* Yazı, TÖP İzmir Kültür Sanat Meclisi tarafından kolektif şekilde kaleme alınmıştır.
Zamanımız ve Biz Söyleşileri’nin 3. yılında Sosyolog ve barış imzacısı Esra Dabağcı ile Bellek ve Karşı Bellek üzerine konuştuk. Anı, hatırlama, unutma, hegemonya/karşı hegemonya ve anıtlar zemininde, hatırlama biçimlerimiz üzerine sohbet ettik. Bu sunumdan ve takip eden sohbetten doğan fikirler yalnızca orada olanlarda kalmasın istedik. Belleğin sınıf savaşımındaki ve haklar mücadelesindeki durumunu, içinden konuştuğumuz sınıfın imkânlarına dair çıkarımlarımızla birlikte yazılı hâle getirdik.
1970’lerde yok denecek kadar az ele alınan bellek çalışmaları, özellikle 2000’lerden beri adeta bir patlama yaşamış durumda. Özellikle sosyal bilimler ve sanat dallarında bellek çalışmaları ile temas eden çalışmalar görüyoruz. Çeşitli disiplinlerle ilişkili olarak bellek sözcüğüne sıkça rastlıyoruz. Bu durum, bilim felsefesinin temel ilkelerinden birini de hatırlatıyor: Bir kavram ne kadar çok şeyi açıklamaya çalışırsa söz konusu kavramın açıklama gücü de o kadar azalabilir. Çok kısa bir zaman diliminde çok fazla çalışmaya eşlik eden bellek kavramı için de benzer tehlike çanlarının çaldığını söyleyebiliriz. Bu yüzden, kavrama yeniden bakmak, kavram üzerine düşünmek ve tartışmak gerekli gözüküyor.
Nasıl Hatırlamalı?
Bellek ve hafıza sözcüklerinin sıklıkla birbirleri yerine kullanıldığını görürüz. Hafıza, Arapça hfz kökünden türemiştir ve aslında “muhafız”, “muhafaza etmek” gibi sözcüklerle aynı kökü paylaşır. Saklama, (olduğu gibi) koruma edimleriyle bağlantılı bir sezgi yaratsa da bu, bellek kavramının bugün kullandığımız anlamını karşılamaz. Çünkü bellek deyince yaşadığımız anılardan bazılarını alıp hiç değişmeden bugüne taşıyan bir yapıdan söz etmiyoruz. Tam aksine, bellek geçmişin sürekli değiştiği, dönüştüğü bir alan. Yani hatırladığımız şeyler sabit değil, zamanla değişiyor. Freud’un bu konuyla ilgili yaklaşımı şöyledir: “Freud’a göre deneyimler, izlenimler ve anılar; yeni bir tecrübeyi veya yeni bir gelişim evresini anlamlandırmak için sonraki bir zamanda yeniden düzenlenebilir.”[1] Yani belleğin taşıdığı zamansallık, hem bireysel hem de kolektif geçmişin nasıl yeniden inşa edildiğini anlamamız açısından büyük önem taşıyor. Hatırlamaya çalıştığımız anıları geçmişten çağırarak bugünün süzgecinden geçiriyoruz. Bugünün süzgeci de toplumun bir parçası olan insanın zihnindeki süzgeçtir. Bireyin düşünsel nüanslarını içerse de bellek, asıl olarak toplumsaldır, toplum tarafından belirlenir. Böylece belleğin ve hatırlamanın bir diğer önemli özelliğine, toplumsal olmasına ulaşıyoruz. İnsan zihni, bir anıyı oluşturabilmek için birtakım referanslara ihtiyaç duyar. Bu referanslar da toplumsal bağlamdan bağımsız düşünülemez. Yani en kişisel anılarımızın bile kökleri, bir şekilde topluma uzanır.
Tabii mesele sadece anıları hatırlamak değil, onları nasıl hatırladığımız da bir o kadar önemli. Belleğin yapı taşı anılarsa anıların da yapı taşı duygular, arzular, istekler ve deneyimlerdir. Bir anıyı hatırlarken anının içeriğinin yanı sıra biçimiyle birlikte hatırlarız. Yani anıyı nasıl hatırladığımızla kimlerin/nelerin bize ne şekilde neler hatırlattığı birbiriyle ilişkilidir. Biçim, içerikten bağımsız değil; hatta bazı zamanlarda içeriğe dahi dönüşür. Bu yüzden, tarihsel olayları hatırlarken de biçim, kritik bir hâle geliyor. Mesela savaşları, katliamları ya da Holokost’u nasıl hatırlıyoruz? Bunları hangi biçimle anımsıyoruz? Hatırladığımız bu olaylara ne gibi anlamlar yüklüyoruz? İşte tam burada, bellek çalışmalarının politik mücadele açısından da ne kadar önemli olduğunu görüyoruz: Hatırlamak tarafsız değildir. Bellek sürekli olarak biçimleniyor, şekilleniyor ve politik olarak güçlü bir araç hâline gelebiliyor.
Gramsci: Hatırlama, Unutma ve Karşı-Bellek
Hatırlamayı ve unutmayı, bir madalyonun iki yüzüne benzetebiliriz. Ne kadar hatırlarsak o kadar unutur, ne kadar unutursak o kadar hatırlarız. Hatırlamak rastgele gerçekleşen bir eylem değil, doğası gereği seçici bir süreçtir ve bir tür hiyerarşi kurar. Geçmişe döndüğümüzde yaşadığımız bir anın tüm detaylarını hatırlamamız mümkün olmaz. Hatırlamayı fotoğraf çekmeye benzetirsek fotoğraf çekerken bir kadraj seçeriz ve o anı sadece o kadrajın bize sunduğu kadar hatırlarız. Kimi zaman o kareye sığmayan detaylar gözden kaybolur ya da zamanla silinir. Ama asıl kritik soru şudur: Neleri hatırlıyoruz, neleri unutuyoruz? Ve bu hatırlama-unutma sürecinde kim nasıl etki ediyor? Fotoğraf örneğinden düşünürsek kadrajımızı nasıl belirliyoruz?
Bellek hiçbir zaman sadece geçmişle ilgili değildir, her zaman şimdiki zamana aittir ve bu da onun nasıl işleyeceğini belirler. Hegemonik güçler, belleği manipüle ederek belirli olayları öne çıkarmaya, bazılarını da unutturmaya çalışır. Böylece kolektif hafıza, mevcut politik anlatıyı destekleyecek şekilde yeniden düzenlenir. Özellikle savaşlar, bu sürecin en açık şekilde görüldüğü alanlardan biridir. Yakın dönemdeki savaşların çoğu salt askeri çatışmalar değil, aynı zamanda bellek savaşlarıdır. Körfez Savaşları, Kosova ve Afganistan savaşları gibi örneklerde, savaşları meşrulaştırmak için tarihsel analojiler kullanılmış, liderler Hitler gibi tarihsel kötülük figürleriyle karşılaştırılmıştır[2]. Bu tür benzetmeler, savaşın bir “ahlaki zorunluluk” olarak sunulmasına neden olmuştur. Örneğin İsrail’in Lübnan’ı işgali, Nazi karşıtı direnişin bir devamı olarak çerçevelenmiş, İsrail’in eylemleri Holokost’un bir rövanşı gibi göstermeye çalışılmıştır.
Bu tür tarihsel anlatılar, günümüzde de etkisini sürdürüyor. Siyonist İsrail devleti, Filistin toprakları üzerindeki işgalini meşrulaştırmak için tarihi kendi lehine yeniden yazıyor. İsrail’in Filistin halkına uyguladığı baskı, sıklıkla Yahudi tarihinin travmatik anılarıyla ilişkilendirilerek, işgal ve sömürgeleştirme süreci bir “savunma” ve “meşru hak” olarak sunuluyor. Bu şekilde kurulan hegemonya, belleği manipüle ederek politik meşruiyet üretmenin ve savaşları haklılaştırmanın peşinde.
Sıradan’ın Değiştirilmesi
Bellek, kültürün ve ideolojinin önemli bir parçası olarak işlev görmeye devam ediyor. Bu sebeple belleği, hatırlama eylemini, ideolojik mücadelenin içerisinde konumlandırıyoruz. İdeolojik mücadelemizin önemli bir stratejik çarpışması olan hegemonya karşıhegemonya kavramlarını da Gramsci’nin öncülük ettiği düşünsel bağlamda ele alıyoruz.
Gramsci, bir Marksist-Leninist olarak, toplumdaki ana sınıfların uzlaşmaz karşıtlığının yanında bu sınıflara mensup insanların güdülendikleri üstyapı kurumlarına ve bu yapıların karmaşıklığına da eğilmişti. Hegemonyayı, daha çok üst yapıdaki bir durum olarak ele alıyor ve egemenlerin kendi çıkarına olan düşüncelerini, tüm toplumun çıkarınaymış gibi gösterebilme becerisi, gücü olarak tanımlıyordu. Bu tespitten hareketle de organik aydınların öncülüğünde karşı hegemonik bir idrak-eleştiri-eylem bütünlüğü öneriyordu. Karşı hegemonik edimlerin, bu yönlü bir bilinç dönüşümü yaratabileceğini, toplumun devrimcileşmesi için uygun zeminleri oluşturacağını ifade ediyordu. Gramsci bu mücadelenin verileceği alanı sivil toplum (devlet ve devrimci parti dışı bir aradalıklar gibi okumak daha iyi olur) olarak tanımlıyordu. Ve daha da odaklanarak, gündelik hayatın değiştirilmesine yani sıradanın değiştirilmesine vurgu yapıyor Gramsci. Toplumun ortak duyusunun (common sense) değiştirilmesi mücadelesini, sınıflar arası bir hegemonya kavgası olarak konumlandırıyor. İşte bellek dediğimiz şey de egemenlerin kurduğu hegemonyanın bir parçası olarak dünü, bugünün sömürü ihtiyaçlarından hareketle tekrar kurmaktır. Karşı hegemonik faaliyet de bunun karşısına bir bellek inşa etmek durumundadır, karşı belleği de bu ihtiyaca denk gelecek şekilde tanımlayabiliriz.
Kolektif Bir Olgu Olarak: Popüler Bellek Grubu
İngiltere’deki Kültürel Çalışmalar Okulu içerisinden 1982’de doğan Popüler Bellek Grubu, tıpkı okulun geri kalanının yaptığı gibi, Gramsci’den ve onun hegemonya kavrayışının vaat ettiklerinden esinlenen bir bellek kuramını ve bellek mücadelesinin olanaklarını tartışan bir topluluk[3]. Belleği nötr bir alan değil, tam aksine, mücadeleyle şekillenen bir alan olarak kavrıyor. Toplumsal belleğe hiçbir zaman iktidar ilişkilerinden bağımsız bakamayacağımızı, belleğin iktidar ilişkileri içerisinde şekillendiğini söylüyor. Çünkü bellek, sadece geçmişin pasif bir yansıması değil, aynı zamanda gündelik yaşamın kendisi tarafından çeşitli mekânlarda, çeşitli insanlar tarafından sürekli üretilen ve yeniden şekillendirilen kolektif bir olgudur[4]. Ne hatırladığımız, nasıl hatırladığımız ve hatta neleri unuttuğumuz, yaşadığımız toplumun içindeki güç ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle “resmî tarih“ dediğimiz şey de çoğu zaman egemenin, daha spesifik olarak da iktidarı elinde bulunduran sınıfların elinde yeniden oluşur. Yani bugün açısından düşünürsek, tarih, kapitalist, erkek egemen, milliyetçi ve mezhepçi yapıların bakış açısını yansıtan insan merkezli bir anlatı olarak örgütlenmektedir.
Bunun bir tezahürü olan resmî tarih de belirli grupların deneyimlerini yücelten, diğerlerini ise görünmez kılan bir anlatı üzerine kurulu. Fakat tarih yalnızca devletlerin, savaşların, “önemli adamlar”ın hikâyesi değil; işçileri, kadınları, farklı kimlikleri, çocukları, doğayı kısaca “öteki’’yi de içine alan bir süreç. Tam da bu yüzden, tarihsel olayları anlamak için bu egemen/hegemonik anlatının dışına çıkmak, karşı hegemonya içinde ele alabileceğimiz karşı bellek ve karşı tarih kavramlarının zeminine bakmak gerekiyor.
1 Mayıs bu anlamda incelemeye değer bir karşı bellek alanı (ya da “karşı hatırlama”) çabasıdır. 1 Mayıs, devrimciler ve işçiler başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerince sahiplenilen bir hatırlama günü. 1 Mayıs’ın başlangıcını 1886’daki büyük direniş ve bunu kırmak için yapılan katliamların yarattığı öfke ve 8 saatlik iş günü mücadelesi oluştururken tarihinde Haymarket katliamı, Türkiye özelinde 1 Mayıs 1977 saldırısı, son yıllardaki Taksim’de 1 Mayıs kutlama çabaları söz konusu olsa da zamanla bayramlaştırılarak sistemin içine entegre edilmiştir. Direnişin belleği, kutlama coşkusu ve bir piknik havasına indirgenmiştir. Farklı öznelerin 1 Mayıs’a nasıl yaklaştığı, nasıl hatırladıkları, günümüzdeki mücadeleyi, anlatıyı ve belleği de şekillendiriyor. Bu da anıtların, ritüellerin ve tarih yazımının nasıl da dönüşebileceğini bize gösteriyor.
Foucault’nun Katkısı: Karşı Bellekler
Michel Foucault, 1971’de karşı bellek kavramını ortaya attığında, hatırlamanın da unutmanın da tamamen politik bir süreç olduğuna dikkat çekmişti[5]. Foucault’ya göre iktidar, sadece baskı kurarak değil, aynı zamanda bilgi üreterek var olur. Bu süreçte bir “hakikat rejimi” oluşturur ve toplumun neyi hatırlayıp neyi unutacağını belirler. Resmî tarih anlatıları, hangi olayların ön planda tutulacağını, hangilerinin ise görmezden gelineceğini dayatır. Karşı bellek, bu hakikat rejimine bir müdahale biçimidir. İktidarın bize dayattığı hafıza rejimine karşı çıkar ve bastırılan, unutulan veya görmezden gelinen anlatıları gün yüzüne çıkarır, iktidarın kurduğu yapıları yapıbozuma uğratarak, görünmeyeni görünür kılar. Karşı belleğin asıl gücüyse iktidarı deşifre etme yeteneğinde yatar. Özellikle sömürgeci anlatılarda bunu bütün açıklığıyla görürüz. Avrupalı sömürgeciler, kendilerini “keşfedilen” ülkeleri ve kıtaları “medenileştiren” insanlar olarak görmüş ve resmî tarih de çoğu zaman bu egemen bakış açısıyla yazılmıştır. Sömürgeleştirdikleri insanlara belli bir hakikat rejimi inşa ederek yönelttikleri şiddeti de meşrulaştırmaya kalkmışlardır. Özgür Sevgi Göral Yaramız Derindir[6] kitabında Ann Laura Stoler’dan alıntıladığı “sömürgeci afazi” kavramını kullanarak sömürgecilerin bilmeme, unutma ve farkında olmamaktan ziyade bilinçli bir ret ve inkârına, bunun sonucunda ortaya çıkan kavramsal, düşünsel ve politik yoksunluğa da işaret ediyor. Ancak meseleye “ötekinin” gözünden baktığımızda, yani sömürgeleştirilen halkların perspektifini incelediğimizde, tarih tamamen farklı bir anlam kazanıyor ve karşı bellek mücadelesiyle egemenlerin inşa ettiği hakikat rejimleri sarsılabilir. Yani karşı bellek egemenlerin değil, ezilenlerin hakikatini berraklaştırıyor. Bunun yanında karşı bellek mücadelesinde radikal hareketlerin, politik olmayan geçmişle yüzleşme retoriğini gerçek ve devrimci bir politik program bağlamında yeniden dile getirerek sokak eylemliliklerinin içine yerleştirerek ele alması, günümüze kadar gelen bellek sahasını mümkün kılmıştır[7].
Karşı bellek, sadece geçmişin yeniden inşası değil; aynı zamanda bugünün ve geleceğin nasıl şekilleneceğine dair bir mücadeledir. Foucault’a göre karşı bellekler çoğullaştıkça iktidarın oluşturduğu hakikat rejimi de sarsılacaktır. Karşı bellek oluşturma pratikleri, bu dönüşüme müdahale eden güçlerdir. Karşı hegemonya kurma sürecinin parçaları olan bu bellekler, hegemonik anlatıları sorgulayan ve alternatif hatırlama biçimleri öneren araçlardır.
Elbette bu karşı belleklerin birbiriyle iletişim hâlinde olması da önemli. Tam burada Gramsci’nin organik aydın kavramına ihtiyacımız var. Organik aydınların karşı bellek alanlarının, karşı hatırlama çabalarının bir araya gelmesi, karşı belleğin, karşı hegemonik zemininin çoğulculukla beslenmesini ve güçlenmesini sağlayacak, buradan hareketle mücadele alanı ortaklığı ve birbirinden öğrenme gelişebilecektir. Foucault’un her bir karşı belleğin özgünlüğünün korunması vurgusunu, kurduğumuz karşı hegemonik bağlamda tekrar çağırmalıyız. Çünkü karşı belleklerin de kör noktaları olabilir. Örneğin, ABD’de üçüncü dalga feminizmin düşünsel kaynaklarından biri beyaz kadınların deneyimlerinin çoğu zaman merkeze alınmasının ve beyaz olmayan kadınların yaşadığı özgül baskıların göz ardı edilmesinin eleştirisidir. Karşı bellekler, bu tür iç iktidar ilişkilerini de sorgulamalı ve çoğul seslere alan açmalıdır. Tabii burada çoğulculuğun kendinden menkul bir araç olarak ele alınması tehlikesine karşı devrimci ufku ve Gramsciyen karşı hegemonya çizgisini cepte tutmanın öneminin de altını çiziyoruz.
Bellek Mekânları/Karşı Anıt Örnekleri
Karşı bellek kavramı da pratiklerin ve onlar üzerinden yapılan tartışmaların kapladığı alan epey genişledi. Dolayısıyla kavramı ve alanı bir sunumda ya da bir yazıda etraflıca ele almak mümkün değil. Yazının başında belirttiğimiz gibi bir odak belirlemeye ihtiyacımız var. Esra Dabağcı’nın da sunumunda odaklandığı yer karşı anıtlar oldu.
Anıtlar, toplumsal belleğin fiziksel ve çevrim içi mekânlarda vücut bulduğu yapıtlardır ve onlar da tıpkı bellek gibi tarafsız olamazlar. Resmî anıtlar çoğunlukla egemen anlatıları yüceltir. Fakat buna alternatif olarak ortaya çıkan karşı anıtlar, anıta bakan gözlerin, bu anlatıları sorgulamalarını ve dönüştürmelerini amaçlar.

Tökezleme Taşları
Karşı anıt olarak en çok bilinen ilk çalışmalar Holokost’u anmak için yapılanlar olduğu söylenebilir. Bu anıtlar yalnızca trajediyi hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda izleyiciyi aktif bir tanığa dönüştürmeyi hedefler. Bunların içinde en çarpıcı olanlardan biri de tökezleme taşlarıdır (Stolperstein)[8]. Nazi rejiminin katlettiği kişilerin adlarının yazılı olduğu bu taşlar öldürüldükleri, Gestapo tarafından götürüldükleri yerlere, zeminde hafif çıkıntı şeklinde yerleştirilir. Bu karşı anıt örneği, klasik anıtların aksine devasa boyutlara sahip değildir. Hatta taşların bulunduğu yoldan yürünmüyorsa anıtı fark etmek pek mümkün olmadığı gibi tek başına bakıldığında oldukça küçük olması da her bir taşın bir kişiyi, Nazizm’in karşısındaki tek başına olmanın yarattığı çaresizliği temsil etmesinden gelir. Ancak oradan geçen kişinin taşa takılması, takıldığı taşa bakması ve taşın üzerinde yazan ismi görmesiyle öldürülen kişinin yaşadığı trajedi, mekâna işlenir. Geçmişin izlerini taşıyan yollar engebesiz ve pürüzsüz değildir. Böylece Holokost’un hatırlanması beklenir. Gündelik yaşamın herhangi bir anına sızan bu hatırlatma pratiği, beklenmedik bir anda karşımıza çıkması bakımından güçlü, sanatsal açıdan feyz verici ancak faile işaret etmediği ya da edemediği için yeterince dönüştürücü bir karşı bellek anlatısına dönüşemiyor.
İzmir/Alsancak Tren Garı’nın karşısındaki 10 Ekim Anıtı

Hayat Çemberi anıtının fotoğrafı[9]
Alsancak tren garının karşısında, 10 Ekim Ankara gar katliamında hayatını kaybedenlerin anısına bir anıt dikildi. “Hayat Çemberi” adı verilen bu çelik plaka anıtı, ilk bakışta siyasi hegemonyaya karşı bir anlatı kuruyormuş gibi görünse de bir karşı anıt olup olmadığı konusunda soru işaretleri uyandırıyor. Hayat Çemberi, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen “10 Ekim Anıtı ve Anma Yeri” yarışması sonucunda inşa edilen bir anıt. Ankara gar patlamasında öldürülen 103 kişiyi temsil eden 103 çelik plakadan oluşuyor. Ancak yine de yukarıdan aşağıya, belirli bir otoritenin kararıyla oluşturulmuş bir anıt olması, onu halkın kendi iradesiyle inşa ettiği karşı anıtlarla kıyaslandığında farklı bir yere koyuyor. Oysa, doğrudan toplulukların inisiyatifiyle şekillenen anıtlar, hem hafızayı canlı tutmada hem de gerçek bir karşı bellek oluşturmada çok daha güçlü bir rol oynuyor.
Gerze Termik Santrale Karşı Direniş Evi
Bununla ilgili en güzel örneklerden biri, topraklarını sermayenin termik santral saldırısından korumayı başaran Gerzelilerin kurduğu Direniş Evi. Bu ev, Sinop/Gerze’nin merkezinde, hemen sahil kenarındaki küçük, tahta kulübe. Bu mütevazı kulübede 2009 yılında Anadolu Grubu’nun Gerze’nin Yaykıl Köyü’nde yapmak istediği termik santrale karşı mücadele başlıyor. Mücadele başarılı oluyor ve halk şirketi defediyor. Bu kulübeyi de bir çeşit direniş müzesine dönüştürüyorlar. Bu müze kulübenin içinde mücadeleyle ilgili gazete kupürleri, yağlı boya çalışmaları, çocukların termik santrale ilişkin çizdiği resimler, termik santral mücadelesinde olup da yaşamını yitiren Cengiz Amca’nın fotoğrafı ve hatta o dönem kurulan barikatlara polisin attığı gaz fişeklerinin kovanları bile var. Kulübenin önünden geçenler ya da içeriye bakanlar, o günleri halkın birliğinin şirket-devlet düzeninine karşı bir başarısı olarak hatırlıyor.


Hatay Armutlu Mahallesi’nin Anıtları

Doğrudan mücadele içerisinden çıkan ve gücünün önemli bir kısmını mücadele edenler tarafından inşa edilmesinden alan anıtlara bir örnek de Hatay’dan verelim. Gezi isyanı boyunca özellikle Armutlu Mahallesi’nde güçlü bir direniş sergileyen Hatay halkından, polis şiddeti marifetiyle kaybettiğimiz gençlerde olmuştu. Bu kayıplar insanları korkutmak şöyle dursun, daha da bileylemişti. Gezi isyanının 3. gününde bir pazartesi günü, kafasına isabet eden gaz fişeği sonucu hayatını kaybeden Abdullah Cömert’in vurulduğu yer, mahalleli tarafından defne yaprakları, sardunyalar, fotoğraflar, dövizler ile çevrilip süslenmişti. Orası Abdullah Cömert’in hatırlandığı, anısının yad edildiği ve mücadele edenlerin neredeyse her gece buluşup birbirlerine söz verdiği bir yere dönüşmüştü. Ta ki ODTÜ ormanından geçecek yola karşı yapılan eylemlere, Hatay’dan destek vermek için sokağa çıkılan 10 Eylül’ü, 11 Eylül’e bağlayan geceye kadar.
Abdocan’ın vurulduğu sokağın üç sokak aşağısında, bu kez Ahmet Atakan vuruldu. Bir binadan düştüğü söylenen Ahmet için yoldaşları kalıcı bir anıt yapmaya girişti. O binanın üzerine, Hatay’ın binlerce yıllık kültürüne ait olan mozaik sanatından ilham alındı, mozaik sanatçısı Bilge Uğur’un öncülüğünde Ahmet’in yoldaşlarıyla beraber binanın üzerine dimdik ayakta bir Ahmet anıtı yapıldı.
Direnişle simgeleşmiş Armutlu Mahallesi’ndeki bu anıtlar, aynı zamanda devam eden direnişin de sembol buluşma mekânları oldular. “Pazartesi Anmaları” ismiyle yaklaşık 3 yıl süren anma-söz verme günlerinde, Abdullah Cömert’in anıtı olan yerden Ahmet Atakan’ın mozaiğine kadar yürüyüş yapılıyordu. Ahmet Atakan’ın mozaiğinin önünde de “Bizim Andımız” dedikleri metni hep beraber okuyorlardı:
“Bizler, Abdullah Cömert’in, Ahmet Atakan’ın, Ali İsmail Korkmaz’ın katilleri bulunana dek, sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna aldırmadan, bıkmadan, usanmadan, yılmadan hesap soracağımıza and içeriz. Ali, Ahmet, Abdullah ölümsüzdür!”
Aradan geçen 12 yılın ardından, tüm zaman aşımlarına direnerek, Güneyin Üç Fidanı için hukuk mücadelesi hâlâ sürüyor. Armutlu Mahallesi’nin ve anıtların yerinde şimdi dünya rekoru kıran bir hızla yükselen kimliksiz TOKİ’ler yükseliyor. Fakat Antakya halkı depremden sonra da kalan az hasarlı binaların üzerine Ali’nin, Ahmet’in, Abdullah’ın resimlerini çiziyor, sloganlarını yazıyorlar. Deprem yıkıntılarının arasında dahi karşı belleğin mücadelesi devam ediyor.

Devletin ve sermayenin bir anıtı olarak Sur

Diyarbakır Sur, belleğin nasıl silinmeye çalışıldığının en somut örneklerinden biri. 2015’te başlayan sokağa çıkma yasakları ve Tahir Elçi’nin öldürülmesiyle kesintisiz bir kuşatmaya dönüşen süreç, 9 Mart 2016’da sona erdi. Ancak geride yüzlerce kayıp tanınmaz hâle gelen sokaklar ve “yeniden inşa” adı altında geçmişin unutturulmaya çalışıldığı bir şehir kaldı. Devlet eliyle öldürülen yüzlerce insanın bedenleri bulunamamışken, adalet sağlanmamışken, yaralar açıkken, kayıpların yası daha tutulmamışken, bir çalışmanın konusu olabilmesi için ihtiyaç duyulan zaman daha geçmemişken hafızanın gerçekten inşa edilmesi mümkün mü?
Bu sorular, Diyarbakır’da Ahmet Güneştekin’in “Hafıza Odası” sergisi etrafında da tartışıldı. Sergi, Kürt halkının maruz kaldığı faili meçhullerden, anadili yasaklarından yola çıkan bir anlatı kurduğunu iddia ediyordu. Ancak kullanılan rengârenk tabutlar, yaşananları temsil etmekten çok, estetik bir nesneye dönüştürdüğü için eleştirildi. Serginin önünde, renkli tabutlarla fotoğraf çektiren ve bunları paylaşan birçok insan vardı. Ancak bu “karşı anıt” olarak sunulan sergi, Kürt halkına yönelik hak gasplarını, devlet şiddetini ve failleri işaret etmiyor; yalnızca kayıplara referans vererek onları romantize ediyordu. Bu yüzden sergi açılışında bir grup genç, “Amed Uyuma, Hafızana Sahip Çık” sloganlarıyla tabutları surlardan aşağıya attı.
Her karşı anıt, yaşananları hatırlatma amacı taşır. Ancak Hafıza Odası, hafızayı diri tutmak yerine, yaşananları soyut ve dekoratif bir anlatıya indirgeyerek yaşanan vahşetin keskinliğini yumuşatıyordu. Oysa bellek yalnızca temsil edilen değil, aynı zamanda yaşanan, hissedilen ve inşa edilen bir süreçtir. Zaten Sur’un kendisi bir hafıza mekânıdır. Yıkılan evleri, boşaltılan sokakları, duvarlardaki izleriyle hâlâ orada duruyor. Bellek, mekândan bağımsız düşünülemez. Sur’da hâlâ kayıpların yasını bile tutamayan insanlar varken, devletin sorumluluklarını üstlenmediği bir tarihsel sürecin üzeri örtülmeye çalışılırken, hafıza mekânı kendiliğinden oluşmaya devam ediyor. Henüz yas süreci tamamlanmamış, adalet sağlanmamış, geçmişle yüzleşme gerçekleşmemiş bir hafıza nasıl temsil edilmelidir? Bu sorunun cevabı şüphesiz ki bu yazıya sığmayacak kadar geniş bir tartışma alanı açıyor. Eğer bir karşı anıt, faili işaret etmiyor, mücadeleyi görünmez kılıyor ve hafızayı pasif bir hatırlama pratiğine dönüştürüyorsa, hafızayı güçlendirmekten çok onu etkisizleştirir. Karşı anıt, yalnızca kaybı değil, kaybın politik bağlamını, faillerini ve mücadeleyi de hatırlatmalıdır. Aksi takdirde, sanatın dönüştürücü gücünü kullanarak hafızayı inşa etmek yerine, onu estetize eden ve bağlamından koparan bir araca dönüşür.
Hatırlamak, yalnızca geçmişe dönük bir eylem değil, bugünü ve geleceği dönüştürmenin bir yoludur. Hafızanın gerçek mekânları sergi salonlarında değil; yıkılmış evlerin, molozların, silinmeye çalışılan sokak isimlerinin ve susturulan seslerin arasında durmaya devam ediyor.
Toplumsal trajedilerde, kolektif hafızayı onarmayan karşı bellek çalışmaları alternatif bir hatırlama biçimi değildir. Geçmişin perdesini resmî tarih anlatısıyla aralamak olmasa da mekânları bir fotoğraf fonuna dönüştürmek, mekânın gerçek sahipleri tarafından toplumsal bir refleks ortaya çıkarabilir.
Buradan hareketle şu soru zihnimizde belirdi: Gençlerin sergilenen tabutları Sur’dan aşağıya atmasının kendisi, bir karşı anıt ya da belki bir karşı hatırlama olarak konumlandırılabilir mi?
6 Şubat Depremleri Hatırlama ve Unutma
6 Şubat depremleri de bize bellek hatırlama ve unutma gibi kavramlar hakkında birtakım ipuçları veriyor. Deprem üzerine konuşurken katılımcı arkadaşlarımızdan biri Antakya’dan örnek veriyor:
“Hatay’daki Evvel Temmuz Kültür Sanat Festivali kapsamında kadınlarla bir araya geldiğimiz etkinlikte, depremin ve yıkılan binaların, eserlerin bize neleri unutturduğunu bir kez daha fark ettik. Etkinlik sırasında Arapça bir şarkı söyleyen kadın, aniden duraksayarak ‘Bu şarkıyı her zaman evimin avlusu ile özdeşleştirirdim ve öyle hatırlardım. Ama şimdi ne evim var ne de avlum, bu yüzden şarkının devamını hatırlayamıyorum.’ demişti.”
Bir başka katılımcının aktardığı benzer bir örnek, Connerton’un belleğin bireysel değil, kültürel bir yetenek olduğunu vurgulayan yaklaşımını akla getiriyor.[10] Yazıya ve kaydetmeye dayalı olmayan, kuşaktan kuşağa pratikler yoluyla aktarılan hafıza biçimleri, depremle birlikte büyük bir kesintiye uğradı:
“Malatya’da, neredeyse her mahallede bulunan odun fırınları, yalnızca ekmek yapılan yerler değil, aynı zamanda gündelik hayatın önemli bir parçasıydı. Mahalleli, bu fırınlarda ekmek almanın yanı sıra akşam yemeklerini pişirtir, kışlık hazırlıklarını yapar, sıraya girerken yemek takası yapar ve komşularıyla günlük sohbet ederdi. Tandır fırınlarında mahalle kadınları bir araya gelir, imece usulüyle ekmek yapımını paylaşırdı. Ancak depremde ilk yıkılan binalar bu fırınlar oldu. Fırınların kaybıyla birlikte yalnızca bir mekân değil, aynı zamanda bir alışkanlık, bir toplumsal hafıza alanı da ortadan kalktı. Halk artık ekmeğini marketlerden alıyor, yemeklerini fırınlara götüremiyor.”
Bu örnekler, belleğin nasıl yalnızca zihinsel bir süreç olmadığını, mekânla, nesnelerle ve gündelik pratiklerle iç içe geçtiğini düşündürüyor. Deprem, hem bireysel hem de kolektif hafızada büyük bir kopuşa yol açtı. Kentlerin yıkılmasıyla birlikte insanlar sadece evlerini, mahallelerini değil, belleğin taşıyıcıları olan alışkanlıklarını, ritüellerini, topluluklarını da kaybetti. Hatırlamak, yalnızca geçmişi hatırlamak değil; aynı zamanda mekânı, ilişkileri ve gündelik hayatı yeniden kurmak anlamına da geliyor. Ancak mekân yıkıldığında ve gündelik pratikler sekteye uğradığında, bellek de kaçınılmaz olarak eksiliyor. Bellek, içinde şekillendiği mekânlarla birlikte var olur; mekân ortadan kalktığında, bellek de eksilir, dönüşür, unutulmaya yüz tutar.
Kurbanlaştırmanın Karşısında Direniş Hikayeleri
Karşı bellek zeminindeki dikkat noktalarımızdan en önemlisi mağduriyet-muhataplık zeminiyle ilgili olmalıdır. Karşı anıtlar tanık ve mağdur kültürünü yeniden üretmemeli. Karşı anıtlar, mağduriyeti kutsamaktan ziyade direnişi, dayanışmayı ve kolektif hafızayı yüceltmeli.
Örneğin coğrafyamızdaki büyük trajedilerden biri olan Ermeni soykırımı ile ilgili hayatını kaybedenlerin, yaşadıkları yerlerden sürülenlerin hikâyesi anlatılıyor. Evet, bu hikâyeler de olacak elbette ama ötesine de ihtiyacımız var. Yani faile vurgu yapmak ve mağduriyet zemininden ötesini göstermek önemli. Çünkü karşı bellek, biraz da büyük yıkımlara karşı direnenlerin hikâyelerini taşımaktır. Musa Dağ’da Kırk Gün kitabı bu anlamda iyi bir örnek, Ermenilerin katliama karşı Hatay-Samandağ’daki direnişini anlatıyor[11].
Hatırlama Biçimlerini Sorgulamak
Karşı bellek yalnızca geçmişi hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda demokratikleşme ve karşı hegemonya yaratma potansiyeline de sahiptir. Toplumların unutturulmak istenen hikâyelerini yeniden gündeme getirerek, tarih yazımına ezilenlerin, sömürülenlerin gözünden bir bakış açısı kazandırır. Elbette her hatırlama biçimi bir unutuş biçimini de beraberinde getirir. Bu yüzden karşı belleğin gayesi, unutulmuş olanı yeniden hatırlatmak kadar, mevcut hatırlama biçimlerini de sorgulamak olmalıdır.
[1] Ayça Korkmaz, “Lacanyen Psikanalizde Travma ve Düşlem”, AYNA Klinik Psikoloji Dergisi, 8(2): 161 – 185, 2021
[2] Enzo Traverso, “Geçmişi Kullanma Kılavuzu: Tarih, Bellek”, Politika, İletişim Yayınları, 2019 (Çev. Işık Ergüden),
[3] Göze Orhon, “Tarih, Bellek, Çoğulluk, Umut”, Ayrıntı Dergi, 2020
[4] Tuba Doğru, Melis Varkal Deligöz, “Hafıza Kutusu: Bir Kentsel Kolektif Bellek Deneyi(mi)”, MEGARON, 12(4):545-552, 2017
[5] Michel Foucault, Language, “Counter-Memory, Practice”, Hommage à Jean Hyppolite, Paris Presses Universitaires de France, 1971
[6] Özgür Sevgi Göral, “Yaramız Derindir – Hafıza Sahası ve Sömürgeci Afazi”, istos Yayıncılık, 2023
[7] Özgür Sevgi Göral, a.g.e., 2023
[8] Vikipedi, “Stolperstein”, 2024
[9] TMMOB Peyzaj Mimarları Odası, “10 Ekim Anıtı ve Anma Yeri İzmir’de Açıldı”, 2021
[10] Connerton, P. (2019). Toplumlar Nasıl Anımsar ? Ayrıntı Yayınları.
[11] Franz Werfel, “Musa Dağ’da Kırk Gün”, Belge Yayınları, 1998. Ayrıca konuyla ilgili olarak tanıklıklar için Bkz: Marco Tosatti, Flavia Amabile, “Musa Dağ Direnişi”, Aras Yayıncılık, 2017.