Gezi’nin üzerinden 7,5 yıl geçti ve onun yarattığı toplumsal dokunun yok olmadığını vurguladığımıza bu mecrayı takip edenler sık sık tanık oldular. Zaman zaman yapılan bu sıkıcı tekrardan bugün Boğaziçi eylemleriyle kurtuluyoruz. Artık tekrar etmeye gerek yok, Gezi’de ortaya çıkan halkçı dinamiğin kendisi bizzat ben buradayım dedi.
Ama ortaya çıkanın eskisiyle aynı olduğunu iddia etmek bilim dışı bir iddia olurdu. Çok şey değişti, halk güçlerinin, 7,5 yıla sığdırılan ve özeti dahi bu yazının sınırlarını zorlayacak olan deneyimleri, o halkçı-demokratik içeriğin daha da zenginleşmesini sağladı. Bu yazı, bu iyimserlik üzerine kurulu. (Belki bir o kadar da kötümser sonuçlar çıkarılabilecek bir yazı yazılabilir elbette)
7,5 yılda Gezi kuşağına bir başka kuşak daha eklendi, bu öncekinden de kimi farklılıklar gösteren bir kuşak. Bu bahsedilen kuşak 7,5 yılda hem Gezi’nin dokusuna eklemlenerek buradan belirlendi hem de burayı kendi kimliğiyle belirledi.
Neoliberal dünyada nefes alıp veren sosyalist sol olarak, belki en çok yanıldığımız nokta, neoliberalizmin apolitik nesiller yetiştirdiği üzerine olan inancımızla ilgiliydi. Bu büyük oranda haklı bir eleştiri olabilirdi ama, bu yeni neoliberal dünyanın kendisi tarafından yaratılan bir başka politik kimlik de burada filizlenmedi mi? Aynı zamanda neoliberalizm yeni toplumsal çelişkiler ortaya çıkarıp yeni direniş hatlarının oluşmasına zemin hazırlamadı mı? Neoliberalizm zafer kazandığı için sınıflar mücadelesi yok olacak değildi elbette. Nitekim de öyle oldu. Tarihi dönemselleştirerek anlatmanın çeşitli sakıncaları vardır ama bazen farklar o kadar barizdir ki, bu dönemlemeyi yapmak meşrudur. 12 Eylül’ün ardından aslında çeşitli momentlerde ortaya çıkan mücadele biçimlerinin dönemi 2013 yılındaki isyanla sona eriyor, yeni bir mücadele dönemi Gezi ile birlikte ilan ediliyordu.
Tarihsel Kırılmalar ve Yeni Toplum
Türkiye’de AKP dönemiyle altın çağını yaşayan neoliberalizm kendi tarihsel sınırlarına gelmiş ve buraya dayanmışken, kendisiyle birlikte iki büyük anlatının da en azından tarihsel olarak miadının dolduğunu ilan ediyor. Artık ne Kemalizm ne de Siyasal İslam, şayet kendilerini dönüştürmezlerse, kitleler üzerinde geniş bir hegemonya kurmayı mümkün kılabilecek bir mecale sahip olamayacaklar. Bu ideolojiler, Gezi ile birlikte oluşan hegemonya krizine bir cevap üretebilecek, kitleleri ikna edebilecek bir alternatif yaratamadılar. Onların Tarih sahnesinden çekileceklerini iddia etmiyorum, onlar bir biçimde yaşamayı sürdüreceklerdir. Ama sermayenin birikim sağlamak için ihtiyaç duyacağı ideolojik hegemonyanın bir aracı olamayacakları kesin.
Burada duralım ve iddiamızı genişletelim. Bu ideolojik boşluk, yeni bir toplumsal paradigmayla doldurulabilir. Bunun nüveleri oluşmaya çoktan başladı.
Yukarıdaki iki ideolojik formasyon için dile getirilen iddia iki nedene dayanıyor: Birincisi bu ideolojiler tarihsel anlamda büyük yenilgiler aldılar, artık yeni dünyaya verebilecekleri cevaplar çok sınırlı. Ama ikincisi ve en önemlisi, dünyada kapitalist sistemin somut tarihsel hareketinin bir sonucu olarak var olan sınıf mücadelesi ve onunla aynı ontolojik zemini paylaşan toplumsal hareketler, donanım ve birikim olarak onları aşma eğiliminde. Bunu önce Gezi’de, sonra da Boğaziçi’nde gördük. Alışalım, görmeye devam edeceğiz.
Örneğin, aralarında Müslüman inancına mensup önemli bir miktar olanların da bulunduğu yüzlerce genç, Clubhouse’ta LGBTİ+ haklarını konuşuyor, İslam ile LGBTİ+ haklarının uzlaşma zeminlerini masaya yatırıyor. Evet, İslam’ın referans kaynaklarında bu konuda pek de iç açıcı şeylerin olmadığının bu yazının yazarı da farkında, nazik uyarınız için teşekkürler. Ama gelin görün ki, kendisini olduğu gibi koruyan, bu haliyle tarihi delip geçen hiçbir mutlak ideoloji ya da mutlak bir inanç yoktur, olmamıştır, olamayacaktır. Dolayısıyla, belki de İslam ilk kez bu kadar dünyevileşme eğilimi taşıyor (silahlı cihatçı çetelerin, Müslüman Kardeşler hareketinin vs yenilgilerinin de bunda payı büyük) ve buradan yeni bir laiklik kendisini kurmak için göz kırpıyor. İlk büyük göz kırpışı Boğaziçi eylemleri oldu.
Aynı gençler ekolojik yıkıma, kadınların ezilmelerine, kapitalizmin yıkıcılığına karşı da önemli hassasiyetlere sahip ve ortaya çıkan hareketler birbirlerini bir şekilde özümseyerek içeriyor. Yeni toplumun dokusu böyle işleniyor.
Boğaziçi Eylemlerinin Gösterdiği
Gezi’nin Ece Ayhan’ın Mor Külhani şiirine göndermeyle yazılmış “Eylemimiz karadır abiler” sloganı, şimdi Boğaziçi mücadelesiyle, bilfiil başka bir seviyeye çıkartılıyor: “Devrimimiz günceldir abiler.” Aradan geçen 7,5 yılda neler görmedi ki bu ülke halkları. Sokaklarda infaz, iç savaş denemeleri, kitlesel bombalı katliamlar, sınırın hemen ötesinde savaşlar, üst üste sandık darbeleri, askeri darbeler, devlet krizleri, derinleşen rejim krizleri, faşizm denemeleri ve buna bağlı olarak devletin dönüşümü, neoliberal birikim rejiminin iflasları… Sosyal medya esprilerinden birini hatırlatmak gerekirse, atom bombası kaldı görmediğimiz.
Halk güçlerinin Gezi’den sonra yaşadıkları bütün bu deneyimler halkın özgürlük arayışının yürüyüşünü ivmelendiriyor. Deneyimlerden belki de şu anda en önemlisi, düzen partisinin ne olduğunun el yordamıyla keşfedilmesidir. İktidarıyla, muhalefetiyle düzen, eylemler patlak verdiğinden beri tek bir parti -düzen partisi- refleksi gösteriyor ve bir bütün olarak Boğaziçi eylemlerini ezmeye çalışıyor. AKP, MHP, Ağar/Soylu ittifakı onu şiddet yoluyla ezmeye çalışıyor, CHP şürekâsı ise “buyurun ezin” diyor. Düzen içi muhalefetin Gezi’de yer yer gölge ederek buranın ideolojik netleşmesini sakatlayan kimi müdahaleler -örneğin Koç Holding’in Gezi’ye destek verdiğine dair efsaneler, CHP’nin güya isyanı sahiplenici konumlanışı- bugün Boğaziçi eylemlerinde mahkûm ediliyor. CHP’nin sahte duruşu teşhir ediliyor, Saadet’in iktidarın yancılığına nasıl da soyunuverdiğini herkes görüyor, Deva Partisi’nin başlarda kayyım pastasında konumlanma girişimi püskürtülüyordu.
Boğaziçi eylemleri, akıbeti her ne olursa olsun, bu bakımdan iktidar bloğu için şimdiden korkulu bir rüya halini almıştır. Düzenin bir bütün olarak reddi hayaleti hem faşizmi kurumsallaştırmaya çalışan güçlerin hem de restorasyoncu güçlerin en büyük korkusu. Pelikancısından liberaline bu kadar gündem olmasının nedeni budur. Halen “kutuplaşma, sağduyu, popülist otoriter rejim” gibi liberal kavramlarla siyasal hegemonya üretmeye çalışan özellikle de Babacan ve İmamoğlu gibi restorasyoncu aktörlerin yükselmesinden cesaret alan yeni yetme figürlerin ağlamaları, sızlamaları boşuna değil. Boğaziçi eylemleri sadece faşist koalisyonun değil, restorasyoncu güçlerin de kurgularına çomak sokuyor.
Şüphesiz hareket şerbetli bir hareket değil ve eğer büyüyüp serpilirse ki geniş bir satha yayılma eğilimi gösteriyor, içerilme tehdidiyle karşı karşıya gelecek. Bu da bizim korkulu rüyamız olsun ki doğru konumlanma fırsatını kaçırmayalım. Bu demokratik tepkinin sokaklarda yaptığını siyaseten savunacak ve restorasyoncu belirlenmelere karşı uyanık olacak olan bağımsız, demokratik, halkçı bir siyasal iradeye ihtiyaç vardır.
Devam etmemiz gerekirse, Gezi’den bu yana devletin kitleler üzerindeki hegemonyası azalmıştır. Bir süredir koronavirüs salgınıyla birlikte onun sınıfsal niteliği kitlelerce ayan beyan görülmüştür. Bütün bunları halk güçleri 7,5 yıla yayılan o olağanüstü dönemde öğrendi. Öğrenmeye devam ediyor.
Boğaziçi eylemleri bugün yarın sonlanabilir ya da büyük bir devrimci sıçramaya evrilebilir veyahut bir isyan olarak kalabilir. Bu mühim değil, mühim olan şey, devrimimizin bize halen işaret etmesi, buradayım demesidir. “Bakın, ben buradayım” diyor.