Depremin 2.yıldönümüne gelirken “unutmak, affetmek, helalleşmek yok” ifadesinde somutlaşan yası, öfkeyi doğuran süreç tüm çıplaklığı ve ağırlığıyla sürüyor. Sürecin sorumluları mahkemelerde hızla beraat alırken her gün yeni bir şantiye, şehrin kültürüne, dokusuna baş kaldırarak yükseliyor. Ve hep beraber bir kez daha görüyoruz ki sorumluların yargılanması ancak unutulmayan ve mücadele edilen demokratik bir zeminin inşaasıyla mümkün olacak.
Her alanın sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda fethedilmesi ve yaşanan her krizin sermayenin çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanılması “felaket kapitalizminin” yıkım yaratma kapasitesini güçlendiriyor. Depremin 2. Yılında yıkımın etkileri ağırlaşarak kendini sürdürürken geçtiğimiz günlerde yaşanan yangın da bu düzenin yarattığı krizleri çözme kapasitesi olmadığını gösteriyor. Neoliberalizm yasasızlıkla güçlenirken daha çok kar, daha çok ölüm anlamına geliyor.
“Devlet” geleneğini sürdürüyor
Depremin ilk günlerinde en çok duyduğumuz cümle, “devlet yok, devlet nerede” oldu. 11 kenti etkileyen ve on binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan depremin ilk günleri çıplak bir gerçekliği göstermişti. Bu gerçeklik, yakınları enkaz altında arama kurtarma bekleyen insanların çıplak elleriyle beton kaldırmak zorunda kaldığı, soğuktan donarken Kızılay’ın çadırları sattığı, günler boyu ulaşılmayan kuruluşların koordinasyonsuzluğu ve afetin felakete dönüştürülmesiydi.
Gerçekliğin diğer boyutu ise kamu kuruluşların çözüldüğü ve devletin meşruiyet sorunu yaşadığı koşullarda savunmasızca açıkta kalan depremzedelere yardım etmekte, deprem olmayan bölgelerde halktan halka kurulan dayanışmadan güç alan devrimcilerin inisiyatif alması ve halkın yanında olmasıydı. İlk andan itibaren devrimciler kriz koordinasyon merkezlerini kurdu, arama-kurtarma çalışmalarından toplu çamaşırhanelere, su arıtma tesislerine, yemekhanelerine kadar halkın ihtiyaçlarına cevap olmaya çalıştı, çalışmaya devam ediyor.
Bugün geldiğimiz süreçte, barınma, beslenme ve ulaşım gibi sorunlar krize dönüp ağırlaşmış, rezerv ve el koymalarla insanların yaşam alanlarına çökülürken sermayeye yeni birikim alanları açılmıştır.
Deprem suçları kapsamında yapılan yargılamalar, delil yetersizliği gerekçesiyle beraatle sonuçlanıyor, tutuklular kısa sürede serbest bırakılıyor. Yani sermayeye tekrar tekrar “yargılanmama” güvencesi veriliyor.
“Ma Rıhna Nıhna Hon”, Gitmiyoruz Buradayız
Depremin etkinlerini ağır yaşayan kentlerden biri de Antakya oldu. Kentin çok kültürlü yapısını, özellikle de Arap Alevilerin ortaklaşmacı ve paylaşmacı yaşayışını tasfiye etmek isteyen devlet, ilk günden itibaren göçün önünü açmaya çalıştı. Kente, arama kurtarma ekiplerinin ve yardım tırlarının girmesi engellenirken kenti terk etme çağrılarıyla, baraj patlaması yalanlarıyla kentin terk edilmesi için “yakıt ve araç desteği” sunuldu.
Ve bugün de günlük 10 saati aşan elektrik kesintileriyle, sağlık hakkına ulaşımın neredeyse imkansız hale gelmesiyle, artan yoksulluk ve işsizlikle de beraber halkın kentte yaşama iradesi kırılmaya çalışılıyor.
Hakikaten de kentte yaşamak güçlü bir coğrafyaya ve kültüre bağlılığı yani bilinçli bir çabayı gerektiriyor. Çünkü her sokağın bir şantiyeye dönüştüğü, 2 yıldır kesintisiz tozun solunduğu, iş makinalarının neredeyse her gün “kazayla” can aldığı ve ölümün sıradanlaştığı bir kent burası. İşte bu kentte kalma iradesi aynı zamanda yaşamı yeniden kurma iradesini taşıyor.
Yeniden İnşa için Meclisleri Kurmalıyız
Devrimcilerin deprem kentlerinde aldıkları inisiyatifin gücü akut dönemdeki sorunları çözmekle sınırlı kaldı. Çaresizlik karşısında inşa edilen dayanışma gücü bir kurucu pratiğe dönüşmedi. İktidar hızla “Allah’ın lütfu” kabul ettiği depremi, kentlerdeki rant ve vurgun kaynağına dönüştürdü. Devrimcilerin buraya dair koydukları irade zayıf ve halkın gerisinde kaldı. Var olan krizlerin iktidar tarafından çözülmeyeceği ve tam tersine vurgunculuk için bir fırsat olarak kullanılacağı açık. Halkın kendi iradesini açığa çıkaracağı yerel meclisleri örgütlemek ve sorunların çözümünde irade kılmak esas olarak önümüzde duruyor. Deprem kentleriyle sınırlı olmayacak şekilde ölüm düzeninin karşısında yaşama hakkı mücadelesini örgütlemeliyiz.
Depremin 2. Yılında, hüznümüzü, yasımızı, öfkemizi bir kez daha dile getirirken, depremin ilk günlerinde açığa çıkan halklaşmanın güçlü dayanışma pratiğini de hatırlamalı. Halktan halka inşa edilen dayanışma köprüsünü, ülke geneli bir yaşama hakkı mücadelesiyle birleştirmek zorundayız. Sermayenin ölüm düzeni karşısında, insanca yaşama hakkını güvence altına alacak bir demokratik cumhuriyetin inşası yerel meclis örgütlenmesinden geçecek.