Boğaziçi’nden Çıkarılacak Dersler ve Görevler

“Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır

Nice akar huruc alessultanlarda bayraksız davulsuz?”

Ece Ayhan, Yort Savul

1 Ocak 2021 gecesinde AKPli Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör olarak atanmasının ardından Boğaziçili öğrenciler hızlı bir tepkiyle bir araya gelerek, aynı hızla tüm Türkiye’ye yayılacak bir kıvılcım çaktı.  Bu kıvılcımın cirminin ne olduğunu henüz görememekle birlikte yayılım hızı barındırdığı enerji bakımından bize bir fikir verebilmektedir.

Boğaziçi’nde dillendirilen “Kayyum rektör istemiyoruz!’’ sloganı ile açığa çıkan durum, hızlıca diğer üniversitelere ve illere yayılarak ‘’Demokratik üniversite istiyoruz!’’  sloganına dönüşmüştür. Savunma hattından (karşı çıkma), saldırı hattına (talep etme) geçen bu dönüşüm; ‘’Hareket kitleler için eğiticidir.’’ ilkesini doğrular nitelikte bir örnek teşkil ediyor; başka bir deyişle, ‘’Hareket etmeyen zincirlerini fark edemez.’’ (Rosa Luxemburg)

Uzun zamandır zincirlerini fark edemeyen etse de buna karşı güçlü bir çıkış sergileyemeyen öğrenci gençlik, şimdi ve burada yakaladıkları zincirleri takip ederek bağlı oldukları kilidi bulma ve onu kırma zorunluluğuyla karşı karşıya.

Adeta bir dedektif titizliğiyle yapılması gereken bu takibi önemsemeyip, sadece gözümüzün önünde bulunan ve şimdi yakaladığımız zinciri kırmaya odaklanmakla yetinenlere kötü bir haberimiz var; şayet kilidi kırmazsak, ona uygun bir zincir de kapı da her zaman bulunur ve bulunmuştur da.

‘’Sarp Küçük Burjuva Dikta Hevesler’’(Dr. Hikmet Kıvılcımlı)

Savunma, savaş sanatının vazgeçilmez bir ögesidir. Ancak savunma yeteneği açığa çıkarılmadığı ölçüde saldırı yeteneği de kaybedilir. Öğrenci gençlik bugün ‘’Boğaziçi süreci’’ olarak tanımlayabileceğimiz bu karşı çıkışı (savunmayı) nicelik ve niteliksel olarak zenginleştirip talep etme (saldırı) yeteneği kazanmalıdır.

Ama her şeyden önce, kendimizi sınırlamayı, boş hırçınlıklarla oyalanmayı terk edip, devrimci bir rasyonalite içinde tartışmayı öğrenmeli ve böylece, yeteneklerimizi/becerilerimizi, kitlelerin kendini ifade edip eylem planını çıkardığı toplantıları/forumları bir sonuç alınamayan tartışmalara boğulan “sarp yamaçlar” haline getirmek için değil, öğrenci gençliğin talep etme (saldırı) yeteneğini açığa çıkarmak için kullanmalıyız.

Tartışmalar gereksiz zorlamalarla yüklendikleri için sık sık verimsiz olsa da, başlıca iki zaaflı tutumu açığa çıkardı.

İlki, Boğaziçi odaklı hareketlenmenin öğrencilerin güncel ihtiyaçlarına ulaşma yönündeki yoğun isteğini açığa çıkartmış olmasıyla ilgilenmeyip ya da sadece göstermelik bir ilgiyle yetinip, hareketi kendi siyasal yönelimlerine hizmet edecek bir tarzda “araçsallaştırdıkları” bir hale indirgemek isteyen tutumdur.

İkincisi, ortaya çıkan değerli ama “ham” enerjiye “hayranlıkla” yetinip, ona “tabi olmakla” ve kendiliğinden oluşmuş haliyle sürece “hizmet etmekle” yetinme tutumudur.

Oysa sorumlu davranış, Boğaziçi öğrencilerinin hareketini ve onlardan ivme alarak birçok şehre yayılıveren öğrenci hareketliliğini araçsallaştırmak isteyen küçük burjuva dikta heveslerini ve memur yaklaşımlarını mahkûm etmeyi gerekli kılıyor.

Taktik Stratejinin Yerini Alır mı?

Türkiye’nin dört bir yanında sokakları, meydanları, kampüsleri dolduran mevcut enerjiyi salt bir rektör karşıtlığına yahut öylesine yapılan bir basın açıklamasıyla protesto etmeye indirgemek, böylesi bir tutumla sınırla(n)mak en hafif ifadeyle aymazlıktır.

Bu sınırla(n)ma halinde diretilmesi, hatta giderek teorileştirilmesi ise, mücadelenin serilip serpilmesinin önündeki engellerden biri olacaktır.

Rektörlerinin isimlerini dâhi bilmeyen, icraatlarından bihaber olan yüzlerce genci bir araya getiren şey bir karşı çıkıştan daha fazlası olmalı.

Bu “fazlanın” ne olduğunu, kitlenin, hatta kitlenin sınırlı bir bölümünün güncel refleksleri ile hareket edip, sadece bu refleksleri programlaştıranlar belki anlamayabilir.

Tarihin tozlu rafları benzer hikâyelerle dolu olduğundan dileyen bakıp hikmetle nasiplenebilir ya da hatasında ısrar ederek kendi küçük dükkânını (az ötede!) büyütme zavallılığıyla yetinebilir.

Sorumlu tutum, öğrenci gençliğin prangalarından kurtulmasının maddi koşullarını yaratmaya çalışmaktır.

“Yeni” Olanın İzinde Görevlerimiz 

Boğaziçi süreci yalnızca kitleler değil, sosyalistler için de öğretici olmuştur. Geçmişin söylemleri ve eylem biçimlerini hiçbir eleştirel tutumla “eğitmeden” aynen günümüze dayatma çabaları, her seferinde gençliğin şimdiki durumunun içinden çıkıp gelen ‘’yeni’’ ihtiyaçların ördüğü duvara çarpıp yere düşüyordu, tıpkı Gezi’de olduğu gibi.

Aslında yeni, henüz talep edilirken dahi aramızda beliriyor, serilip serpiliyor ve ne yazık ki bunu çoğu zaman sözüm ona yeniyi talep edenlere rağmen yapıyordu.

Dayatılması marifet sanılan “eski” tarzın aksine kendini dayatan, tam da bu “yeni” olandan başka bir şey değildi.

Devrimcilerin ve devrimci hareketlerin ancak tarihsel sorumluluklarını yerine getirdikleri oranda birer tarihsel kişilik/hareket haline gelebilecekleri hepimizin ortak düşüncesi değil midir?

Bizim açımızdan bugünün tarihsel sorumluluğu; Boğaziçi eylemliliğinde izlerini rahatça görebileceğimiz “yeni” tarzın izinde kurulan ve “Özgür Demokratik Üniversite” modelinin nüvelerini barındıran “Üniversite Dayanışma Ağları’nı” şehir şehir, üniversite üniversite örgütleyip öğrenci gençliğin kendini özgürce ifade edebileceği adresler haline getirmektir.

“Özgür Demokratik Üniversite!” talebini, bir kutup yıldızı gibi parlatıp, tüm ışıklar sönümlendiğinde ya da çarpışmanın hızı önümüzü dahi görmeye fırsat vermediğinde başımızı kaldırıp yolumuzu bulmamızı sağlayacak bir fener haline getirmeliyiz.

Üniversitelerimizin sağlık, kültür, spor birimleri gibi işletebileceğimiz, süreci ise tüm bileşenlerin yer aldığı meclisler, forumlar ile yürüteceğimiz hatta tüm bunlarla da sınırlı kalmayabileceğimiz bir zemin yaratan “Üniversiteli Dayanışma Ağları”; yaşam biçimlerimize müdahale edilmesine karşı çıkmakla yetinmeyip, onu “üniversitelilerin” belirleyeceği bir yapıda elde etmemizin maddi koşullarını yaratma mücadelesini, yani kendi hareketimizle kendimizi özgürleştirici bir özneleşme süreci içine girmemizi sağlayamaz mı?

Şimdi, açmadıkları Cinsel Taciz Birimleri’ni, kapattıkları topluluklarımızı açmalı, talep ettiğimiz dersleri, yasaklanan etkinliklerimizi gerçekleştirmeli, ihraç edilen hocalarımız ve uzaklaştırılan arkadaşlarımızla yan yana gelmeliyiz.

Ve evet, tüm bunları yaparken, sürecin her aşamasında, gençliğin mücadelesiyle yaratılan değerleri, onu kendi küçük hesapları için araçsallaştıran eğilimlerden de gözümüzü sakınır gibi sakınmalıyız.

Özerk Üniversite ile Ne Zaman Hesaplaşılacak?

‘’Üniversite, kapitalizmin gelişimiyle bilimin üretime uygulanması sonucunda en üst derecede bilgi üretme gereksiniminden doğar. Gittikçe karmaşıklaşan toplumsal yaşam ve bu yeni üretim biçiminin biriktirdiği bilgi yığını uzmanlığı gerektirir. Uzmanlarca bilgi üretilmesi, biriktirilmesi, ayrımlanması, iletilmesi ve üretim süreçlerine uygulanması üniversitenin işlevselliğini oluşturur.

Kendi tarihselliği içinde üniversitenin gelişimini feodal sınıflar, özellikle kilise ile burjuvazi arasındaki mücadelede kavramak gerekir. Bilimin kilisenin elinde olması ister istemez gelişen yeni toplum biçiminin burjuva aydınını kendi içinde kapalı lonca örgütlenmesine (üniversitas) götürür. Ve bu haliyle ‘’üniversitas’’ çağdaş üniversitenin tohumu olur. Kendi parası ile kendine öğretmen tutan veya okul kuran burjuvazi kapitalizmin erken çağında üniversite ile birlikte özerkliğin de temelini atar.”
(Yol Siyasi Dergi, sayı:7, Mayıs 1989, Üniversitede Eğitim Çıkmazı-Nevruz Çağlar)

Bir soru: İki yüz küsur sene evvel kiliseye karşı burjuvazinin savunduğu özerklik ile bugün savunulan özerkliğin farkı nedir?

Deniyor ki, özerklik günümüzde devlet ve sermayeye karşı ilan edilmelidir.

Pekâlâ, diyelim ki bir yasayla böyle bir özerklik ilan edildi, “devletimiz” ve sermaye güçleri, üniversiteler üzerindeki denetimlerini özel üniversite zinciri sahibi profesörlerle “içeriden’’, bu gibi sermayedarların danışman/dayı/yeğen profesörleri ile ‘’dışarıdan’’ sürdüremez midir? Üniversitelerin akademik kadrosunun devletten ve sermayeden özerkliğini sağlayacağımız zemin nerededir?

1946 Üniversiteler Kanunu’nun tanıdığı özgürlükler/özerklik 1960’a kadar hayata geçirilmemişken, 1961 anayasası ile ilan edilen özerkliğin kimi uygulamaları bile 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle hızla tasfiye edilmişken, “saf/temiz” devrimcilerimizin devlete ve burjuvaziye duyduğu bu güven nereden gelmektedir?

Burjuva hukukunun dahi uygulanmadığı, despotik devlet geleneğinin sürdüğü Türkiye gerçekliğinde özerk üniversitenin garantörü “güler yüzlü” sermaye düzeninden başka nerededir? Merak edenleri, burjuva demokrasisinin öyle ya da böyle var olduğu emperyalist ülkelerdeki üniversitelerin sermaye güçleri tarafından nasıl sımsıkı sarılıp denetlendiklerini incelemeye davet ediyoruz.

Sermayenin garantör olduğu bir özerklikten bizlere özgürlük çıkarılamaz, ama pek tabii neye karşı olduğu bilinmeyen bir özerklik yüz yıllar sonra zortlatılabilir.

Özerk Üniversite talebi tıpkı Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan absürt cam fanus benzetmesi gibi despotik bir ülkede demokratik bir reform talebidir, elbette anlaşılabilir ama bu haliyle bile sorunlu bir yaklaşımdır. Cam fanus dahi olsa neticede bulunduğu koşullar tarafından belirlenir. Elbette reformlar talep edilebilir, edilmelidir de, ancak neden devrimci gençliğimizin ağzından (ve demek ki ufkundan) on yıllardır bunun ötesine dair tek bir söz çıkmamakta, tüm mücadele bu nihai(!) hedefe bağlanmaktadır? Evet, neden?

Özgür Demokratik Üniversite!

Demokratik bir cumhuriyetin demokratik anayasası ile düzenlenmiş yeni bir halkçı düzenin içinde kendi ‘’bilimsel-örgütsel’’ özerkliğini kazanmış bir üniversite düşünülemez/hedeflenemez midir?

Bilincimiz bu despotik düzenin belirlediği sınırların içerisinde kalmak zorunda mıdır?

Bugün, Gezi’de de çok açıkça görüldüğü gibi, gençliğin “despotizme” isyan ettiği ve üniversite sınırlarını aşan bir özgürlük talep ettiği açık değil midir?

Boğaziçi direnişinin sembolü haline gelen LGBTİ+’ların yaşamın tüm alanlarında maruz kaldığı homofobi üniversite ile sınırlı bir sorun mudur?

Ya da kimlik sorunu, ifade özgürlüğü, üretim/bilgiye erişim/bilgiyi kullanım özgürlüğü, ekonomik özgürlük vd. tüm bunlar üniversiteler ile sınırlı tutulabilir mi?

Bu noktada kimi devrimcilerimizin sahip çıktığı sırf özerklikle sınırlandırılmış talep, reform dahi olmaktan çıkıp gençlik hareketinin ufkunu karartıcı bir sis üretmektedir.

Bugün özerklik, esasında iç içe geçmiş devlet sınıfları ve Türkiye finans-kapitalinden talep edilmektedir. Devrimci gençliğimiz kimden ne talep ettiğinin ayırdında mıdır?

Tamam, reformlar için de mücadele edelim de, sırf bununla mı, sadece “ölü gözünden yaş beklemekle” mi yetineceğiz?

Deniyor ki, savunulan ‘’Tüm bileşenleri ile yönetilen bir üniversite’’ özerkliği. Mevcut siyasal gerçekliğimiz içinde böylesi bir özerklik talebinin “ajitatif” olmaktan öte gidemeyeceği ve dolayısıyla sırf böylesi bir taleple yetinmenin öğrenci gençliğin ufkunu bile isteye sise boğacağı anlaşılamıyor mu? Özerklik talebinin ancak halkçı-demokratik bir düzenin “Özgür Demokratik Üniversite!” hedefiyle eğitilip-güçlendirildiği zaman güncel bir değer kazanabileceği açık değil mi?

Devrimci gençliğimiz kapitalizmin rekabetçi dönemi olan 1800’lü yılların burjuva artığı bir üniversite modelini şimdiki “gerici” finans-kapital çağında kendine program edinmekle yetinmeli midir, yoksa yeni bir tanım üretemeyecek halde midir? Bu sorular cevapsız kaldığı takdirde (devrimcilerimiz açısından) özerk üniversite modelini savunmak sadece aymazlık mıdır?