Kampüs Cadıları İnisiyatifler Kampı Sonuç Metni

El Yazmaları’nın notu: Kampüs Cadıları’nın üniversite inisiyatiflerinin 22-23-24 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirdikleri kampın sonuç bildirgesini okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

22-23-24 Ağustos tarihlerinde İzmir’de gerçekleştirdiğimiz ve yeni döneme dair çeşitli tartışmaları ortaklaştırdığımız üç günlük üniversite inisiyatifleri kampımızın sonuç metnini genç kadınlarla ve tüm kamuoyuyla paylaşıyoruz. Üniversite inisiyatifleriyle gerçekleştirdiğimiz bilinç yükseltme çalışmalarımızı devam ettirmeyi ve buradan ürettiğimiz örgütlenme perspektifiyle bulunduğumuz her üniversitede daha güçlü bir mücadele hattını oluşturmayı hedefliyoruz. 

Politik Durum Değerlendirmesi 

Doğduğumuz andan itibaren egemen sistemin faydalanacağı değerleri yüceltmemiz ve o değerler uyarınca hareket etmemiz, hakikati patriyarkal kapitalist sistemin belirlediği sınırlar çerçevesinde aramamız öğretildi. Şimdi ise dünyanın neredeyse tümüne nüfuz eden ve kendi değerleri üzerinden hegemonyası oldukça kuvvetli bu sistem, yarattığı çürümüşlüğün içinde kendi krizlerleriyle sarsılıyor. 

70’lerde kendisini gösteren uzun dalga krizinin içinde kamu kaynaklarını yağmalayarak ve onu denetleyen yasaların süreç içinde tasfiye edilmesiyle önü sonuna dek açılmış serbest piyasada rahatça at koşturan kapitalist sistem, günümüze gelindiğinde yine çok yönlü krizler içinde çırpınıyor. 

Peki, yıllardır hoyratça talan edilen doğadan elde edilen kaynaklar, kadınların yeniden üretim süreçlerinde sömürülen emeği ve bedeni, çalıştıkları fabrikalarda makinelerin bir uzvu haline gelmiş işçilerin, çocukların emeği nerelerde biriktiriliyor? 

Biz söyleyelim: Bugün bize “Karbon ayak izinizi düşürün” derken kendileri petrol şirketlerini yönetenlerin kasasında! Ülkelerinin bekasını bahane ederek yeryüzünün her yerini savaş alanına çeviren ve milyonlarca insanı göç ettirenlerin ellerinde! Kadının bedenini fethedilecek bir nesneymiş gibi görüp kamusal alandan silmeye çalışanlarda! Üniversiteleri öğrencilerin yaşam ve öğrenim alanları olmaktan çıkarıp öğrencileri cemaatlerin yurtlarında kalmak zorunda bırakan zihniyette!

Toplumun böylesine geniş bir kesimini sömürenler kendilerini kalabalıkmış gibi göstermek istese de dünya nüfusu içindeki oranlarına baktığımızda ne kadar düşük bir yüzdelik dilime tekabül ettiklerini, en büyüklerinin yüzde 1, biraz daha irilerinin yüzde 5-10’u geçemediklerini görebiliyoruz. Sayıları biz ezilenlere göre kıyas kabul etmeyecek oranda az, fakat sömürü düzenini hayatlarımızın her köşesine yerleştirecek bir konuma yerleşmişler.
70’lerden itibaren bütün güçleriyle dünya emekçilerine saldırmalarına rağmen yine de egemenliklerini sorunsuz bir biçimde sürdüremez, kendi rasyonellerini ve değerlerini halklara benimsetemez hale geldiler ve hegemonyaları sarsılıyor. 

ABD, hegemonyası zayıflamaya başladığı oranda daha da saldırganlaştı. Çünkü, güç kazanıp bağımsız konumlarını ve hegemonyalarını yeryüzünün farklı coğrafyalarına dayatan Rusya ve Çin’in aldığı inisiyatif büyümeye devam ediyor. AB ve ABD’nin gönderdiği silahlarla Ukrayna’daki Neonazi güçlerinin beslenişi ve Rusya cephesinde nükleer silah kullanımının gerekli olabileceği söylemleri 3. Dünya Savaşı çıkma tehlikesini güçlendiriyor. Türkiye ise Ukrayna’daki savaşın her an sıçrayabileceği bir ülke olma konumunu sürdürüyor.  

Dünya, emperyalist güçlerin bayraklarını dikecekleri sıradaki yeni yerleri öngörmeye çalışırken sömürü katlanarak artıyor ve sağ popülist ve faşist partiler görmezden gelinemeyecek kadar güç kazanıyor. Son seçimlerde İtalya’da, İspanya’da, Fransa’da birinci ve ikinci sıralara yerleşen faşist partileri görüyoruz. Neoliberal krizlere çözüm üretilemediği oranda faşizmin kurumsallaşma süreci hızlanıyor. Yeni kriz çözüm modelleri ortaya konuluyor: militarizm, savaş, milliyetçilik, Nazizm, doğanın yıkımı, kadın düşmanlığı! 

Kapitalizmin “Felaketler Kapitalizmi” dönemine giriyoruz dersek abartmış mı oluruz? 

Gelecekteki on yıllara baktığımızda hangimiz umutlanıyor? Biz genciz, gelecek biziz; peki, kapitalizm bize nasıl bir gelecek hazırlıyor? Her yıl artan orman yangınları, her yıl yeni coğrafyalara sıçrayan savaşlar, yoksullaştırılan ve gıda ve su yokluğundan göçmenlik yollarına düşen on milyonlar, artan kadın cinayetleri, küresel ısınma…vd. Biliyor musunuz, bu sene kavrulduğumuz yaz, gelecek senelerde yaşayacaklarımız yanında “en serin” yazmış! Böyle bir geleceği kabul ediyor muyuz? 

Sistemin krizlerinden çıkabilmek için her an yenisini uyguladığı saldırılarına karşın dünyanın farklı yerlerinde ezilenlerin direnişinin ayak sesleri de artıyor, sistemin köklerini sarsmak için güç biriktiriyor. 

Türkiye’ye baktığımızda, son süreçte yaşanan seçimler sırasında devlet içerisindeki kliklerin güç yarışında birbirlerini ezerek, birbirlerinin kirli işlerini ortaya sererek nasıl üste çıkmaya çalıştıklarını gördük. İktidarın ekonomi politikalarıyla yoksulluğu ve açlığı sokmadığı ev kalmadı. 

AKP iktidarı, çürümüş bir düzende, toplumu da kendisi gibi çürüten ve bu çürüme içerisinde kendi çıkarları uyarınca belirlediği bir değerler sistemine yerleştirmeye çalışıyor. Seçimler AKP-MHP tarafından çeşitli hileler ve zor yoluyla sözüm ona “kazanıldı”, fakat bütün hilelere rağmen ortaya çıkan oy oranları halkın en az yarısının AKP-MHP iktidarının devam etmesine karşı olduğunu gösteriyor.
Kadınlar bu süreçte “Kadınlardan Erdoğan’a oy yok!” söylemini sokaklardan, kampüslerden yükseltti. Siyasal İslam düzenine temelde karşı olmayan Millet İttifakı içerisinde yer alan ve İstanbul Sözleşmesi’nin adını dahi anmadan bir seçim kampanyası yürüten partiler olan SP, Gelecek ve Deva da biz kadınlara nasıl bir düzen vadettiklerini göstermiş oldular. Kadınları özgürleştirmeyen aksine kadınları tamamen evlere sıkıştırmaya çalışan, kadının görünmeyen emeğini sömürmeye devam eden bir düzeni açıkça savundular.  

Cumhur ve Millet ittifaklarının neoliberal düzeni sürdürecek güçler olduğunu; yani, sermayenin ihtiyaçlarını seçim propagandasında dillerinden düşürmediklerini, kadınların ve LGBTİ+’ların gördüğü baskılara ses çıkarmayacaklarını, gerekirse Erdoğan rejiminin sürdürdüğü tüm çete ilişkilerini devam ettireceklerini seçim sonrası apaçık bir biçimde gördük. Açıktır ki, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın ve kadın hareketinin tarihsel sorumluluk ve görevleri ülkenin kaderini belirleyici önem kazanmış durumda.  

Sistem kendisinde açılan irili ufaklı yarıkları kapatmak için patriyarka, militarizm, muhafazakârlaşma politikaları ile kol kola vererek faşist bir devletin son tuğlalarını yerleştirerek kendini sürdürmeye ve kan kaybını önlemeye çalışırken, sosyalistler, toplumsal hareketler, özellikle de biz feministler için yeni imkânlar doğuyor.

Yaratılmış toplumsal çürümenin içinden geçerek bu çürümenin kavranması, ve bu doğrultuda aşılması hedeflenmelidir. Çünkü bir değişim sancısı var. Kocaeli’nden Urfa’ya işçiler direnişte. Kadınlar seçim sürecinde de öncesinde de sokaklardan, meydanlardan vazgeçmedi. Akbelen’den Cudi’ye, oradan Dikmece’ye halklar yaşam hakları için bir araya geliyor ve polis- devlet şiddetine karşı topyekûn direniyor.  

Yani bu cehennemcil gidişi durdurma ve değişimin öncülerinden olma fırsatı ve görevi kapımıza kadar geldi, tarih bizi sahneye çağırıyor! Bu çağrıya kulak vermeli ve belirli hedefler doğrultusunda harekete geçmeliyiz. Yoksa hedefsiz, örgütsüz direnişler var olan sistem içi yarıkları büyütemez; ya da, kopuş yapısını taşıyan bilinç kırılmaları toplumsal boyutta kendiliğinden bir biçimde yaşanamaz. Tüm bunları örgütlü bir güce dönüştürmek için fırsat bizim ellerimizde.  

Bu sebeple devletin kadınların yaşam hakkına göz diktiği ve her gün yaşam mücadelesi verildiği bu süreçte, feminist hareket belirli hedefleri önüne koymalı ve başarı elde edecek hamleler yapmalıdır. Feminist bir laiklik, kadın yoksulluğu, şiddet ve öz savunma gibi konularda tüm kadınlara ulaşabilecek kampanyalar örgütlenmelidir.
İçerisinde bulunulan toplumsal gerçekliği kavramalı ve kampanyalarımızı da yaşadığımız toplumsal gerçekliğin içinden geçerek açığa çıkarmak için yeni araçlar, diller, pratikler keşfetmeliyiz. Gerçeklik ile pratik ne kadar uyumluysa yapılan hamlelerden alınacak sonuç da o kadar başarılı olur. 

Keşfedilen pratiklerle patriyarkal kapitalizmin kadınlardan söküp almaya çalıştığı yıkma-yaratma gücü de ortaya çıkacaktır. Ancak böyle erkek egemen sisteme karşı gerçek bir savaş açılabilir. Bu savaş kaotik, zorlayıcı ve sık sık içine sıkıştırıldığımız kadınlığımızla karşı karşıya gelmemize yol açacak olsa da, kendimizi de bir mücadele alanına dönüştürdüğümüz sürece savaştan galip çıkan bizler oluruz. Kendimizi özgür bir kadın olarak kazandığımız kadar çevremizdeki birçok kadını da, ancak sistemin bizi belirleme gücünü ve nereden nasıl belirlediğinin farkına vararak kazanabiliriz. 

Özneleşme Sürecinde Kadınlık Durumuna Bakış: İkinci Cinsiyet, Genç Kızlık Çağı Kitabı Tartışması 

Hayatta kalıp ayakta durmaya çalışırken sağlam kalarak veya yenilgiye uğrayarak içerisinden çıktığımız girdaplar bize hem sürekli belirli basınçlar uyguluyor, ama hem de yeni dayanma kapasiteleri kazandırıyor. Bazen bu süreklileşmiş ve çok yönlü basınçlardan dolayı kendimizi de mücadele alanına çevirme iradesinden kaçma eğilimimiz, öğretilmiş kadınlığımıza sığınma durumları oluşabiliyor. Kendimizi, ruhumuzu ve bilincimizi bir mücadele alanına çevirmek oldukça zor ve zahmetli. Kendiliğinden sanki çok normal olarak oluştuğunu düşündüğümüz fakat aslında erkek egemen sistemin bizlere zaman içerisinde sızarak bazen de şiddet uygulayarak yerleştirdiği birçok davranış ve düşünüş biçimimiz, duygularımız var. Bunların bizi belirlemesinde sistemin öğretim yuvaları haline gelmiş olan aile ve okul gibi kurumlar büyük rol üstleniyor. Ama aslında günlük yaşamın neredeyse her anı bizi “eğitip” belirliyor! 

Yani büyüdükçe, deneyimlerimiz biriktikçe eğer bu belirlenimleri fark edemezsek bizler de sistemin hedeflediği ve onunla uyum içinde bir ürün haline geliyoruz. Duygularımız, değerlerimiz, yargılarımız alınıp satılan birer meta mefhumuna dönüşmüşse, bizler sistem tarafından salt bir değişim değeri olarak görülüyorsak, peki, o zaman kendi hayatlarımızın neresindeyiz, ya da aslında biz kimiz, sandığımız gibi kendimiz miyiz?  

İnsan ilişkilerinde yüzeyselliğin aşılamaması, kişisel gelişim adı altında sömürü çarklarına dahil olmamızın sertifikalaştırılması, birlikte hareket etme kapasitemizin verebileceği sonuçların üzerinin umutsuzlukla kapatılması, var olabilmemiz için birbirimize ihtiyacımız olduğunun unutturulması…  

Bizlerden sürekli bir şeyler çalan sistemle nasıl baş edebiliriz? Erkek egemen sistem hayatlarımızın nerelerine uzanıp, nerelerimize nasıl düğüm atarak nefes alamayacağımız alanlara dönüştürmüş, bunları konuşmak gerekmiyor mu? 

Bu şekilde bağımsız-özgür özneleşmeye dair sürecimizi başlatabilir, patriyarkal kapitalizmle mücadele edebiliriz. Çocukluğumuzdan beri bize öğretilen erkek-egemen değerleri nasıl içselleştirip normalleştirdiğimizi günlük yaşantımızda fark edebilmek için yoğun bir çaba sarf edilmelidir. Fark etmek yetmez, sadece özgürlüğümüze doğru bir ilk adım atmış oluruz. 

Kritik an şudur: Değiştirmek için irademizi güçlendirmek, zorlandığımız anda dalgalarını iyi tanıdığımız sözüm ona “güvenceli” sığ denizlere geri dönmemek, kendimizde keşifler yapıp ek enerjiler ve kapasiteler üreterek bir kopuş yaratmak gerekir. Özellikle biz kadınlar zaman içerisinde ikincil konumları içselleştirip normalleştirdiğimizden dolayı bu kopuşu yaşamamız oldukça zordur, ama hayatın her alanında vereceğimiz mücadele için büyük önem taşır. 

İnsanlık tarihine bakıldığında kadınlar tarihin başından beri ikincil konumda olmadığını görürüz.  

Avcılık ve toplayıcılık döneminde kadının yaptığı işleri doğurganlığı belirliyor, ama bu belirleme hali keskin bir ezme ve ezilme durumu yaratmıyor. Kadınların ev içerisinde yaptığı işler değerli. Ancak kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu süreçte, üretim ve yeniden üretim birbirinden keskin bir biçimde ayrılıyor, kadınla erkek arasındaki ve kadın ve çocukları arasındaki ilişki de bu doğrultuda yeniden belirleniyor. Çünkü üretim arttıkça ve sömürü yoğunlaştıkça ev içinde kalacak, tarlayı işleyecek veya fabrikada gecesini gündüzünü geçirecek işçiyi sonraki güne ücretsiz bir şekilde hazırlayacak birileri gerekti. Bunları gerçekleştirebilecek bir cins mevcuttu egemenler için. 

Yeniden üretimi yapan kadın kendi çocuğunu sistemin kullanacağı bir kaynak haline getirebilir, evdeki erkek işçileri sonraki günün sömürüsü için hazırlayabilirdi. Ve böyle de oldu. Patriyarka bu işleri kadınların yapması gerektiği fikrini biyoloji, psikoloji, sosyoloji gibi disiplinleri kendi ideolojisiyle harmanlayarak topluma öğretti. Böyle bir toplumsallık oluşturdu. Kendi çarklarını döndürebileceği; kadının yeniden üretimde, erkeğin ise üretimde ezilebileceği bir düzen…  

Oğlan çocukları, patriyarkanın topluma yerleştirmiş olduğu belirli bir erkeklik imgesi sayesinde mümkün olanın sınırlarını zorlama ve cüret etme gibi etken ve özne olma durumlarını sağlamlaştıran davranışları gerçekleştirebilirken, kızların çocukluk döneminden itibaren bunlara yeltenmeleri yasaklanır. “İyi yetiştirilmiş bir kız çocuğu” olması telkin edilir. Taşkınlık yapmaması, öz denetimini sürdürmesi ve kariyeri olan evlilik için hazırlanması gereklidir.  

Çünkü her bir haneden çıkacak yeniden üretim/yeni işçilerin yetişmesi, sistemin devamlılığı için gereklidir. Bu sebeple kız çocuğunun erkeklere atfedilen davranışlarla büyütülmesi, sistemi sarsıntıya uğratabilecek özneler ortaya çıkarmak demektir. Kız çocuğu ne kadar evlere sıkıştırılıp sokaktan mahrum bırakılırsa ve insan ilişkilerinde deneyimsizse o kadar aileye ve özel alana bağımlı hale gelir, evin dışından korkar.  

Kız çocukları deneyimsizlik ve dışarıdaki dünyayı tam anlamıyla keşfedememeleri sebebiyle çocukluktan genç kızlığa geçerken hem çevresine hem de kendisine karşı bir güvensizlikle yetişir. Bunu da sürekli başkalarının onayını alarak telafi etmeye çalışırlar. Sürekli onay ihtiyacı, henüz çocukken kız çocuğunun iradesinin edilgenleştirilmesiyle, biz kadınların tüm hayatına yerleşiyor ve bağlı olarak onay alma yaşamımızın merkezine konumlanıyor.  

Toplumsal cinsiyet rolleri gereği, oğlan çocuğu başkalarının hoşuna gitmek ya da onaylarla kendisini gerçekleştirmek zorunda değildir. Çünkü içinde yaşadığı toplum tarafından sürekli ona dair daha büyük planların olduğu ve erkeklerin üstün olduğu düşünceleriyle büyütülürler. Kız çocukları içinse tam tersi doğrudur. Çünkü onun yazgısı, cinsiyeti için biçilmiş olan misyonuna indirgenmiştir. Bu misyonda kendisini kendi ihtiyaçları doğrultusunda özgür bir özne olarak var etmesi, bunun için de gereken potansiyellerini keşfetmesi yer almaz. Çocukluktan genç kızlığa geçerken sinsice bir yavaşlıkla, salt edilgenlik deneyimletilerek “ideal kadınlık” öğretilir.
Potansiyellerini keşfedemeden küçüklüğümüzden itibaren öğretilmiş ve içimizi kemiren kadınlık yazgısının gerçekleşmesini bekleriz. Bu yazgı önceden belirlenmiş olduğundan ve törelerle desteklendiğinden genç kıza kaçış imkanı tanınmaz, belirlenmiş olana katlanması istenir.
Elbette bu kahrolasıca “kölelik” kaderinin ötesine geçilebilinir. Ancak, kendi olabilmeyi düşleyen genç kız da başkalarının gözünden kendine değer biçmeye devam eder. Patriyarkal kapitalizmin dayattığı yargılar, belirlenmiş bir gelecek düşüncesi kopuş için ihtiyaç duyduğu kendi potansiyelini görmesini zorlaştırır. Etrafı evlenme, makbul kadın olma, toplumun yeniden üretimine fayda sağlama, sonsuz fedakarlık yapma, erkeğe onun üstün olduğunu hissettirme, aileye karşı saygılı olma ve sözlerinden çıkmama, kendi cinsiyle rekabet etme gibi rollerle kaplanmıştır. 

Genç kız, çocukluktaki bağımsızlık istenciyle kavrulan hal ile “kadınlığın” boyun eğen hali arasında kalır. Bazen bu bağımsızlık ve kadınlık uğrakları arasında otoriteyi kırmayı dener, kendini gerçekleştirmeye çalışır. Fakat sürekli baskılandığı süreç içerisinde toplumda yer edinebilmek, daha doğrusu erkek egemen sistemden kabul görebilmek için yolun bir aşamasında elini eteğini erkeklerin sayılan alanlardan çeker. Kabul görmesinin en önemli ve yeterli şartı erkeklerin “büyüteci” olmasıdır. Sınırları aşamayan başkaldırı; genç kızı edilgenliğe, “kadınlaşmaya” sürükler. Kendini geleceğinden sorumlu göremez. Evet, biliyordur, mağdurdur, ama yazgısını yaşayacaktır. Yapacak bir şey yoktur! 

Sonuç Yerine 

Tüm bu tartışmalar ışığında şu değerlendirmeleri yapmak zorunludur. Genç kadınların yaşadıkları sorunların ve dünyayla, kendi cinsiyle kurduğu ilişkinin önemli bir kısmı aile kurumu içerisinde öğretilen kadınlıkla doğrudan ilişkilidir. Dünyayla kurduğumuz ilişkiyi belirli bir sınırda tutmak, belirli başkaldırılar sonrasında gücümüzün yetmeyeceğini düşünüp kendi potansiyelimizi ortaya koymak yerine başkalarından onay almak gibi telafi mekanizmalarını kullanmak, bahsettiğimiz öğretilmiş kadınlığın sonuçlarıdır. Bizim hepimizin yaşadığı tüm bu süreçlerin içerisinden geçip üstünde yoğunlaşmak, bilinçlerimizi her an tazeleyip, sistemin oluşturduğu kendimizle yüzleşmeye ve sistemin bir ürünü olan kişiliğimizin her bir parçasını “yıkıp” kendimizi yeniden inşa etmeye ihtiyacımız var. 

Bağımsızlık Korkusu ve Bir Süreç Olarak Özgürleşme atölyelerinden deneyimlediklerimiz ve öğrendiklerimiz, özgürleşme pratiklerimizin politik bir mücadele hattına dönüşmesini zorunlu kılıyor. Çünkü öğretilip içselleştilmiş kadınlığımızı yeniden üretmeye devam ettiğimiz sürece özgürleşme sürecimizde ilerleyişimizin sekteye uğraması ve patriyarkal kapitalizmin bu duraksamalardan yararlanarak kendi girdilerini yapıp bizi teslim alması kuvvetle muhtemeldir. Bu yüzdendir ki genç kadınlarla gerçekleştirdiğimiz atölyelerde bize öğretilen değer yargılarının kadınların kendi hayatlarındaki yerlerini keşfetmelerini sağlamak ve bu keşifleri doğrultusunda kendilerini mücadele alanlarına dönüştürmeleri için yeni alanlar yaratmak, feminist bir dünyayı inşa etmek için önemli adımlardır. 

Genç kadınlar, kendi bütünselliklerinde ve çevrelerinde değişim için mücadele ederek bir değer yaratmaya çalışırken, erkek egemen sistem genç kadınları yoksulluk ve şiddet kıskacıyla cemaat ve tarikatlara mecbur ederek yaratılmak istenen toplumsal çürümenin içerisine sürüklüyor. Aile ve devlet şiddeti işbirliğinin sürdüğü günümüzde, kendilerine ait bir alan ve potansiyellerini keşfetme zemini yaratamayan genç kadınlar çözümsüz bırakılmak isteniyor. Çözümsüzlüğe egemenlerin cephesinden gelen yanıt, muhafazakarlaşma ve dolayısıyla özel alanlara itilmedir. Tam da bu yüzdendir ki, feminist bir laiklik mücadelesi kadın hareketimizin özel olarak gündeminde olmalıdır.  

Kampüs Cadıları olarak genç kadınların giderek ev içlerine sıkıştırılmaları, artan yoksulluk ve muhafazakarlaşma politikalarıyla eğitim haklarının gasp edilmeleri ve özel alanlara itilerek orada sıkıştırılıp köleleştirilmelerinin tam karşısında konumlanıyor, isyan ediyor ve özgürleşme pratiklerimizi güçlendiriyoruz. 

Bu dönem, bulunduğumuz her üniversitede daha fazla fakültede, daha fazla bölümde örgütleneceğiz. 

Evlerden yurtlara, kampüslerden sokaklara her bir kadının yaşamının patriyarkal kapitalist sistem içerisinde yok edilmesine karşı örgütlenmek ve bir arada olmak zorundayız. Ücretsiz, nitelikli ve cinsiyet eşitlikçi yurtları ve öğrencilerin eğitimlerini sürdürmeleri için gerekli bursların sağlanmasını mücadelemizle kazanacağız.  

Genç kadınlarla bir araya gelmeye her zamankinden daha güçlü devam edeceğiz ve patriyarkal kapitalizmin inşa ettiği bilince karşı, kendi bilinçlerimizi ve ruhlarımızı silahlandırmak için sosyalist feminist bir bilinci inşa ettiğimiz bilinç yükseltme çalışmalarımızı sürdüreceğiz.  

Yaşamın her alanında karşılaşabildiğimiz şiddete karşı psikolojik ve fiziksel olarak güçlenmek ve örgütlenerek bütünlüklü bir öz savunma hattını inşa etmek zorundayız. Faillerin devlet eliyle serbest bırakıldığı, cezasızlık politikalarının güçlendirilerek kadınların bir korku ikliminde yaşamaya mecbur bırakıldığı bir süreçteyiz. Bunun karşısında daha fazla örgütlenecek ve yaşamlarımızı savunmak için örgütlü bir öz savunmayı hayata geçireceğiz.  

Özel alanlara itildiğimiz bu süreçte kendi bedenimize, sağlığımıza, cinselliğimize yabancılaştırılıyoruz. Önümüzdeki süreçte kadın cinselliğinin ve sağlığının konuşulduğu atölyelerde bir araya gelmeye devam edeceğiz. Genç kadınların içinde bulunduğu her sorun alanını politikleştirebilir ve buna dair çözüm ve mücadele hattını ancak birlikte oluşturabiliriz.  

25 Kasım’a giden süreçte bizden çalınanlara yönelik öfkemizi ve yeniyi yaratmaya dair umudumuzu sokaklara taşımalı ve kampüs kampüs, sokak sokak 25 Kasım’ı örgütlemeliyiz. Genç kadınlara ve toplumun bütününe yöneltilen sistematik şiddeti, sömürü düzenini yıkmak için sesimizi yükseltmeliyiz. 

Korkutularak sindirilmek istendiğimiz erkek şiddetinin karşısında yeni bir yaşamı kuracak gücümüzün olduğunun farkındayız ve bu farkındalığı birbirimizle buluşturacağız.  

25 Kasım öncesinde önümüzde İstanbul, İzmir ve Adana’da 21-22 Ekim tarihlerinde gerçekleştireceğimiz CadıFest var. Yaratılmak istenen umutsuzluğa karşı tüm genç kadınları kendi sözlerini söylemeleri, üniversitelerindeki mücadeleyi ve direngenliği diğer genç kadınlarla buluşturmaları için CadıFest’e davet ediyoruz. Açık mikrofonun, çeşitli atölye ve söyleşilerin, konserlerin olacağı CadıFest, genç kadın mücadelesinin kitleselleşmesi ve güç kazanması için önemli bir eşik olarak önümüzde duruyor.
Erkek egemen ve kapitalist sistemin genç kadınların hak ettikleri geleceği almaları önünde her geçen gün daha da büyük bir engel teşkil ettiğini görüyoruz. Bu yüzden genç kadınlara sesleniyoruz: Bizler bu engelleri örgütlenerek aşabiliriz. 

Çünkü biliyoruz ki tek başına kurtuluş yok, ya hep beraber ya hiç birimiz. 

Birbirimizden alacak gücümüz ve kuracağımız özgür, eşit, sömürüsüz bir dünya var!