Bahar: Söz Konusu Olan Mülteci Çocuklar Olduğunda Çocuk Hakları Sözleşmesi Askıya Alınıyor

El Yazmaları’nın Notu: Çocuk hakları perspektifiyle 2024 yılının değerlendirilmesi ve 2025 yılında bizi ne bekliyor sorusuna yanıtlar bulmak için başlattığımız röportaj dizimizin dördüncüsünü bir sivil toplum kuruluşunda mülteci hakları savunucusu ve gönüllüsü olan Bahar ile gerçekleştirdik. En görünmeyen sorun alanlarından mülteci çocuklar üzerine değerlendirmeler ile görülmeyeni görünür kılmasını diliyoruz. İyi okumalar!

Dünyada küreselleşen kapitalizmle birlikte emperyalist çıkar ve hegemonya savaşları devam ediyor. Bu çıkarlar doğrultusunda savaşlarla, mecburi göçlerle, doğa katliamlarıyla ve işçi kıyımlarıyla karşılaşıyoruz. Türkiye mecburi göçlerden nasıl etkileniyor?

Bilindiği üzere Türkiye için göç kavramı yeni bir olgu değil. 1930’lu yıllardan 1990’lı yıllara uzanan Osmanlı nüfus alanını oluşturan bölgelerden Türkiye’ye gelen kitlesel sığınmacılardan bahsedebiliriz. Türkiye kitlesel olmasa bile bireysel göçler için de önemli bir göç yolu olmuştur. “Avrupa hayallerine” ulaşmak isteyen mülteciler için en uğrak transit bölgelerden olmaya devam etmektedir. Ancak 2011 sonrasında Suriye krizi ile birlikte kitlesel olarak milyonların göçü, farklı tartışmaları gün yüzüne çıkardı. Göç olgusu senin de belirttiğin gibi küreselleşme ile beraber daha görünür bir hale geldi ancak neoliberal küreselleşme ile beraber çok daha katı yüzünü göstermeye başladı. 

Tüm dünyada 1980’ler sonrası üretimler ve ticaret bu kadar küreselleşmişken, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler küresel ekonomi ile bu kadar bütünleşmişken tüm kapitalistler de bu göç dalgalarını sömürülecek bir emek gücü olarak gördüler ve Türkiye de elbette bu fırsatı kaçırmadı. 

Uluslararası göçlerin kitlesel bir olgu haline gelmesi elbette Türkiye’yi ve Türkiye’nin içinde bulunan her alanı etkilediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Suriye krizi sonrası kitlesel göçün meydana gelmesi Türkiye’nin mülteciler için kurumsal bir mevzuat oluşturmasına sebep oldu, her zaman bir göç ülkesi olan Türkiye’nin kapsamlı bir göç yönetim sistemine sahip olmadığını yüzüne çarptı. Ve bu doğrultuda, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliğinin de biraz ittirmesiyle 2013’te Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nu uygulamaya koymasını sağladı. Elbette bu kanun birçok eksikliğe sahip olsa da, o yıllar için çok umut veren bir gelişmeydi, eksik olsa da bir göç politikası çizilmeye başlandı duygusu vermişti insanlara. Sonrasında bu politikanın bu kadar geriye gideceği düşünülmemişti elbette.

Türkiye, yaklaşık 2015 senesinden beri en çok sayıda mülteciye “ev sahipliği” yapan ülkedir. Küresel sisteme entegre tüm ülkeler gibi mültecileri kendi kültürüne uygun hale getirmeye ve sosyal uyum programları ile mültecileri asimile etmeye çalışsa da istediği kadar başarılı olmadı. Bu noktada şunu rahatça söyleyebiliriz ki ne kadar ayrımcı politikalar uygulansa bile ülkemizde çok kültürlü bir yapının fiilen bulunduğunu söyleyebiliriz. 

Türkiye elbette uluslararası göçlerden gelecek dönemde de etkilenmeye devam edecek, hatta çalışmalar yakın zamanda tüm dünyanın göçlerden en ciddi şekilde etkileneceğini gösteriyor. Ancak ülkede çok kültürlü yapının özgür ve demokratik bir şekilde yönetilir ve siyasetçiler de söylemleri ve politikalarıyla bunlara izin verirlerse, göçlerden olumlu olarak etkilenmenin birçok yolu bulunacaktır…

Belki de kanayan yaraya sebep olan ve birçok insan hakkının gaspına yol açan diğer ülkelerden gelen insanların nasıl adlandırıldıkları. Göçmen, mülteci ve sığınmacılar… Türkiye’de 10 yılı aşkındır ikamet eden Suriyelilerin hâlâ mülteci tanımı altına alınmadığını biliyoruz. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

Kavramların birçok anlamı vardır, zaten sosyal bilimciler ve tarihçiler tarafından da bahsettiğin kavramlar uzun uzun tartışılmakta ancak ben hem Türkiye’ye gelen kişilerin temel gerekçeleri hem de ideolojik sebeplerle bu kişilere mülteci demeyi uygun buluyorum. Geçici Koruma kapsamı altında yaşayan Suriyelilere veya farklı uyruktan kişilere hâlâ “mülteci” diyememek yıllar önce taraf olduğumuz Cenevre sözleşmesi ile ilgili. 1951 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca Mültecilerin Hukukî Statüsüne İlişkin Sözleşme Cenevre’de kabul edilmiş ancak Türkiye 1961 yılında bu sözleşmeye coğrafî sınırlamalar ile taraf olmuştur. Kısaca, Türkiye Avrupa Konseyine üye olmayan ülkelerden gelenlere mülteci statüsü değil şartlı mülteci gibi farklı statüler vereceğini belirtmiş ve yıllar boyunca birkaç değişiklik ile bu durum devam etmiştir. Tam da bu yüzdendir ki Türkiye’de resmi “mülteci” sayısı çok komik rakamlarda, yıllarca çift hanelere çıkmamıştır. Ancak, sahaya indiğimizde şunu görüyoruz: Resmî rakamlara göre Geçici Koruma altında yaşayan kişi sayısı 3 milyonu buluyor. Öte yandan 300 binin üzerinde kişi de Uluslararası Koruma statüsünde. Yani “gönüllü” geri dönüşe rağmen ülkemizde mültecilik talebinde bulunan insan sayısı 3 milyonu geçmektedir. Elbette Suriye’de devam eden barışma süreci Türkiye’de yaşayan Suriyeliler için ne kadar gerçekçi görülecek ve geri dönüşler ne kadar artacak onu bilmiyoruz ama bu sayının da ciddi bir şekilde düşeceğini çok gerçekçi bulmuyorum.

Türkiye, Suriyeli ve mültecilik talebi olan kişilerin kitlesel bir şekilde gelmesi sebebiyle uluslararası koruma yerine dünyada çok az görülen bir şekilde, “misafir” statüsü olarak adlandırabileceğimiz geçici koruma statüsüne yönlendirilmiştir. Suriye’deki gelişmeler sebebiyle yakın zamanda ise “misafir” statüsü kaldırıldığında birçok Suriyeli mültecinin ülkelerine geri dönemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada, bu kişilerin şartlı mültecilik olan Uluslararası Koruma Başvuru Belgesine başvurabileceğini söyleyebiliriz. Türkiye için de bu durum bir fırsat olarak görülecektir, cazip olmayan işlerde çalışmalarına devam etmeleri veya yedek iş gücü olarak devam etmeleri adına kendilerine statüler verilecektir diye düşünüyorum.

Devlet yapısının korunması için farklı etnik kökenlerin birbirine düşman edilmesi taktiği ülkede mültecilerin ayrımcılığa uğramasını tetikliyor. Bu kıskaçta insanların uğradığı şiddet türleri nelerdir?

Türkiye’nin uygulamaya koyduğu devlet politikalarında rızayı almak için uyguladığı bu strateji kısa veya uzun dönemde her zaman sonuç vermiştir. Mülteciler konusunda da bunu kullandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Klasik düşünürler modern toplum geliştikçe milliyetçilik kavramının zayıflayacağını düşünüyordu ama milliyetçiliğin bu kadar banal bir şekilde yeniden üretilebileceğini öngörememişlerdi. Liberal dünyada milliyetçilik her zaman dikkat dağıtıcı bir unsur oldu ve devletler de bunu göç alanında kullanmaktan hiç çekinmediler. İşte biraz önce konuştuğumuz konuda olduğu gibi kimin mülteci olup kimin mülteci olamayacağına bile milliyetler üzerinden karar vermeye kalkıyoruz. Bir düşünürün de söylediği gibi “halkın iradesi önemlidir ama kimin halk olduğuna da bırakın devlet karar versin” bu söylemi Türkiye’de mülteciler için de uyarlayabiliriz. Zaten mültecilik statüsü için coğrafî sınır ibaresini sözleşmeye ekleyen üç ya da dört ülke var, bunlardan birisi de Türkiye.

Özellikle gençlik çağlarındaki Suriye ve Afganistan uyruklu erkeklerin medyada nasıl kriminalize edildiğini her gün görüyoruz, sığınma başvurmasına bile uygun görülmüyorlar. Bu söylemler politikacılar, gazeteciler, sanatçılar ve birçok kişi tarafından her gün medyada yeniden üretiliyor. Bu söylemler psikolojik, fiziksel ve ekonomik şiddete hatta cinsel şiddete dönüşüyor.

Medyada her gün çıkan haberlere ve ailesi tarafından konuşulanlara maruz kalan çocuk da okulda yabancı arkadaşına akran zorbalığı uygulayarak bunu gösteriyor. Bunun gibi binlerce örnek verebiliriz. Ne yazık ki her gün yeni bir olayla da karşılaşmaya devam ediyoruz ve devam edeceğiz gibi de duruyor.

Milliyetçiliğin sebep olduğu ayrımcılık, ırkçılık veya bu kavrama her ne demek isterseniz…  Milliyetçilik zaten doğası gereği yaşadığı yerdeki homojenliği korumaya çalışır. Diğer kültürleri ve çeşitliliği içinden çıkarıp atmaya çalışır ve bu durum tüm mültecilerin kamu kurumlarında, işlerinde, sokakta, toplu ulaşımda ve her kamusal alanda şiddet görmesine sebep olur. Farklı gerekçelerle ülkelerinden göç etmiş mültecileri görürler ve şiddetlerini meşrulaştırarak bu şiddete devam ederler. 

Özellikle en çok göç aldığımız bölgelerin Suriye, İran ve Afganistan gibi Orta Doğu ülkeleri olduğunu düşündüğümüzde, kendini çağdaş ve demokratik olarak tanımlayan sözde seküler kesimlerin, ülkede laikliği kaybetme korkusu üzerinden şiddeti nasıl meşrulaştırdığını her gün kendi hayatlarımızda görmek zorunda bırakılıyoruz. Bu şiddet gösterileri de çoğunlukla ya cezalandırılmadığı ya da en hafif şekilde cezalandırıldığı için ülkenin her kesimine yayılmaktadır. Türkiye’de yabancılara karşı şiddeti durdurmak için adımlar atmak istiyorsak veya en azından şiddeti gören kişileri adalete eriştirmek istiyorsak tüm ama tüm halklar özgür ve güvende olmalı, bunu da onlara hissettirmeliyiz.

Bu konu hakkında konuşma, anlatma ve soru sormaya ihtiyaç var. Şimdi asıl konumuz olan çocuklar ve onların yaşadığı hak ihlallerine geçelim. Mülteci çocuklar beslenme, barınma, eğitim görme gibi temel ihtiyaçlara ulaşabiliyor mu? Ne gibi hak ihlalleriyle karşılaşıyorlar?

Mültecilerin yaşadığı zorluklar elbette en çok dezavantajlı grupları etkiliyor ve başlıca etkilenen gruplardan biri de senin de söylediğin gibi çocuklar. Göç yoluyla gelmiş ya da burada doğmuş çocuklar temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda bile çok zorlanıyorlar, zaten birçoğu da karşılayamıyor. Yasalarda ya da Türkiye’nin imzacısı olduğu Çocuk Hakları Sözleşmesinde ayrım yapılmaksızın dünyadaki tüm çocukların üstün yararından bahsediyoruz ancak sahaya indiğimizde hak ihlalleri noktasında en ağır etkilenen grubun mülteci çocuklar olduğunu görüyoruz. Mülteci çocukların Türkiye’de gelişimleri yaşlarına uygun bir şekilde ilerlemiyor. Ne eğitime ne beslenmeye ne de güvenli barınmaya erişemezken zaten gelişimlerinin sağlıklı olması beklenemez. 

Örneğin, okul dışı kalma oranına baktığımızda Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği raporlarına göre Türkiye’de 2024 yılında okul çağındaki yaklaşık 300 bin geçici ve uluslararası koruma altında yaşayan çocuğun okula erişemediğini görüyoruz. Türkiye’de geçici ve uluslararası koruma kapsamında yaklaşık 1 milyon 300 bin çocuk olduğu düşünülüyor, okul dışı kalma oranı çok ciddi seviyelerde. 2020’lere kadar bu oranın çok azaldığını görüyoruz ancak pandemi sonrası ibre tam tersine döndü. Özellikle mali zorluklar ve ırkçılık temelli akran zorbalığı üzerinden mülteci çocuklar okula gidemiyor. Verilen bu sayıların ne kadar doğru olduğu da tartışılır, daha kötü bir tablo da olabilir karşımızda. Örneğin bu rakama sadece örgün eğitimi dahil edersek nasıl bir sayı karşımıza çıkacaktır bilmiyorum. Tabii okullaşma noktasında katı kayıt politikalarından da bahsetmek çok önemli. Mülteci çocukların herhangi bir kimlik kaydı ya da bulunduğu şehre kaydı olmadığı zaman orada eğitime dahil olması mümkün değil. Bu noktada en temel haklarından biri olan eğitim haklarından mahrum bırakılıyorlar. Daha barınma sorununu çözemeyen mülteci çocuklar eğitimlerine de erişemeyecekleri duruma getiriliyorlar. Elbette, okuldaki kapasiteleri bahane ederek okula kayıt almamak, hukuksuz bir şekilde okula kayıt için ücret talep etmek ve en önemlisi çocuk yaşta evliliğe zorlamak gibi konular, mülteci çocuklar için okullaşma noktasında büyük engeller oluşturuyor.

Mülteci çocuklar eğitim konusunda birçok hak ihlaline uğrarken aynı zamanda gelişimlerine uygun olmayan şekilde olumsuz şartlarda yaşamaya zorlanmakta ve olumsuz barınma koşulları içinde cinsel ihmal ve istismar dahil, birçok tehlikeye karşı açık bir durumdadır. Ekonomik koşullar sebebiyle kalabalık bir hanede, büyük bölümünü evde geçirdikleri zamanlarda tehditlere maruz kalma riskleri de artmaktadır. 

Çocukların hak ihlalleri elbette bunlarla sınırlı değil. Kayıt problemleri üzerinden sağlık hizmetlerine erişememeleri, ekonomik sebeplerle gelişimine uygun beslenememeleri ya da kültür ve gelenekler, ekonomik sebepler bahane edilerek en büyük insan ve çocuk hakları ihlallerinden biri olan çocuk yaşta evliliklere maruz kalmaları gibi birçok örnek sayabiliriz. Bunlar üzerine saatlerce birçok şey söylenebilir ancak bu gerçeklerin üstünü örterek değil, bu gerçekleri kabul ederek bunların üstüne giderek, devlet politikalarıyla, kamu ve yerel kuruluşların iş birliğiyle bu hak ihlallerine karşı bir önlem alabiliriz, engelleyici politikalar geliştirebiliriz. Belki de bu sayede bunun gibi hak ihlalleriyle mücadele etmek için sivil topluma ihtiyaç kalmayan günler görürüz. 

Bu yıl Adana Seyhan’da annesi ve kız kardeşiyle bir tekstil atölyesinde çalışırken hayatını kaybeden Suriyeli Ahmet’in cinayetine tanıklık ettik. Çok fazla sayıda mülteci çocuğun çalıştığını biliyoruz. Çalışan mülteci çocuklar hakkında neler söylemek istersin?

Çok fazla sayıda mülteci çocuk, senin de bir örneğini verdiğin gibi, çalıştığı iş yerlerinde hayatlarını kaybediyor. Söylemek bile çok zor olsa da iş cinayetlerine kurban gidiyorlar. Göç alan tüm gelişmiş ve gelişmekte olan devletler ucuz iş gücü için mültecilere ihtiyaç duymakta, bu bilinen bir gerçektir. Biraz önce de söylediğim gibi mültecileri cazip olmayan işlerde çalıştırmak kapitalistler için büyük bir fırsat. Hatta bazı merkez Avrupa ülkeleri ucuz iş gücü için mültecileri birbirlerinden çalma yarışına bile girmiş durumda. Ucuz iş gücüne erişmek adına üçüncü dünya ülkeleri ile anlaşma yapma yarışına girmekteler. 

Neoliberal küreselleşme ile beraber kayıt dışı istihdamın arttığını Birleşmiş Milletler raporlarında açıkça görüyoruz. Gelişmekte olan ülkelerde aktif nüfusun en az beşte ikisi kayıtsız çalışmakta ve bu sayı hâlâ artmaktadır. Çok net söyleyebiliriz ki, bu sayılar bize mültecilerin dünyanın en hızlı büyüyen toplumsal sınıfı olduklarını da gösteriyor. Bir sosyal bilimcinin dediği gibi de son yıllarda kayıt dışı istihdam canlı bir insan sömürü müzesine dönmekte. 

Bu süreçte, kayıt dışı çocuk emeği de gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için önemli bir olgu haline gelmiştir. Özellikle uluslararası göçün yüksek olduğu, mültecilerin yoğun olduğu bölgelerde Çocuk Hakları Sözleşmesi kendiliğinden askıya alınır. Türkiye’de mültecilerin yoğun olarak yaşadığı İstanbul, Kilis, Adana, İzmir vb. şehirler bu durumun en çok yaşandığı yerler olarak karşımıza çıkar. Bu şehirlerde kayıt dışı çocuk emeğinin durumu iyi gizlenir. Yetkililer tarafından ya görmezden gelinir ya da en hafif cezalar verilir. Türkiye’de on binlerce mülteci çocuğun tekstil atölyelerinde çalışmaya zorlandığı bir gerçek, ancak bu gerçeği görmemek adına başımızı oraya doğru çevirmemek de herkesin kanıksadığı bir hareket haline gelmiş durumda. Türkiye’de mülteci çocukların uğradığı hak ihlallerini de Türkiye ile geri kabul anlaşmasını yapan Avrupa Merkezli demokratik kuruluşlar da tam da bu sebeple görmemeye devam edecektir.

Ben bu noktada en ağır çocuk işçiliği türlerinden kısa da olsa bahsetmek istiyorum. Haberlerde en ayrıntılı içeriklerine kadar gördüğümüz çocuk istismarları devam ederken öte yandan çocuklar hayatlarına mal olabilecek işlerde kayıtsız şekilde çalışıyorlar. En ağır çocuk işçiliği türleri her zaman etrafımızda yaşanıyor, ancak görebilmek için kafamızı oraya çevirmemiz gerekir, bunlar hakkında bilinçlenmemiz gerekir. Bu noktada kamu kurumlarına, sivil topluma ve yerel kuruluşlara büyük görevler düşmektedir.

2024’te mülteci çocuklar ne yaşadılar, 2025’te onları neler bekliyor?

Bu sorunun ilk bölümüne önceki sorularda cevap vermeye çalıştım o yüzden kendimi tekrarlamak istemem ancak sadece Türkiye değil tüm dünya için 2025 yılında mülteci çocukları bekleyenler konusunda iyimser olmak çok zor. Lain Chambers’in de makalesinde söylediği gibi “hiçbir yerin insanları” yine kendilerine yer bulma konusunda adımlar atmaya çalışacaklar ve büyük olasılıkla tüm devletler yine onlara sırtını dönecek. Belki mülteci başvurularını resmiyette kabul edecek ancak kendilerine haklarını verme konusunda çok seçici davranacaklardır. 

Dünyanın pek çok ülkesi ekonomik krizlerle boğuşurken, sanki sistemin yarattığı sorunlar yine mülteciler tarafından gerçekleştirilmiş gibi davranılacaktır. Özellikle sağ partiler, bu sebeple de yabancı düşmanı partilere karşı destekler artmaya devam edecektir. Bu noktada mülteci çocuklar da bundan ciddi bir şekilde etkilenecek ve hak ihlallerine maruz kalmaya devam edeceklerdir. Bu konuda çok karamsar gözükebilirim ancak dünya üzerinde göç olgusunun daha da şiddetleneceğini net bir şekilde bildiğimiz için bu tartışmaların daha da alevlenebileceğini de net bir şekilde söyleyebiliriz. Birçok araştırmacının söylediği gibi göç çağı daha kendini göstermedi ve o zamanlar geldiğinde artacak mülteci karşıtlığı ne yazık ki Türkiye’deki mülteci çocukları daha fazla olumsuz etkileyecektir. Toplumun en küçük biriminden en büyük birimine kadar çocuklara da aktarılan bir olgu olan ırkçılık, mülteci çocuklara bazen okulda bazen de en demokratik kamusal bir alanda zarar vermeye devam edecektir.

Son olarak bu kadar hak ihlaline karşı neler yapılıyor, neler yapılmalı?

Genel çerçeveye baktığımızda, tüm olumsuzluklara sebep olan küresel sistemin farkına varmalıyız, bu küresel sisteme karşı neler yapılabilir sorusunun cevabını da insanlık her gün tartışıyor ve tartışmaya da devam edecektir. Ancak Türkiye’yi düşünürsek ve biraz daha özele inmemiz gerekirse, savunuculuk çalışmalarına büyük görevler düşüyor. Halk, sivil toplum ve kurumlar mültecileri bu tartışmada çok yalnız bıraktı, kendi çekinceleri olması sebebiyle tüm insan ve çocuk hakları ihlallerine rağmen o tarafı görmek istemedi.

Örneğin Türkiye’de eğitim derneklerinden kaç tanesi mülteci çocukların okula erişememesi ile ilgili bir basın açıklaması yaptı? Belki bir elin parmaklarını geçmez. İnsan haklarına ve çocuk haklarına uygun şekilde adım attığını söyleyen derneklerin İçişleri Bakanlığı’na bağlı İl Göç İdareleri’nde sözleşmeye uygun bir şekilde karar vermedikleri ile ilgili bir basın açıklaması yaptığını göremiyoruz. Sahada bu konular ile ilgili ve her zaman ilgili olmayan çalışan dernekler, dayanışma ağları ve inisiyatifler var ancak ne yazık ki bu gruplar Türkiye geneline yansımıyor, yankı odalarının içinden çıkamıyoruz. 

Bu hak ihlallerini belki sonlandıramayız ama en azından bu sayıları daha aşağıya indirmek için birçok fikir var. Bu süreç, okullarda akran zorbalığını azaltmak adına sosyal uyum politikaları ve eğitmenleri bilinçlendirmeye yönelik farkındalık çalışmaları ile başlar, ardından istihdam politikalarının kapsayıcı olmasıyla devam eder. Ancak devlet kurumlarına bu konularda adımlar atması için baskı yapmamız, onlara karşı bir savunuculuk geliştirmemiz gerekmektedir. Ayrıca, yeterli bir altyapı olmadığı sürece hak ihlallerinin sayısını farkındalık ve eğitimlerle de azaltamazsın, burada 2013 yılında çizilen göç politikasının tüm paydaşlarla yeniden ve yeniden üstünden geçilmesinden bahsediyorum, geçici kararlar ile değil, mülteci çocuklar dahil tüm paydaşların dahil olduğu çizeceğimiz genel politikalar ile hak ihlalleri sayısını azaltabiliriz. Elbette bunun yolu da sadece mülteci çocuklar ile değil tüm dezavantajlı grupları dahil ederek, hâlâ birçok zorluk ile karşılaşan Türkiyeli çocukları da kapsayacak bir şekilde uzun süreli programlar oluşturarak başlayacaktır.

Scroll to Top