Gelişimin Çelişik Doğası: Krizlerle Çitlenen Dünyanın Çehresi Halk İsyanlarıyla Yön Değiştiriyor

El Yazmaları’nın Notu: Gelişimin Çelişik Doğası: Dünya Nereye? konulu dosyamızın sekizinci yazısıyla karşınızdayız. Sitemizin yazarlarından Perihan Koca “Gelişimin Çelişik Doğası: Krizlerle Çitlenen Dünyanın Çehresi Halk İsyanlarıyla Yön Değiştiriyor”  başlıklı yazısında dünya genelindeki kapitalist krizlerin etkisiyle ortaya çıkan halk ayaklanmalarının karakterini tartışıyor.

Yeryüzünde küçük bir ayrıcalıklı azınlık dışında kalan milyonların, işçi sınıfının, emekçi sınıfların, dünya halklarının yaşamsal gündemi: Açlık, yoksulluk, hayat pahalılığı ve işsizlik.

Şüphesiz ki, bu olgular, yakın zamanda karşı karşıya kaldığımız bugüne özgü sorun alanları değil. Rakamsal verilerle önümüze gelen soyut olgular hiç değil. 1970’ler sonunda dünya ekonomisinin sistemik krizinden Keynesçi iktisat politikalarıyla çıkılamayacağı, çıkışın devlet-piyasa ilişkilerinin köklü bir şekilde dönüştürülmesiyle mümkün olacağı fikri hegemonya kurmuş, neoliberal sermaye birikim stratejisinin ilk adımları çok boyutlu olarak atılmaya başlanmıştı. Krizden çıkış; neo-liberalizmin hakimiyetini ilan ettiği bir yürüyüşle şekillendi kapitalist sistem için.

Kapitalizmin Aşil Topuğu

Sistemde onulmaz bir gedik açan 2008 finans krizi dünya denkleminde bir kırılma yaratarak yapısal bir kriz gerçekliğini açığa çıkarmış oldu. Söz konusu kriz adım adım başka kriz alanlarıyla iç içe geçip genleşerek, mevcut sistemde çözümü olmayan çıkışsız bir sorun sarmalına dönüştü. Çoklu krizler momentinin üzerine gelen ve 2020 yılı başlangıcından itibaren küresel ölçekte bir kırılma yaratan pandemi ile bu çoklu kriz gerçekliğinin üzerindeki örtü kalkıverdi.

Pandemi, kapitalist sistemin aşil topuğu işlevini gördü adeta. Doğal addedilen verili eşitsizliklerin, maddi üretim süreçlerinde süregiden sömürü ilişkilerinin üzerindeki görünmezlik perdesini ortadan kaldırarak, o perdenin altındaki çıplak eşitsizliği kitleler nezdinde görünür kılmış, emek-sermaye uzlaşmaz çelişkisinin alenileştiği özgün bir kırılma momentini gözler önüne sererek, kapitalizmin asli aşil topuğu olan dünya emekçi sınıflarının öfkesi ve isyanını tetiklemiş oldu.

Elbette ki, yapısal kriz gerçekliği, salt pandemi krizine indirgenemeyecek şekilde kapitalizme içkin bir kriz olarak kendi gerçekliğini dayatıyor. Kapitalist sistemin içsel dinamiklerine ve sermayenin somut-tarihsel hareketinin sonuçlarına bakınca, büyük bir yoksullaşma dalgası zaten pandemi olmasa da gelecekti. Ancak pandemiyle birlikte bu süreç hızlanmış, sistem kendi açmazlarıyla çitlenmiş oldu ve neoliberal sistemin yaşamsal kanalları tıkanmaya başladı. Kapitalist sistemin sürdürülebilirliği dünya çapında sorgulanır hale geldi. Kapitalist hegemonyada delik açabilmek açısından bu çok önemliydi.

Mark Fisher’ın Kapitalist Gerçekçilik yazınını anımsayarak, orada atıfta bulunduğu Fredric Jameson’ın ‘Dünyanın sonunun geldiğini hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten kolaydır’ sözündeki yerleşikleşmiş dehşeti düşünelim mesela. Öyle ya, kapitalist hegemonya aynı zamanda bilinçlerimizi, ufkumuzu ve hayal gücümüzü de çitledi ne de olsa… Bu açıdan kapitalizmin kolektif olarak sorgulanmaya başlanması kapitalizmle mücadeleye yeni bir boyut kazandırdı.

‘Tarihin sonunun uzun, karanlık gecesinin, muazzam bir fırsat olarak yakalanması gerekiyor. (…) En küçük olay, kapitalist gerçekçilik döneminin olanaklar ufkuna damgasını basan gri tepki perdesinde bir delik açabilir. Hiçbir şeyin olamayacağı bir durumdan ansızın yine her şeyin mümkün olduğu bir yere doğru.’[1]

İşte öyle bir delik açıldı.

Yine Fisher’dan devamla, ‘düş görürken bile peşimizi bırakmayan sermayenin’ boyunduruğu altındaki hayatlarımızda bu boyunduruktan kurtulabilmek için ilkin onun yapısal açmazlarının ve tıkanmışlığının farkındalığına ulaşmak gerekir. Halk isyanlarının dünya emekçi sınıflarının kolektif mücadelelerine dönüşmesi ve dahası kalıcı mevziler kazanabilmesi için bu bilinç düzeyinin örgütlenmesi zaruridir.

Temel İhtiyaçlar ve Temel Haklar Mücadelesi Öne Çıkıyor

İç içe geçen çoklu krizlerin sonuçlarına, resmi rakamlara göre 2019 yılında kırk beş (45) ülkeye ardı ardına yayılan halk isyanları eşliğinde -2008 ardına domino taşı gibi dünyayı saran ayaklanmalar çağının da dipten gelen itici gücüyle- tanıklık etmiş, pandemiyle gelen kısa bir durgunluk döneminin ardından sınıfsal niteliği güçlenen yeni bir ayaklanma dalgasının vuku bulduğunu görmüştük.

2019 ve evvelindeki dünya çapında seyreden kitlesel protestolar ve ivme kazanan mücadele dinamiklerine baktığımız zaman, başta kadın hareketleri olmak üzere, kimlik hareketlerinin, yerli halkların eylemsellikleri ve otoriter yönetimlere karşı tepkisel eylem biçimleri ve mücadelelerin öne çıktığı bir tablo söz konusuydu. Bu açıdan halk isyanlarına kısa bir mola mahiyetindeki pandemi konağı bir yandan da üstte bir tespit olarak ortaya koyduğum üzere; sistemin aşil topuğunu açığa çıkaran bir politik muhtevaya sahip.

Not düşelim; dünya ölçeğinde, temel ihtiyaçlar ve temel haklar mücadelesinin yaşamak için zorunluluk haline geldiği bir momentumdayız. Bu olağanüstü momentum büyük patlamalara gebe.

Bakınız; sadece 2022 Temmuz ayında, gezegenin üç farklı kıtasına yayılan onlarca ülkede milyonlarca insanın katıldığı halk ayaklanmaları yeni bir isyan dalgası mahiyetinde boy veriyor.

Temmuz’u izleyen ağustos ayında dünyanın dört bir yanında halklar, bu sistemin altında kalmayacağız, diyerek sokaklardan bas bas bağırıyor. Macaristan’dan Güney Afrika’ya, Endonezya’dan İtalya’ya, İngiltere’den Almanya’ya; krizin faturasını ödemeye zorlanan halklar, akaryakıt zamlarından, konut fiyatlarına, çalışma koşullarından iş saatlerine, hayat pahalılığına, yoksulluğa karşı giderek sınıfsal bir nitelik kazanan eylem karakterleriyle, derinleşen krizin de etkisiyle birbirini tetikleyerek ve de çok daha güçlü geliyorlar.

Latin Amerika’da yeni bir dönem açılıyor. Peru, Arjantin, Nikaragua ve Bolivya’yı takiben Şili, Honduras, Kolombiya’da halk muhalefetiyle devrilen sağcı darbeci iktidarları sol, sosyalist koalisyonların alması, demokratik halkçı bir çıkışın dayanağını oluşturacak demokratik anayasa tartışmalarının zuhur etmesi ve çeşitleri deneyimlerin boy vermesi bu yeni dönemin içeriği açısından önem taşıyor.

İflasa sürüklenen Sri Lanka’daki halk isyanından, Kenya’da sokaklara dökülen tepkilere, halkların sarayları ve parlamentoları zapt eden haklı ve meşru taleplerine, Çekya’da yüz bine yakın insanın enerji fiyatlarına karşı ABD ve NATO’ya olan karşıtlıklarını ifade etme biçimlerine,  ABD ‘de yeni işçi sınıfının karakterini belirleyecek denli önemli sendikalaşma deneyimleri ve de  işçi grevlerine, yine Arnavutluk, Makedonya ve daha bir çok ülkeye yayılan sistem ve iktidar karşıtı işçi direnişleri ve halk isyanlarını geleceğin habercisi olarak okumak gerek. Ki, bu isyan dinamikleri, yeni dönemin karakterini tayin edici olgulardır.

Kapitalizmin yapısal krizinin ulaştığı yeni aşama ve krizin yarattığı sınıfsal saflaşmalar dünya emekçi sınıflarının yaşam havzalarını potansiyel isyan ve mücadele odaklarına dönüştürüyor.

Dünya işçi sınıfı, kapitalist sistemin mülksüzleştirme ve yoksullaştırma savaşımına karşı her ne kadar örgütsüz de olsa yoksulluğa, zamlara, hayat pahalılığına, vergi adaletsizliğine, enflasyona, dayatılan sefalet ücretlerine karşı kolektif reaksiyon gösteriyor. Güvencesizliğe karşı sınıfsal refleksleriyle hareket ediyor. Emek sermaye uzlaşmaz çelişkisinin geldiği aşamada, sınıfsal öfke ve kin keskinleşiyor. Yeni sınıfsal öfke odakları devingen bir güç biriktirme sürecini bizzat sokakta, pratiğin içinden geçerek yaşarken dünyanın çehresine yeni bir yön verecek olanakları da bağrında taşıyor.

Sefiller Ordusunun Zombileştirilmesi

Sınıfsal muhtevasından, yani kapitalist üretim ilişkilerinden sermaye birikim modeli bağlamından kopararak soyut bir yoksulluk olgusu ile mevzuyu ele alanların aksine Marx’ın tanımlamasından hareketle bir tarafta devasa bir sermaye birikirken, diğer tarafta ise sefiller ordusu birikiyor.

Diyalektik bir görme biçimiyle, yoksulluğu kavramak, zenginliği kavramadan, yani zenginleşme olgusunun üzerinden atlayarak mümkün olmayacaktır. Tersine bir görme biçimi, yani yoksulluk olgusunun sınıfsal muhtevasından koparılarak ele alınması, egemen ideolojinin pek hoşnut olduğu şekliyle, sınıf olgusunu gizlemeye yönelik işlevsel bir araca dönüşmesine sebebiyet verecek, bizi meselesinin özünden de çözümünden de uzaklaştıracaktır.

Marksizmin temel kavramları üzerinden baktığımızda bile, berrak bir görme biçimiyle kavrıyoruz ki; kapitalizmin geldiği aşamada, zengin ve yoksul arasındaki devleşen sınıfsal uçurumda, zengin olmak nostaljik anlatılardaki sempatik pos bıyıklı Hulusi Kentmen masallarının aksine, alın teriyle gelen doğal bir zenginleşme hali değil, başkasının emeğinin ürününe el koyarak, üretenlerin emeğinden çalıp çırpıp vurgun yaparak, milyonları mülksüzleştirerek o mülksüzleşme üzerinden devasa mülkleşme anlamına geliyor.

Hadi yine Mark Fisher’a başvurarak ifade etmiş olalım ‘Sermaye, soyut bir asalak, doymak bilmez bir vampir ve zombi-imalatçısıdır; ama ölü emeğe dönüştürdüğü canlı et bizimdir ve ürettiği zombiler de bizleriz.’ Aynen öyle. Kapitalizmin bunalımı derinleşirken, sistem özneyi yapı sökümüne uğratıp, hiçleştiriyor, emekçi sınıfları kendi emeğine yabancılaştırıp zenginliği oluşturan çarkların dişlilerine dönüştürürken, adeta bir vampir gibi kanımızın son damlasına kadar bizleri sömürüyor. Sadece bedenlerimizi değil, zihinlerimiz ve ruhlarımızı da hasta ediyor. Sistemden çıkış yolu bulamayan kitlelerin güvence arayışının sonuçsuz kalışı, somut dayanaklar bulamayışı ve asli muhatabına kanalize edilememesi öfkenin kendi içinde patlamasına, yani öz yıkıma neden oluyor. Dünya çapında kendini yakma eylemlerinin uç vermesi tesadüfi ya da münferit değil.

Egemen Sınıfın Silahı Kolektif Depresyon ya da Umutsuzluk Nöbeti

Thomas Bernhard’ın şahane tanımlaması olan ‘umutsuzluk nöbeti’ çağımızda egemenlerin silahına dönüşmüş durumda ve Fisher’ın ‘kolektif depresyon, yönetici sınıfın yeniden tabi kılma projesinin sonucudur’ dediği üzere, toplum kolektif depresyonla umutsuzluk nöbetine itilerek bizatihi yönetici sınıflarca kitlelere empoze edilip toplumsallaştırılıyor.

Kalıcı bir depresyon çağının ataklarının somut görüngüsü olarak, hayattan zevk almak şöyle dursun, bir başınalık yanında hayattan bezmişlik, bıkkınlık kitlelerin ana duygusu olarak öne çıkıyor. Kendisi için umut ve güven dayanağı bulamayışı, dünya halklarının öfkesi ve tepkilerinin kalıcı bir çıkışla buluşamamasını ve de sosyalist solun bıraktığı boşluktan halkları yakalayıveren egemenlerin manevrasıyla öz yıkıma dönüşüyor. Burayı iyi irdelemek gerek. Öz yıkımın beslendiği ana kaynak kapitalizmde yatıyor zira.

Bu aralar pek sık okuduğum için, bu yazıya çokça alıntıladığım ve alıntılamaya devam edeceğim Fisher’a başvuracağım izninizle yine.

Fisher Kapitalist Gerçekçilik’te diyor ki, ‘Çok yaygın ruh sağlığı sorunlarını tıbbi sorunlarmış gibi ele alınmaktan çıkarıp fiili çelişkilere dönüştürmemiz gerekiyor. Duygudurum bozuklukları, tutsak edilmiş hoşnutsuzluk biçimleridir; bu antipati dışarıya doğru, gerçek nedenine, yani sermayeye kanalize edilebilir, edilmelidir de’   ve devamla ‘(…)sol hala kapitalist gerçekçiliğe meydan okumak istiyorsa, ruhsal hastalığı yeniden politize etmek acil bir ödev olarak karşısında duruyor.’ 

Sosyalist sol işte tam da burayı didiklemek ve bunu politik bir sorun alanı olarak hatta bir özneleşme problematiği olarak ele almak durumunda.

Dünyada bizzat sistemi karşısına alan ve güç birikerek gelen isyanlar çağına girmiş durumdayız. Bu isyanlar çağı aynı zamanda mevcut hegemonya krizinden kaynaklı bir istikrasızlık çağı. Ama isyanlar kalıcı mevziler ve kazanımlar elde edemeden sönümlendikçe,  o isyan dinamiklerinin içe doğru büzüşme ve de bumerang misali kendini vurma eğilimleri güçleniyor. Ee, faşizm de kendini tam da böylesi boşluklardan sızarak kitleselleştirmiyor mu? Bakalım, dünya tarihindeki faşizm deneyimlerine… Faşizmin gündelik hayata zuhur etme biçimlerine… Nasıl hegemonya kuruyorlar? Ruh hallerini belirleme gücü oluşturarak, bu gücü ellerinde tutarak kendilerini konsolide edip ilerliyorlar. Kamuoyu yoklamaları ve araştırmalardaki göze çarpan mutsuzluk verileri salt akademik bulgular olmasa gerek. Yaşamın içinde tayin edici somut anlamları olan gerçeklikler bunlar. Egemen sınıfların günümüz koşullarındaki isyan bastırma aracı öyle tek başına topla tüfekle olmuyor. Günümüzün güncel ehlileştirme zehri kolektif depresyon. Kapitalizmin doğasına içkin bir zehir bu ya da onlar için panzehir. Kitleleri belirleyebilmenin/toplumsal hegemonyanın aparatı. Sermaye birikirken yaratılan sefiller ordusu işte böyle zombileştiriliyor.

Üzerinde konumlandığımız felaketler momentumu da gerek pandemik vakalarla gerek şok edici iklim vakalarıyla bu belirlenimi hızlandırıyor. Çağın şok doktrinini oluşturuyor. İklim krizinin ulaştığı boyut dehşet verici. Sadece 2022 yazında yaşanan aşırı yağışlar ve aşırı sıcaklıktan kaynaklı gerçekleşen binlerce ölüm -ki Dünya Sağlık Örgütü 2022 yaz raporunda 2030’da iklim olayları dolayısıyla milyonlarca ölüm yaşanacağını bildiriyor- son altı aydır tehdidi ağırlaşan gıda krizi ve açlık ölümleri gerçeği, kapitalizmin dünyayı çöküşe doğru götürdüğü gerçeğinin görüngü biçimleri. Tüm bunlar kitlelerin bilinçlerini bulanıklaştıran, şoka uğratıp kırılmalar yaratan olgular aynı zamanda.

Kapitalizm, ‘toplum yok birey var’ mottosuyla hegemonya kurduğu andan itibaren, her bir bireyin emeğine, bedenine, bilincine, zihnine, ruhuna sömürgeci olarak yerleşip yerleşikleşerek, özneyi kendinden gayrısının, başka türlüsünün mümkün olabileceği inancı ve duygusundan yoksunlaştırarak, öz benliğini hiçleştirerek, hiçleştirirken kişiselleştirerek, daha doğrusu muazzam bir pasiflik ve edilgenlik fanusunun içerisine hapsederek ve güvensizleştirilerek karakter aşınması yaratıp yaşamın içinde görünmezleştiriyor ya kitleleri, dünya halklarını… İşte süreğen şok taarruzlarının güncel ve işlevli aparatları bunlar. Fisher’dan son alıntılamayla ifade edecek olursam, ‘etkili bir anti-kapitalizm, sermayeye karşı bir tepki değil, ona bir rakip olmalıdır’ tespiti, bu mevzi savaşının ufku olmak zorunda, ki kapitalizmin fırlattığı bumerang terse dönebilsin, halk isyanlarının dayanaksızlığındaki boşluk doldurulabilsin.

Zira dünyanın üzerine oturduğu maddi zemin olan kırılgan istikrarsızlık halklardan yana çözülüp halklardan yana kalıcı mevziler inşa edilecekse tek başına savunma değil taarruz ve dahası somut dayanak arıyor.

Dünya halkları isyan ediyor. Bir ayaklanma çağına, hiçbir şeyden netlik beklemememiz gereken ve ama her şeyin mümkün olabileceği bir döneme soluyoruz. Ama burada eksik olan esas şey siyasal program ve de öncülük.

Öncülük ve siyasal program boşluğu, dünya halklarının ayağa kalktığı bu momentumu frenlemekten de öte kötürümleştirme tehlikesi taşıyor.

Dünya halklarının biriktirme süreci yeni ve sarsıcı direnişlere, büyük patlamalara gebe bir dönemi açıyor evet, o yüzden kuluçkaya yatmak gerek. Ancak bu kuluçka dönemi, kalıcı mevzilere ancak ve ancak bir organikleşme hareketiyle erişecek, işte tam da onun için öncülük gerekiyor. Bir siyasal programın üzerine basan ve o programın somut yürüyüşünü yaratarak ilerleyecek bir öncülük ihtiyacımız olan.

Halihazırda dünyanın tüm kıtalarından patlak veren irili ufaklı sitem karşıtı/anti-kapitalist mücadele dinamikleriyle, öncü bir siyasal müdahale ve pratikten gelen devrimci duruşu birleştirebilmek gerekiyor. Bu zorlu hamle şayet becerilebilirse tarihsel bir kopuşun önü açılacaktır. Güncel durumun bağrında taşıdığı muazzam devrimci olanaklar öylesi bir kopuşu hem destekliyor hem de bu kopuş içinde bütün potansiyelleriyle açığa çıkacak, güçlenecek, kalıcı mevzilerin yaratılması ve egemen olması için bolca fırsat sunacaktır.

Dipnotlar:

[1] Mark Fisher, Kapitalist Gerçekçilik, syf 88