş Teolojisi’nin dinamikleri üzerinde durarak, bu akımın Marksizm’den çok şey öğrendiğini, benzer şekilde Marksistlerin bu akımdan Marksizm’in bayağılaştırılmasından, ekonomizm ve kaba maddecilikten kurtulması için öğrenmesi gereken bir çok şey olduğunu vurgular. Ve özellikle Kurtuluş Teolojisi’ni savunanların ezilenlerin davasına katılmalarındaki ahlaki ve ruhsal motivasyonları, öznel tutumları, kültür ve inançları üzerinde durur. Bu konuyla bağlantılı olarak Engels’in Alman Köylü Savaşları’nda Thomas Müntzer’i sadece devrimci lider olarak tasvir etmesini eleştirir. Engels’in Müntzer Hareketi’nin saf dinsel boyutunu kavrayamadığını, dinin yarattığı ruhani ve ahlaki gücü görmediğini, Müntzer’in ve hareketin inançla yaşadığı mistik derinliği fark edemediğini yazar. Böylesi bir eleştiri en başta Engels’in çalışmasının bağlamının anlaşılmadığını ve çalışmanın mahiyetinin iyi kavranmadığı gösteriyor. Engels aslında bu kitabıyla Marksist gelenekte son derece az çalışılmış bir alanın yani komün dinamikleri ve rezervinin arkeolojisini yapmaktadır. Bir anlamda tarihsel devrimlerle ya da dinamiklerle sosyal devrimler arasındaki diyalektiğin bağını inşa etmeye çalışır. Kitapta 1525 Devrimi ve dinamikleri analiz edilirken, 1848-49 Devrimi arasındaki benzerlikler ve farklılıkların ortaya konulması, işçi sınıfının ve önderliğinin aktüel görevleri üzerinde durması boşuna değildir. Ayrıca Engels’in Alman Köylü Savaşları’nı 1525 Devrimi olarak kavramlaştırması, Müntzer Hareketi’ni devrimci ve komünizan bir hareket olarak değerlendirmesi, dinin devrimci karakterine ilişkin özel ve analitik vurguları ve Müntzer Hareketi’yle din ilişkisi,  Müntzer’in felsefi-teolojik öğretisinin ve siyasi programının değerlendirilmesi ve üstün vasıflarının hayranlıkla vurgulaması, bunların dışında çileci heteredoks Hıristiyan tarikatların tarihsel devrimci dinamikleri ve yozlaşma süreçlerine ilişkin vurguları son derece önemli ve çarpıcıdır. Ve Marksistleri yeni arkeolojiler yapmaya ya da arkeolojik, antropolojik ve etnolojik okumalara ve araştırmalara davet etmektedir.

Diğer bir yaklaşım Engels’in Batı solunda yaygın olarak görülen mekanik materyalist olduğuna ilişkin eleştirinin bir devamı olan, Alman Köylü Savaşları’ndan hareketle dine yaklaşımdan sonuçlar çıkararak komünizm anlayışının eleştirilmesidir. Engels’in komünizm anlayışı kaybedilmiş bir cennete dönüş umudu olarak değerlendirilir. Alman Köylü Savaşları’nı ele alışında meta-tarihsel ve antropolojik bir anakronizm bulunduğu ifade edilir. Ve buradan hareketle Marx’la felsefi ve materyalist yöntem farklılıklarının altı çizilir. En başta böylesi yorumlar bir tarihsel perspektiften yoksunluğu ve sistematik bütünselliğin zayıflığını ortaya koymaktadır. Engels Alman Köylü Savaşları’nda bir karşı tarih çalışması yapmış, tarihsellikle güncellik arasındaki diyalektik bağ üzerinde durmuştur. Çalışma bırakın anakronik bir mahiyet taşımayı, Müntzer ve hareketinin oturduğu tarihsel, toplumsal ve sınıfsal bağ üzerinde yoğunlaşır. Ve dönemin sınıf kombinasyonlarını inceler, farklı sınıf ve tabakaların tavırlarını, tutum alışlarını ve yönelimlerin arkasındaki sınıfsal eğilimleri ortaya koyar. Özellikle önsözde bu konunun altı çizilir. Kitabın 1870’teki ikinci baskısı için yazılan önsöz, 1875’te yapılan üçüncü baskısında genişletilir. Ayrıca çalışma, dönemdeki sınıf mücadelesinin özgünlükleri ele alışıyla da dikkat çekicidir. Bu özgünlüğü belirleyen temel etken olarak dinin üzerinde özel olarak durulur.1850’de kaleme alınan çalışma, Marx’ın ve Engels’in din üzerine özellikle Sol Hegelcilerle yapılan felsefi tartışmalarda netleştikleri ve bu tartışmaları bitirdikleri bir döneme tekabül eder. Bu manada kitaptaki dine yaklaşımım arkasında ciddi bir felsefi derinlik mevcuttur ve dinin ikili karakteri üzerinde özel olarak durulmuştur. Engels’in dine yaklaşımı Marx’la son derece uyumludur. Engels’i dine yaklaşım konusunda Marx’tan farklı kılan bu konuyla daha spesifik uğraşması ve dinin devrimci, protestocu mahiyetine daha fazla önem vermesi olabilir. Buradan yola çıkıp komünizm anlayışını vulgarize etme son derece spekülatif bir tavırdır. Yine Engels Marx’ın son dönemlerinde yeniden ama farklı biçimde ele aldığı ve farklı disiplinler ışığında din konusu üzerinde yoğunlaştığını en iyi bilen ve kendisiyle ilk tartışmaları yapan kişidir. Marx’ın bu yönde yaptığı etnoloji ve antropoloji çalışmaları, Engels’in Komün rezervleri ve dinamikleri üzerinde özel olarak durmasını koşullamıştır. Burada Marx’ın yönlendirmeleri de ayrıca önem taşır.

Engels Alman Köylü Savaşları’yla devrimci tarihi teorileştirir. Kitap, sınıf mücadelesinin zenginliği, çok boyutluluğu ve özgünlüğü üzerine yapılmış son derece önemli bir çalışmadır. Teorik-felsefi olarak dinin ikili karakteri üzerinde yürütülen tartışmalara Alman halkının devrimci tarihinden somut örnekler verilip, analizler yapılarak yanıtlar üretilmiştir. Ayrıca çalışma tarihle bugün arasındaki, yaşayan diyalektiği göstermesi açısından mükemmel örnektir.

Kitap ayrıca kendi tarihimizde her biri isyan ve karşı duruşla anılan Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal, Hallac-ı Mansur, Nesimi, Pir Sultan ve Celali İsyanları gibi pratiklerin ve kimliklerin anlaşılması,  bugünkü manalarının kavranması ve topraklarımızdaki farklı komün dinamikleri ve bu dinamiklerle bugünün ve sosyal devrimin bağının kurulması için kılavuz niteliği taşımaktadır.

*Konu özelde ve geniş boyutta “Marksizm ve Din” başlıklı makalede ele alındı.

KAYNAKLAR

Engels, F.(2018)Alman Köylü Savaşı, İstanbul: Yordam.

Engels, F.(1994) İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, İstanbul: Sosyalist.

Engels, F.(2000) Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Ankara: Sol.

Engels, F.(2000) Tarihsel Materyalizm Üzerine Mektuplar, Ankara: Bilim ve Sosyalizm.

Hunt, T.(2018) Fraklı Komünist, İstanbul: İletişim.

Carver, T.(2019) Friedrich Engels, İstanbul: Yordam:

Bookchin, M.(2017) Devrimci Halk Hareketleri, Ankara: Dipnot.

Faulkner, N.(2012) Marksist Dünya Tarihi, İstanbul: Yordam.

Pelz, W.(2017) Avrupa Halkları Tarihi, İstanbul: Kolektif.

Kıvılcımlı, H.(2006) Tarih Devrim  Sosyalizm, İstanbul: Derleniş.

Usta, Sadık.(2020) Dünyayı Değiştiren Düşünürler ,İstanbul, Kafka.

Pianzola, M.(2005) Thomas Müntzer ve Köylüler Savaşı, İstanbul, Evrensel.

Forte, Dieter.(1983) Martin Luther ve Thomas Müntzer ya da Muhasebenin Başlangıcı, İstanbul: Kaynak.

Çoban, Barış.(2007) Tarih Ütopya İsyan/ Şeyh Bedrettin, Ankara: Su.

Woodhead, L.(2006) Hıristiyanlık, Ankara: Dost.

Aksoy, Gürdal.(2012) Dersim, İstanbul: İletişim.

Eliade, Mircea.(2009) Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, İstanbul: Kabalcı

Timur, Taner.(2017) Mutlak Monarşi ve Fransız Devrimi, İstanbul: Yordam.

Harootunian,H.(2006) Tarihin Huzursuzluğu, İstanbul:Boğaziçi Üniversitesi.

Kolektif.(2013) Cogito-Tarih Yazıcılığı, İstanbul:Yapı Kredi.

Ögütle, V.(2007) “Köylüler Savaşı ve Thomas Müntzer Tarih Yazımında Temel Gelenekler ve Marksist Yol İzleri, Ankara: Praksis.

Kautsky, Karl.(1897)Reform Zamanında Orta Avrupa’da Komünizm, Londra: Fisher and Unwin.

(marxist.org/archive/kautsky/1897/europe/ındex.htm|Erişim tarihi 20.11.2020)

Mehring. Franz.(1910) Almanya’da Mutlakiyet ve Devrim, New York: New Park Publications.

(marxist.org/archive/mehring/1910/absrev/ındex.htm|Erişim tarihi 20.11.2020)

Hernandez, M. ” Friedrich Engels: Dünya Proletaryasının Öğretmeni ve Rehberi”

(trockist.net/index.phb/2000/11/28/friedrich-engels-dunya-proletaryasinin-ogretmeni-ve-rehberi|Erişim tarihi 1.12.2020)

Lenin.(1901)”Friedrich Engels”

(marksist.net/bellek/engels.tr.htm| Erişim tarihi 30.11.2020)

Taş, T. “118. Ölüm Yıldönümünde Engels’i Hatırlamak Mı? Unutmamak Mı?”

(gelenek.org/118-olum-yildonumunde-engelsi-hatırlamak-mi-unutmamak-mi|Erişim tarihi 30.11.2020)