İzmir Büyükşehir Belediye işçilerinin greviyle on yıllardır hükmünü sürdüren neoliberal hegemonyanın sonuçlarıyla bir kez daha ve en açık haliyle yüzleştik. Toplumsal alanda neoliberalizmin ana sloganı olan “Toplum yoktur, birey vardır” anlayışının güç kazandığını, işçilerin topluca bir sınıf olarak haklarını korumasının meşruiyet alanının daraldığını gördük. Toplum içinde, işçilerin sefalet koşullarında yaşamasını olağanlaştıran ve buna itiraz eden işçileri şeytanlaştıran bir anlayış var ve hiç de güçsüz değil.
Bu durum yeni değil, dönem dönem şantiyelerde çalışan ustaların ve kentin her yerine paket taşıyan motokuryelerin ücretleri “haddini aşan” ücretler olarak gündemimize sokuldu. Ancak, durmaksızın yenileri eklenerek ücretlilerden yapılan vergi kesintileri ve geçim araçlarının pahalılaşması ise nedense bu tartışmaların dışında kalıyor.
Peki, bu durum hangi dönemde yaşanıyor? Şimşek’in OVP’sinin bilinçlice işçilerin hayat koşullarını ağırlaştırdığı, yoksulluğun sürekli dibe doğru çektiği, işsizlik ve güvencesizliğin hâkim kılındığı koşullarda!
Yoksulluğun derinleşmesinin yanında ülkenin içinde bulunduğu çoklu krizler, işçilerin ücret mücadelesini siyasi mücadeleyle birleştirmenin imkanını açığa çıkarıyor. Fakat bu imkânı harekete geçirebilecek bir siyasal sınıf odağı inşa edilmiş değil. İzmir belediye grevinde açığa çıkan bir diğer olgu da buydu.
Egemen düzenin restorasyon seçeneği olan CHP’nin çizdiği “hak arama sınırı” ve sendikal bürokrasinin anlamsızlaştırdığı hatta tasfiye etmeye çalıştığı sınıf mücadelesi, işçilerin gücünü zayıflattı. Nitekim, İzmir’de işçilerin haklı ve meşru olan grevi, başta grev kırıcı belediye başkanı Cemil Tugay olmak üzere birçok CHP’li trol aracılığıyla baskılandı.
Sınıf Çelişkisi Ücret Mücadelesinde Cisimleşiyor
“Emek gücünün değerinin son ya da en alt sınırı, diyor Marx, her gün elde edememesi halinde emek gücü taşıyıcısının, yani insanın, kendi yaşam sürecini yenileyemeyeceği metalar kütlesinin değeriyle, yani fiziksel açıdan vazgeçilmesi imkansız olan geçim araçlarının değeriyle belirlenir.” “Emek gücünün değeri, sahibinin varlığını sürdürmesi için gerekli olan geçim araçlarının değeridir.”
İşte, işçiler bugün en temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Ücretler, sürekli aşağıya doğru çekildiği için ülkemizde “ortalama” ücret haline gelmiş olan “asgari” ücret, Mayıs ayında açıklanan açlık sınırının bile gerisine düştü. Bir işçinin ertesi güne hazır gelmesi üzerinden belirlenen emek gücünün değeri aşağı doğru baskılanıyor ve işçinin biyolojik varlığının yağmasına dönüşüyor. Yani işçinin fiziksel ve ruhsal varlığı sermayenin dişlileri arasında öğütülüyor.
Uluslararası rekabette altta kalmamak ve yatırımlar için çekici olabilmek amacıyla emeğin daha da ucuzlatılması temel dinamiklerden biri halinde. Türkiye’de de Şimşek programının uygulanmasının ana yönelimlerinden biri ücretlerin baskılanması. Neoliberalizmin uygulamalarıyla zaten emeğin esnekleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesi ile el ele giden emeğin örgütsüzleştirilmesi bu süreci sermaye lehine kolaylaştırıyor. Bir yanda işsizlik basıncı öteki yanda ise hayat pahalılığının yarattığı basınç milyonlarca emekçiyi hareketsiz kılıyor. Farklı zamanlarda ve farklı iş kollarında birbiriyle bağlantılı olmayan eylemler, ortaklaşarak sermayenin saldırganlığı karşısında bütünlüklü bir işçi hareketine dönüşemiyor.
Sendikal Bürokrasi, Örgütsüzlük ve Direnişler
Sermayenin topyekûn kuşatmasının karşısında işçi sınıfı dağınık ve örgütsüz. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı sınırlı ve bu işçiler de çoğunlukla sendikal bürokrasinin güdümünde. Asgari ücretin belirlenmesi dahil olmak üzere sendikalar işçi lehine bir mücadelenin uzağında.
Asgari ücret, iktidar tarafından sermayenin ihtiyaçları doğrulusunda belirleniyor. Ve her geçen yıl daha dibe çekiliyor. 1974’te kişi başına GSYH’nin yüzde 80,6’sı düzeyinde olan brüt asgari ücret 2024’te kişi başına gelirin yüzde 46,5’ine düştü.
Türkiye’de asgari ücret, TİS’ler dahil olmak üzere genel ücret politikasını belirliyor.
Sermayenin ücretleri baskılama yönündeki kararlılığını, asgari ücretin belirlenmesi sonrası kamu emekçilerinin yüzde 11’lik ve emeklilerin yüzde 15’lik zam oranlarında da gördük. Önümüzdeki günlerde yine kamuda 600 bin işçiyi ilgilendiren görüşmeler başlıyor. Enflasyon oranlarının her yıl TÜİK verilerinde bile yüzde 50’nin altına düşmediği görüldüğünde işçi sınıfı her yıl yoksullaşıyor ve sefalet koşullarına itiliyor.
Ücretlerin baskılanması karşısında geçtiğimiz sene Kasım ayından bu yana kesintisiz birçok iş kolunda ücret zammı talebiyle grevler ve eylemler sürüyor.
Kasım ayında İstanbul’daki belediyeler ile bu iş kolundaki yetkili sendikalar arasında yapılan toplu iş sözleşme süreçleri ve grevler işçilere rağmen sendika ağalarının gece yarısı imzasıyla sonlandı. Başta Genel-iş olmak üzere şirketleşmiş sendikalar, işveren belediye başkanlarıyla ilişkilerini gizleme ihtiyacı bile duymadı.
Bu ağaların bakış açısından kendileri “satıcı” işçiler ise bir “mal” ve işçileri işgücü piyasalarında “alıcı” olan sermayeye pazarlıyorlar. Hedef, kendilerine kazanç sağlamak; işçilerin ücretleri değil, kendi konumları, kendi kazançları önemli.
Hepsi öyle mi, değil!
2024’ün Aralık ayında başlayan metal işçilerinin ekmek kavgası, hükümet eliyle fiili grev yasağıyla engellenmek istendi. Bunun karşısında Birleşik Metal-İş sendikasının öncülüğünde yürütülen mücadele ve grev kararının uygulanması dayatılan ücret politikasının karşısında önemli bir kazanım sağladı.
Şubat 2025’te Antep Başpınar Organize sanayi bölgesinde BirTek-Sen öncülüğünde 2 bini aşkın işçi sefalet zammına karşı greve başladı. Valilik yasağı ile müftü, kolluk ortaklığında işçilerin mücadelesi engellendi. BirTek-Sen genel başkanı önce tutuklandı, sonra ev hapsine alındı. Burada da işçi ve sermaye arasındaki mücadelede iktidarın hangi konumda olduğu bir kez daha açığa çıktı.
Yine geçtiğimiz hafta Getir kuryelerinin ücretleri yüzde 20-30 aşağı çekildi. Buna dair TEHİS ve Motokurye İşçileri Derneği öncülüğünde eylemler ve açıklamalar yapılıyor.
Bahsettiğimiz bu örnekler sınırlı da olsa sermaye sınıfı ile işçi sınıfının süreklileşen karşı karşıya gelişini göstermesi açısından önemli. Sermayenin yargısı, yasası, kolluğuyla iktidarı arkasına alarak girdiği mücadelede işçi sınıfı yalnız. Bu yalnızlığı örgütleyebildiğimiz oranda işçilerin lokal ve işkolu düzeyinde devam eden eylemlerini ortak hedefler doğrultusunda bütünleştirebiliriz. Önümüzde en yakın duran hedef; “Temmuz Zammı” mücadelesi!
Temmuz Ara Zam Mücadelesi
Başta yazdığımızı tekrar edelim. Ücret mücadelesi, yaşam hakkı mücadelesi ve siyasi mücadeleyle iç içe geçmiştir. Ve evet salt ücret mücadelesi kapitalist sömürü ilişkisini ortadan kaldıramaz.
Barınma, beslenme, eğitim, sağlık gibi en temel ihtiyaçlar, reel ücretlerin düşüklüğü sonucu ulaşılmaz durumda.
“Reel ücret, diyor Marx, emeğin üretkenliği ile asla aynı oranda artmaz.”
“Ne var ki daha iyi giyinme, daha iyi beslenme, daha iyi bakım ve daha büyük bir peculium (kölenin sahip olunmasına izin verilen özel mülk) kölenin bağımlılık durumunu ve sömürülmesini ne derece ortadan kaldırırlarsa, ücretli işçininkini de o kadar kaldırır.”
“Bugünkü sistemin temelinde, diye devam ediyor Marx, emek, bütün öteki metalar gibi metadır ancak. Bundan dolayı onun da kendi değerine uygun düşen bir ortalama fiyata ulaşması için aynı dalgalanmalardan geçmesi gerekir. Bir yandan onu bir meta gibi görmek, öte yandan da onu metaların fiyatlarını belirleyen yasaların dışında tutmayı istemek saçmadır. Köle, kendi geçimi için kesin ve değişmez bir miktar alır, ama ücretli emekçi öyle değildir. Eğer kapitalistin iradesini ve diktasını değişmez bir iktisat yasası kabul etmekle yetinirse, kölenin sahip olduğu güvencesi olmaksızın bütün sefaletini paylaşacaktır.” İşte, şayet işçiler mücadele etmezse, geçmişin kölelerinden daha kötü yaşam koşullarına sürüklenecektir.
Elbette ki ücret mücadelesiyle sınırlı bir sınıf hareketinin sömürüyü ortadan kaldıracağından bahsetmiyoruz. Fakat işçinin ücret talebini sahiplenmek ve işçilerin bulunduğu koşullara müdahale edebilecek kazanımlara ulaşmakla siyasallaşma birbirine sarmaşık gibi iç içe geçmeli günümüzde. Bir aşamacılıktan değil ücret mücadelesini sınıf hareketini güçlendirecek bir dinamiğe dönüştürmekten bahsediyoruz.
Toparlayacak olursak, önümüzdeki dönem Şimşek programıyla sürekli yoksullaştırılan işçilerin ekonomik mücadelesini önemseyecek ve bunu siyasallaştıracak bir işçi hareketine ihtiyaç var. Bu tespit de ihtiyaç da yeni değil.
Sadece ücretlere odaklanan bir mücadele, istenildiği kadar yüksek ücret kazanılsa bile, sermayenin hükümetleri tarafından alınacak bir kararla, mesela vergilerin arttırılması ya da döviz fiyatının yükseltilmesi gibi önlemlerle, bir anda hiçe dönüşebilir. İşçi sınıfı, ücretler dahil bütün kazanımlarının kalıcılığının siyasal mücadeleden geçtiğini bilerek günlük ekonomik mücadelesini siyasetle birleştirmeli.
Sermayenin kuşatmasını yaracak ve işçilerin günlük ekonomik mücadelesini büyütebilecek işyeri komiteleri ve dayanışma ağlarını kurmanın zamanıdır.
İlk elden asgari ücret komiteleri ile asgari ücretin yoksulluk sınırına çekilmesi talebini yükseltebiliriz. Aynı zamanda asgari ücret mücadelesini işçiler ile işsizlere, emeklilere ve güvencesizlere doğru genişletebiliriz.