İktidar koalisyonu için Suriye’de yaşanan gelişmeleri “zafer” olarak ifade etmek abartı olmaz. Ancak bu zaferin içeriye yansıması Suriye sahasındaki gerçeklikle örtüşmüyor. İçeride estirilen zafer havası kısa sürede konsolidasyon sağlamış, bu durum ilk elden anketlere yansımış görülmektedir. Suriye sahasında ise henüz hiçbir şeyin netleşmeyeceği hele ki emperyal heveslere kapılan Türkiye’nin tek başına denklem kuramayacağı aşikâr. Birçok emperyal gücün doğrudan veya vekaleten sahada olduğu, belirsizlik içerisinde birçok olasılığın devrede olduğu, istikrarsızlığın daha da belirginlik kazandığı bir durum açığa çıkmıştır.
Peki, içeride estirilen zafer iktidar koalisyonunun derdine derman olur mu? Bu soruya cevap ancak kısa süreliğine evet olur. Açıklanan asgari ücret sorunların çözülüp çözülmediğinin önemli bir göstergesidir. İçerisinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasal açmaz toplumsal çürüme ve rejime içkin Kürt sorunu, Alevilerin eşit yurttaşlık talepleri gibi temel sorunlar çözülmekten ziyade derinleşerek devam etmektedir. Fetih gündeminin Türkiye halklarının içinde bulunmuş olduğu derin yoksullaşmanın yarattığı huzursuzluğun ve Şimşek programına karşı duyulan öfkenin siyasallaşmaması için şimdilik önemli perde rolü üstlendiği net.
31 Mart yerel seçimlerinde Şimşek programına olan reddiyenin ve uygulanan ekonomik programın yaratmış olduğu sınıfsal öfkenin etkisi sistem içi muhalefetin birçok belediyeyi kazanmasını sağlamıştı. Ancak CHP’nin tarihsel rolü ve genetik kodları Özgür Özel’de de devam etti, bu yüzden 31 Mart’ın havası çok uzun sürmedi. CHP öfkeyi siyasallaştırmayıp sönümlendirince kısa sürede iktidar bloğuna uyum sağlamaya ve misyonunu yerine getirmeye başladı.
Suriye rüzgârı iktidar koalisyonunun yelkenine rüzgâr taşısa da kısa sürede bu hava tersine dönebilir. İktidar güçleri, Suriye’de oyunun kurallarını kendilerinin belirlemediği bir sürecin içerisinde yol alırken, kendilerine yönelik bir oyun kurulmayacağının hiçbir garantisi yok. Kaldı ki Suriye’de oluşan kaosun nereye kadar genişleyeceğini kestirmek çok güç. Günün sonunda hesabı kimin ödeyeceğini Orta Doğu’da hamilik yapan güçler belirleyecektir.
İçeride asgari ücret açıklamasından hemen sonra bu olasılık (havanın iktidarın aleyhine dönme olasılığı) daha da belirgin hale gelmiştir. Tabi ki bu havanın siyasallaşması koşuluyla. O da siyasal öznelerin özellikle de solun bu rolü gerçekleştirip gerçekleştirememesi meselesinde düğümleniyor. Türkiye halkları solun krizinin bedelini uzun zamandır ödüyor. Aslında bu krizin aşılması için bütün şartlar oluşmuş durumda. Emek hareketinin yükselmekte olduğu anlara müdahale sola olduğu kadar Türkiye halklarına ve emekçilere önemli oranda umut olacaktır. Solun buradaki cüreti tarihin akışını değiştirecektir.
Emperyal Hevesler ve Türkiye Sermayesi
Esad yönetiminin devrilmesinin ardından Türkiye sermayesi “yeniden inşa” için ellerini ovuşturmaya başladı. Dünya gazetesinin 10 Aralık manşeti de sermayenin bu kabaran iştahını yansıtmıştı. “400 milyar dolarlık inşanın öncüsü Türkiye olacak” başlıklı haberde, “BM’ye göre Suriye’nin yeniden inşası için en az 400 milyar dolar gerektiği” yazıyordu.
Anadolu Aslanları İş Adamları Derneği (ASKON) Genel Başkanı Orhan Aydın “Bu bağlamda Afrika’dan, Kafkasya’ya, Suriye’den Ukrayna’ya kadar oluşacak yeni inşa ve ihya süreçlerinde iş insanlarının aktif olacağını” ifade etmişti. 26 Aralık günü MÜSİAD heyeti, Suriye’nin yeniden inşası konusunda temaslarda bulunmak üzere Suriye’yi ziyaret ederek, ticaret, sanayi ve insani yardım konularında stratejik iş birliği konularını görüştüğü bilgisi basına düştü.
Türkiye sermayesinin ağzını sulandıran bu beklentinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini şimdiden söylemek çok güç. Türkiye sermayesinin bölge üzerindeki hâkimiyeti bölgede oluşan güçlerle birlikte özel olarak Kürt Özgürlük Hareketi’yle alacağı yol ile belirleyecektir. Dolayısıyla Rojava yönetimiyle nasıl bir süreç izleneceği, nasıl bir tutum takınılacağı önemli. Suriye’nin istikrarının sağlanmasında önemli bir deneyim barındıran Rojava, Suriye halklarına model olduğu kadar Türkiye sermayesinin bölge planında önemli düğüm noktasıdır. Ancak burada oluşacak pay Türkiye kapitalizmin kaderini belirlemekten çok uzak.
Söz konusu olası yatırımların Türkiye kapitalizminin yapısal sınırlılıklarını aşmasına yardımcı olacak ve Türkiye sermayesinin dönüşümünü mümkün kılabilecek kaynaklar olmaktan ziyade belirli sermaye gruplarına Türkiye ve bölge ölçeğinde kısmî olarak avantajlar yaratacağını söyleyebiliriz. Dolayısıyla Türkiye ekonomisine buradan aktarılacak kaynak kısmî ve geçici olarak çözüm olacaktır. Türkiye burjuvazisinin, bölgeye vaat ettiği yeniden inşanın arkasında Suriyeli emekçileri Türkiye’de olduğu gibi yok pasına çalıştırarak ucuz ve güvencesiz iş gücü yaparak büyümek var. Burjuvazi Suriye işçi sınıfının yaratacağı değere el koymanın hayalini kuruyor. Bu hülyanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini göreceğiz.
Türkiye’de Sermaye Birikimi ve Devletin Rolü
Marx “Emek süreci hem artı değerin hem de egemenlik ilişkilerinin başlangıç noktasıdır.” der. Sermaye birikiminin gelişme dinamikleri ve açığa çıkan sınıfsal çelişkiler devletin de yeniden yapılanmasına neden olmuştur. Bir dönem boyunca devlet, belli işlevleri üstlenerek bu dönüşümün önemli oranda gerçekleşmesini sağladı. Devlette sermaye birikiminin kesintisiz sürdürülmesine yönelik politikaların izdüşümü 24 Ocak kararları oldu. Türkiye’de 1980 sonrasında uygulanan şok terapisinin yaratmış olduğu toplumsal düzende, emekçi sınıfların ve geniş anlamdaki toplumsal muhalefetin karar alma süreçlerinden dışlanması hedeflendi.
Tam da bu noktada Nicos Poulantzas’ın kullandığı anlamdaki “otoriter devletçilik” uygulamaları için önemli oranda siyasal, ekonomik ve ideolojik koşullar oluşmaya başladı. 24 Ocak 1980 günü açıklanan “istikrar programı” ya da gerçek tanımıyla neoliberal dönüşümü ancak Kemal Derviş aracılığıyla içerik kazanmış, AKP’nin iktidara gelmesiyle büyük oranda hayata geçirilmişti. AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan neoliberal dönüşüm programı çerçevesinde önce emek cephesi dağıtılmış, ardından sermayenin emek üzerindeki tahakküm ilişkisi derinleştirilmiştir.
Bu dönüşüm bugün OVP ile devam ediyor. 1980 ile başlayan dönüşümün bugün yaratmış olduğu en önemli sonuçlar ise Türkiye kapitalizminin gelişmesi ve Türkiye sermayesinin göreli olarak hacminin artarak ihtiyaçlarının farklılaşmasıdır.
Türkiye sermayesinin bir bölümü için sermayenin yeniden değerlenmesi ve artı değerin realize olması ihtiyacıyla birlikte yeni pazar gereksinimi açığa çıkmıştır. Tam da bu bağlamda Türkiye’nin Orta Doğu hamlesinin kendi içinde belirli riskler barındırdığı çok açık olsa da Misak-ı Millî hayallerinin, Yeni Osmanlı söyleminin salt nostalji barındırmadığını, Orta Doğu’ya girişin aynı zamanda sermaye gerçekliğiyle de ilintili olduğunu görmek gerekir.
Ulus devletler hem içerik hem de biçim olarak kapitalizmin gelişmesi ve güncel ihtiyaçlar üzerinden yeniden biçimlenir. Dolayısıyla ulus devletler sermaye birikiminin koşullarının yaratılmasında içeride olduğu kadar dışarda da önemini koruyor. Bu koşulların oluşmasında en önemli faktör ise sınıfa dair saldırılar ve sürekli yeniden üretilen tahakküm ilişkisidir. Sermaye adına emek rejiminin yeniden yapılanmasında dün olduğu gibi bugün de devlet yine baş aktör konumundadır.
Ancak Türkiye kapitalizminin gelişmişliği onu her ne kadar bölgede öne çıkarsa da Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) baz alındığında dünyanın en büyük ekonomileri açısından, dünya sıralamasında ilk 20 içerisinde 17. sırada yer alıyor. Türkiye burjuvazisinin bölgede sessiz kalmasının en önemli nedeni bu. Tekrar ifade edecek olursak bölgede açığa çıkacak rant Türkiye ekonomisini kısmî olarak rahatlatabilir. Ama bu, uzun vadede Türkiye kapitalizminin yapısal sınırlılıklarına çözüm olmayacaktır.
AKP’nin Yaratmış Olduğu Emek Rejimi
Emek sürecinde, emekçiler yalnızca mal ve hizmet üretmekle kalmazlar aynı zamanda toplumsal ilişkileri de üretirler. Dolayısıyla emek süreci, yalnızca mal ve hizmetlerin değil; aynı zamanda siyasetin de üretildiği ve dizayn edildiği yerdir.
2000’li yıllarda Türkiye ekonomisinin finansallaşma dinamiklerini ve bunun toplumsal-siyasal etkileri dikkate alındığında Kemal Derviş programıyla birlikte, güçlü bir neoliberal ekonomik program ancak AKP ile hayata geçirilebildi. AKP Türkiye sermayesine en büyük hediyesini 2003’te değiştirmiş olduğu 4857 sayılı iş kanunu ile verecekti. Takip eden zaman diliminde emek rejiminin dönüşümünü öngören yasal düzenlemeler birbiri ardına yasalaşacaktı.
AKP’nin henüz kuruluş sürecinden itibaren başta finans kapital olmak üzere sermayenin bütün fraksiyonlarıyla organik ilişkisinin temeli önemli oranda burada atılacaktı. AKP aynı zamanda Türkiye kapitalizmine ve daha geniş ölçekli sermaye ağlarına emeğin ucuza var olacağını müjdeliyordu.
Bugün devrede olan OVP artı değeri daha fazla sağlamanın, emek rejimini ve buna bağlı olarak emek gücünü daha ucuza mal etmenin koşullarını derinleştirdi. İçinde bulunduğumuz bu durum, bugüne dair izlekler taşısa da asıl emeğe saldırının sistematik ve tarihsel olarak süre geldiğini görmek gerekiyor. Şimdi Şimşek programı bu sürecin sürdürücüsü ve temel taşıyıcısı haline geldi.
2025 bütçesi ve OVP
Marx Kapitalin 2.cildinde tekil sermayenin davranışının nasıl olacağına dair önemli bir tespitte bulunur: “Üretim süreci yalnızca kaçınılamayan bir ara halka, para kazanmak isteniyorsa katlanılması gereken bir dert olarak görünür. (Bu yüzden, kapitalist üretim tarzının geçerli olduğu ulusların hepsi, dönemsel olarak, para kazanmayı araya üretim sürecini sokmadan gerçekleştirme hırslarına kaptırırlar kendilerini.)” Tam da Türkiye sermaye sınıfının içinde bulunmuş olduğu durumu özetler mahiyette bir tespit.
OVP’nin sıkılaştırılmış para politikası ve ücret baskılanmasına dayanan sermayeyi kurtarma stratejisi olduğunu defalarca kez ifade etmiştik. 2025 bütçesiyle birlikte düşünüldüğünde bu uygulanan program, sadece krizin bedelini emekçi sınıflara ödetmekle kalmıyor, aynı zamanda sermayeyi önceleyen ve önemli oranda servet transferi sağlayan içeriğiyle karşımızda duruyor. 2025 bütçesinin içerisinden personel giderlerini çıkardığımız zaman geriye kalanın tamamını sadece sermayeye sunan ve hiçbir engel ile karşılaşmadan cömert biçimde serveti buraya aktaran bir iktidar gerçekliğiyle karşı karşıyayız.
Emeğe Saldırı Artacak
Sermaye adına ekonomik istikrarın henüz sağlanamadığını, OVP ile hedeflenen hiçbir şeyin gerçekleşmediğini ve 2025 OVP hedeflerinin programın en kırılgan yanını oluşturduğunu düşündüğümüzde ekonomik daralmanın artık kaçınılmaz olarak gerçekleşeceği aşikâr.
Salt 2024’ün ikinci çeyreğinden itibaren sanayi verilerine bakıldığında bu durum çok net anlaşılıyor. Özellikle de sermaye çıkışlarını, tekstil gibi istihdam hacmi geniş olan sektörlerin emeğin daha ucuz olduğu bölgeleri tercih ettiklerini düşündüğümüzde durum daha da netlik kazanıyor.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), ağustos ayına ilişkin sanayi üretim endeksi verilerini açıkladı. Sanayi üretimi Ağustos 2024’te aylık yüzde 1,6, yıllık yüzde 5,3 düştü. Sanayinin alt sektörleri incelendiğinde yine 2024 yılı ağustos ayında madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 5,4 azaldı, imalat sanayi sektörü endeksi de yüzde 5,4 azaldı. Sanayideki daralma aynı zamanda sanayiye bağlı imalat sektörlerini önemli oranda da etkiledi. Türkiye sermeyesinin ağırlıklı olarak Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmelere (KOBİ) bağlı olduğunu ve bu işletmelerin organize sanayi bölgelerinin temel taşıyıcıları haline geldiğini biliyoruz. Sanayide yaşanan daralma direkt olarak KOBİ’leri etkileyecektir. Dolayısıyla Ümit Akçay’ın belirttiği gibi 2020-2023 arasındaki kârlı dönemde elde ettikleri avantajları kullanarak deyim yerindeyse “cepten yiyen” küçük ve orta ölçekli işletmelerin bir kısmı 2025 yılının sonunu göremeyecektir. Merkez Bankası’nın yılın son ayında faizleri 250 baz puan indirmesindeki zorunluluk, KOBİ’lerin finansmana olan ihtiyaçları üzerinden gerçekleşse de doların baskılanmış olması tek başına bu faiz indirimini yetersiz kılmaktadır. Özellikle ihracatçı sermayenin beklentisi doların en az 50 TL civarında işlem görmesidir.
Türkiye’de istihdamın çoğu ağırlıklı olarak ve hacimsel olarak küçük ve orta işletmelerde yer almaktadır. TOBB verilerine göre çalışan nüfusun yüzde 74’ü burada istihdam edilmektedir. Burada yaşanacak daralma doğrudan, işçi sınıfının durumunu tayin edecektir. Kaldı ki OVP’nin 2025 ayağında istihdamda daralmanın kaçınılmaz olacağı yani işsizliğin artacağı raporda da yer alıyor.
Dolayısıyla burada oluşacak sermaye açığı ücretleri baskılayacak. 2025 yılı ekonomik planlamalar ve OVP gösteriyor ki üretim dışında oluşacak kaynakları vergi gibi araçlarla sermayeye sunacak yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıyayız. 2025’te emekçi sınıfların neredeyse yaşam mücadelesi verecekleri bir ekonomik zorla karşı karşıya kalacaklarını öngörmek için asgari ücrete bakmak bile yeterlidir. Asgari ücretin 22 bin 104 TL olarak açıklanması bizlere 2025’te nasıl bir saldırı dalgasının gelmekte olduğunu gösteriyor.
Asgari Ücret
Şimşek programının ana kolonunu, sermayenin emek üzerindeki denetimi ve bu denetimin aracı olan ücret düzeni oluşturuyor. Şimşek programı enflasyon bahanesiyle ücretleri baskılıyor, alım gücünü sermayeden yana kullanıyor. Göz göre göre, açık açık tüm yükü bir bütün olarak emekçi sınıfların üzerine yıkıyor. OVP’nin temel stratejisi uzun yıllar boyunca emeği ucuzlatmak ve Türkiye kapitalizminin uluslararası tedarik zincirindeki ihtiyacı çerçevesinde emeği ucuza pazarlamaktır. İşte asgari ücretin düzeyini belirleyen en önemli neden budur. Nitekim bu bağlamda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, doğrudan 7 milyon çalışanı, dolaylı olarak toplumun tamamını ilgilendiren yeni asgari ücreti 22 bin 104 lira olarak açıkladı. Yeni asgari ücretin “hayırlı olmasını” dileyen Işıkhan, asgari ücretli çalışanlara sefaleti müjdeleyen bir şekilde insan aklıyla dalga geçercesine açıkladı.
Türk-İş mütemadiyen pespaye bir şekilde komisyon görüşmelerinde koçbaşı olarak kullanıldı. Kararın açıklanacağı toplantıya sarı sendika konfederasyonu Türk-İş’in çağırılması ihtiyacı bile duyulmamıştı. Böylece Türk- iş Türkiye işçi sınıfının taşıdığı en büyük kambur olarak tarihe geçti.
Asgari ücretin belirlenmesi sürecinde TÜİK’in açıkladığı resmî enflasyon oranı bile dikkate alınmadı. Asgari ücret artışı, enflasyonun üzerindeki fiyat artışları, yüzde 44 olarak açıklanan yeniden değerleme oranı ve reel enflasyon farkları göz ardı edilerek yapıldı. Kısacası yerli ve yabancı sermayenin talebi doğrultusunda gerçekleşen artışta iktidarın kendi verilerini bile ciddiye alma ihtiyacı duyulmamış. 2025 için kötü senaryolar çizilse de aynı zamanda karşı hegemonya için de önemli fırsat ve imkânlar yaratacaktır. Hiç şüphesiz 2025 bu fırsatların yoğunlaştığı bir yıl olacak.
Tarihsel Özne
Marx’ın yönteminde, emek süreci, kapitalizmin tahlilinin ve sınıf mücadelesinin ilk noktası olarak belirtilir. Tarihsel olarak, sermayenin toplumsallaşması, toplumsal üretimin bu denli parçalanması ve iş bölümünün ayrıntılandırılması ile birlikte kapitalizmin olumsuzlanmasının koşullarının açığa çıktığı tarihsel bir süreç içerisindeyiz. Bu anlamda Gramsci’nin yapı-üstyapı metaforu bağlamında geliştirdiği, ekonomizm ve mekanik materyalizm gibi düşünsel yaklaşımların eleştirisine bakmakta fayda var. Kabaca bakacak olursak Gramsci, ekonomizm ve mekanik materyalizmi devlet ve sivil toplum üzerinden tartışır.
Gramsci, kapitalizmin krizlerine rağmen, iktidar bloğunun rıza ürettiğini ve yeniden hegemonya kurabildiğini gözlemler. Bu durum Gramsci’yi temel mücadele stratejisinde Lenin’e yaklaştırır. Gramsci kendiliğinden sınıftan kendisi için sınıfa geçiş tartışmasında mevzi savaşlarının önemini vurgular. Dolayısıyla iktidar bloğunda gedik açılmasının kendiliğinden gerçekleşmeyeceği tespitini yapar. Gramsci, mücadele stratejisinde mevzi savaşları yoluyla karşı hegemonya kurarak sivil toplum üzerinden devleti kuşatmayı var sayar. Bu durum sınıfa gidişlerin nasıl olacağını belirler. Gramsci, mevzi savaşlarını kuramsallaştırırken, sınıf öncülüğünün sınıfın salt üretimde değil yaşam alanlarında var olduğunu da dikkate alması gerektiğini hatırlatır. Böylece öznenin yeni bir kültür oluşturmasının ve sınıfı yeniden örgütlemek üzerinden karşı hegemonya inşa etmesinin önemli bir yer kapladığını söyler. Tam da bu anlamda tarihsel öznenin kaçınılmaz rolü tarihin yaratmış olduğu bu olasılık içerisinde salınım halinde kendini var ediyor. Tarih bu yıkıcı iradeyi, bu olasılığı gerçekleştirmek için daha fazla şey istiyor.
Siyasallaşmış irade ve iradelerin rolleri ve misyonları, tarihin gerçekleştirilmesindeki manivela rolü için göreve çağrılıyor. Tarih sosyalistlere sınıfa daha fazla sarılmak ve buradan yolu açmak görevini yüklemiş durumda.
Burada ikircikliliğe yer yoktur. Unutmamak adına bu süreçte çatışmalar şiddetlenir, kapitalist üretime özgü tüm çelişkiler ortaya çıkar, görünür hale gelir. Ancak, krizler, aynı zamanda, sermaye birikiminin mevcut çelişkilerinin çözüm koşullarını da yaratır. Dolayısıyla sınıfa gidiş teknik bir iş değil tarihseldir.