Özgür Amed: İktidarın Derdi Krizleri Çözmek Değil, Onları Yönetmek

El Yazmaları’nın Notu: 8 Aralık günü Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın devrilmesinin ardından Suriye’de yeni bir dönem başladı. Ancak bu yeni dönem, -bölgedeki emperyalist ve alt emperyalist güçlerin ve cihatçı çetelerin propagandalarının aksine- bir istikrar vadetmediği gibi değil belirsiz ve büyük ihtimalle çatışmalı bir biçim alacağa benziyor. Yazar Özgür Amed ile Türkiye’nin bölgedeki politikalarını, Kürt Özgürlük Hareketi’nin durumunu ve yakın gelecekteki olasılıkları konuştuk.

Bahçeli’nin Ekim ayında yaptığı çıkışlar çokça tartışıldı. İç cepheyi sağlamlaştırma söylemiyle de bir bütün olarak devleti temsil ettiği anlaşılıyor. İç cephe vurgusu ve devletin uzun bir aradan sonra Abdullah Öcalan’la yeniden görüşme trafiğine girmesinin ardında ne gibi bir hesap var?

İktidarın kendince hesap kitabı vardır. İktidar açısından “koşullar siyasetinin” belirlediği durum(lar)a göre erken ya da geç öğrenme şansına sahip olabiliriz bu planları. Onların planlarını tam bilmesek de bu olan bitenlere dair bazı şeyler söylemenin önünde engel yok. Neticede bu durum ya da “olay” sıradan bir şey değil. Öyle de yaklaşmak gaflet olur. İç ve dış nedenleri, murat edilen çerçeveleri vardır. Bu da anlaşılırdır…

Bunları anlamaya çalışırken projeksiyonu biraz daha geriye kırma taraftarıyım. Bakın reel olarak 1986’dan bu yana devletin bu yönlü girişimleri var. Resmî ya da resmî olmayan aracılar veya yöntemlerle. Bugün konuştuğumuz ve anlamaya çalıştığımız tartışmalar bugüne has değil. Bugüne sıkıştırırsak bence süreci doğru yönetemeyiz. W. Benjamin’in de sarih şekilde belirttiği üzere geçmiş, yalnızca bugünün ihtiyaçları ve mücadeleleriyle bağlantılandırıldığında anlamlı hale gelir. Bize önerdiği “jetztzeit” (“şimdi-zaman”) kavramı aynı zamanda bir hatırlama rejimine de davettir.

Tam bu noktada, 1 Ekim’den bu yana dikkatimi çeken esas başlıklardan biri ısrarla “hatırlama” talebimize karşı iktidarın ısrarla sıfır noktasını göstermesi, şimdiden başlayarak yol almayı dayatmasıdır. Dikkatinizi çekmiştir, MHP üzerinden başlayan ve zıt olan her şeyin birden aynı kutba yerleştiği tartışmalar, diğer tüm siyasal ve toplumsal belleğe de sirayet edecek şekilde yürütüldü. Yürüyen ve her hafta bizi başka diyarlara götüren iktidar eksenli söylemler, ardında bir praksis şoku bıraktı, bırakmaya da devam ediyor.

Bir ikinci durum, tartışmalar kafkaesk bir strateji içinde yürüyor. “Bir şeyler oluyor ama bir şey olmuyor” felsefesi hâkim. Bu ruh hali hepimizi sonsuz bekleme odasına hapsedebiliyor. Bunları ifade etme nedenim, olan bitenin esası ile ilgilidir. Yolun başı ya da sonuna bakmaya gerek yok, yola odaklanalım.

Birçok bağlam daha ifade edilebilir ama bu iki durumu dahi üst üste koyduğumuzda France de College literatürüne ait olan “hükümetsellik” (gouvernementalité) kavramına rahatça varırız. Bu kavramı besleyen ve onunla daima etkileşim içinde olan sete baktığımızda “rasyonalite, biyopolitika, söylem, bilgi üretimi” gibi kavramlar görürüz. Hükümetsellik, “hükümet” değildir. Toplumun, grupların gücüne odaklanan ve ona dair haritalar çıkaran, onu yönetilebilir kılan, bu amaçla da parçalara ayırarak kontrolü sağlayan bu hal, eylemleri şekillendirme aşaması olarak görülüyor.

Bence tüm tartışmaların veya sorunuzun cevabı da bu kavramda yatıyor.

Otoriter devletler sıkıştıklarında (genelde küresel gelişmelerin onlara kötü yansıması veya dış siyaset krizlerinde) içteki muhalefetin güçleneceğini bilirler. Bundan ötürü de iç dengeleri doğru okumak zorundadırlar.

Genel eğilim (halklarla, muhalif kurumlarla vs.) uzlaşma değil, beklenti üzerinden bir şeyleri uzatmadır. Türkiye gibi ülkeler başta olmak üzere dünyanın her yerinde bunların derdi krizleri çözmek değil, onları yönetmektir. Krizi çözmek yerine yönetmek çok önemli bir stratejidir ve bunu başaran her güç, ömrünü uzatabilir.
Hikâye şuna varır, hükümeti yönetmektense muhalefeti yönetme evresine geçerler.

Bunun olması için de karşı tarafta istemlerine uyan bir potansiyel görmeleri gerekiyor.
Hükümetlerin hükmetme potansiyeli yara aldığında, muhalefeti yönetme, onlara hükmetme durumu başlar. Bunun ana nedeni böylesi bir yönetme biçiminin daha ekonomik olması, diğer yolların daha masraflı bir yere çıkmasıdır.

Hasılı, özelde Kürtler genelde muhalefet olmak üzere bir çeşit el koyma stratejisi ekseninde bu adımlar atılmış olabilir. Daha korkunç başka şeyler de düşünülmüş olabilir. Bence burada odak şu olmalı: Bu durum, bu “el sıkma gereği” bizim mücadelemiz sonucu olmuştur. Karşı tarafın hesap kitabı değil, senin hesap kitabındır değerli olan. Kendi gücüne daha fazla yaslanacağın bir aralığı mimliyor yaşananlar. Özellikle 2015’ten sonra devlet, tüm kurumsallığı ile yekpare bir aktöre dönüştü ve her şeyi dümdüz etme sevdası ile yanıp tutuştu. Fakat toplumsal mücadeleyi kıramadı, tersine uygulamaları ile derin bir ekonomik krizin de yolunu açtı. 31 Mart yerel seçimlerinde de büyük bir yenilgi aldı.

Buradan bakınca, geçmişin bir tezahürünü görürüz ve çetin bir mücadele evresine geçtiğimizi anlarız. O halde bu “hesap kitabı” ne yok saymak ne de hemen tümden uzlaşmak gerekir.
Barış dediğimiz şey bir potansiyeldir. Bu potansiyel yanılgılı beklentilerden ve aşırı iyimserlikten uzaklaştıkça büyür.

8 Aralık’ta Suriye’deki rejimin çökmesinin ardından gelişen yeni sürece baktığımızda Türkiye’nin Suriye Kürtleriyle ilgili tasarımı nedir? Bunun içeride ne gibi bir yansıması olabilir?

Türkiye’nin Suriye’deki Kürtlerle etkileşimi son on yılda ivme kazandı. Gelinen aşamada “güvenlik/leştirme” ekseninde bir yaklaşım hâkim ve bu bakıştan ötürü doğal, toplumsal, siyasal olan her şey inkâr ediliyor. Olay ve olgulara sadece güvenlik penceresinden bakarsanız inkârın da inkârına varırsınız.

Tarih bizim için bir savaş alanı olsa da her şeye rağmen ve yürüdüğümüz patika gereği hakikatin de sahnesidir. Suriye’deki en köklü Kürt varlığı Efrîn’dir. İlk olarak buranın şiddete maruz kalması ve Kürtlükten çıkarılması tarihsel, siyasal bir mesajdı. 1915, 1925 ve 1927-1931 dönemlerinde yoğun bir Kürt nüfusunun Suriye’ye geçtiği doğru. Yine 1923 Lozan ile de sınırın böldüğü alanlarda akrabaların dahi sınır ötesinde kaldığı bir gerçeklik var. Böylesi erken bir dönemde hem Şark Islahat Planı hem de Abdülhalik Renda’nın Kürt raporlarında Suriye’deki Kürtlere dair öneriler geliştirildiğini görürüz. Suriye’de Kürtler kalmamalı, sürülmelidir denir özetle. Varlıkları tehlike olarak aktarılır Ankara’ya.

1970’te Arap Kemeri Kuşağı projesi Kürtlere karşı şiddetli bir kültür kırım girişimidir. Kürtlerin hepten yok sayıldığı, Kürtlük ve kimliklerinin yeraltına alındığı bir dönemdir.
Detaylarına girmeyeceğim, fakat Türkiye’nin sınırında gerçekleşen bu kemer projesine yani “sivil ölüm” politikasına destek verdiği bilinmelidir. Çünkü arzuları bir başka ulus devlet tarafından gerçekleştirilmiştir. Yıllar sonra bu kemerin yeniden canlandırıldığını gördük. Bu sefer destek doğrudan uygulayıcı olarak! 2019 Eylül ayında BM Genel Kurulu’nda konuşan Erdoğan’ın gösterdiği harita meşhurdur. Orada Kürtlerin bugün yaşadığı tüm alanların tasfiyesi ve yerine mültecilerin yerleştirilmesi anlatıldı.

Tüm bunları üst üste topladığımızda ne çıkar?

Devletin Kürtler ile ilgili bağlamının “düşmanlık” kodu üzerinden gittiğini ve bunun süreklilik arz ettiğini görürüz. 1925’te raporlarda ifade edilen düşmanlık ile bugünkü düşmanlık arasında ne fark var? Tek fark bugün daha şiddetli bastırma isteği var diyebiliriz.

İddia ettiğim şey Suriye Kürtleri bağlamında esasında “yeni süreç” yok.

Devam eden süreçte 2004’ün Suriye Kürtleri açısından büyük bir kırılma olduğunu akılda tutmak gerek. Kimliksizliğe ve baskıya karşı mücadelenin çeşitlendiği ve bunun 2011’de yeni bir safhaya geçtiği malum. Dinamikler değişti, koşullar değişti. Buradaki Kürtler ve kurumları yaptıkları her açıklamada artık 2011 ve öncesinin kendileri için tarih olduğunun altını çiziyorlar. Zaman, bunun gerisine gidemez, öncesine ilerlemek ve kendimize ait hissettiğimiz bir zaman olmalı diyorlar. Svetlana Alekseyeviç’ten ilhamla “İkinci el zaman” istemiyoruz diyor Suriye Kürtleri. Sonuna kadar da haklılar.

Suriye, otuz beş yıldır Körfez’de bir şekilde süren savaşın, dönüşümlerin etkisinde bir ülkedir. Bugün Kürtler orada bir yönetim parçası. Siyasal, ekonomik ve idari kazanımları var. Bunları diğer halklarla bağlayan bir sözleşme de mevcut. Bir arada yaşamın garantisi olarak herkes tarafından onaylanmış.

İddia edildiği gibi Suriye’deki Kürtlerin Türkiye’ye bir zararı veya saldırıları yok. Bunun bilimsel ispatı da mevcut. ACLED (Armed Conflict Location & Event Data- Silahlı Çatışma Yerleri ve Olay Yerleri Projesi) raporlarına bakmak yeterlidir. ACLED’in Suriye’de raporladığı olaylar, sıkılan mermiler, ihlaller, çarpışmalar ve taraflara dair tüm verileri kamuoyuna açıktır. Düzenli raporlar yayınlıyorlar. Hakeza European Asylum Support Office’ın güvenlik raporlarında da birçok gerçeğin çıplak şekilde ifade edilişine tanık olabilirsiniz.

Kuzey-Doğu Suriye’ye dönük her türlü şiddet ve kolonyal fantezi, Türkiye için orta ve uzun vadede iflah olmaz sorunlar yumağıdır. 2018’den bu yana olan bitenler neyin habercisi olabilir? Bunu en iyi yine devletin hafızası biliyor diye düşünüyorum. Bu bakımdan Suriye’deki Kürtlerle barış, Türkiye’yi güçlendiren bir gerçekliktir.

Bölgeyi yorumlayan pek yorumcunun sık sık işaret ettiği konu ocak ayında Trump’ın göreve başlayacak olması. Görünüşe göre Trump göreve başlayana kadarki kısa sürede AKP/MHP de hamlelerini sıklaştırıyor. Rojava’yı işgal girişimi de sürekli gündemde tutuluyor. Kalan kısa süre içerisinde bu tarz hamleler yapabilirler mi?

Belirttiğiniz hamleler son derece olasıdır. Türkiye’nin Kuzey-Doğu Suriye’de bir savaş istediği sır değil. Birçok girişimde bulunuldu ama son tahlilde ABD’nin blokajına takıldı gibi. Bu sahada savaş olayı birçok katmana bağlı. Askerî harekât başlatıp başlatmama kararı hem iç hem de dış dinamiklerin karmaşıklığı ile eş zamanlı gidiyor.

Örneğin Suriye’deki aktüel durumun bir yönü küresel siyasaldaki diskurdur. Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) günceldir ve Türkiye’ye burada tam olarak rol biçilmiş değil. 8 Aralık’tan sonra en aceleci ülkenin Türkiye olması tesadüf değildir. Sahaya en yetkili organlarını süren, Dışişleri Bakanlığı olarak ilk giden (büyük ihtimal CB klasmanında da Türkiye’ye kısmet olacak) ve Colani’ye Ankara’daki bir bürokrat gibi cümle kurduran da Türkiye. Tam da bu gelişmeler içinde 2009’da rafa kaldırılan Katar-Türkiye Enerji yolu (“Katar-Türkiye Doğal Gaz Boru Hattı”) gündeme gelmez mi? Bu elbette boşuna değil. Suriye konusundaki “aceleciliği” bir açıdan böyle okumak lazım.

Burada etkinlik düzeyi ile Kürtler üzerinde baskı kurma arasında doğru bir orantı var. Colani-Hakan Fidan görüşmesinde Fidan’ın Trump’ı övmesi, “eski günlere geri dön ve etrafındaki bazı yetkililer kötü sen iyisin” demesi beklenen bir şeydi. Çünkü Pentagon’un Suriye’deki asker sayısını artıracağız demesi pek hoş karşılanmadı.

Kuzey-Doğu Suriye’ye savaşın sıçraması başka birçok dinamiğe de bağlı. Örneğin Rusya ile bir anlaşma yapılmışsa (enerji yoluna eklenmişse, Tartus-Lazkiye hattı üzerinden) Türkiye açısından işler değişir. Yine IMEC’in en kritik noktalarından biri olan Kıbrıs meselesinde henüz gerilimler gün yüzüne çıkmış değil. Türkiye buradaki gerilimleri Suriye’deki talepleri karşılığında kullanabilir. Bu duruma ABD-AB tav olursa savaş kaçınılmaz olacaktır.

Suriye’nin Arap Ligi’ne dönüşü sonrası, bölge ülkelerinin Türkiye’ye yönelik tepkilerinin tonu da belirleyici olacaktır.

Şu “diplomatik” gerçeği unutmamak gerekiyor, Türkiye’nin son derece saldırgan, tehdit dozu yüksek açıklamaları aynı zamanda bir “pazarlık” olarak da görülmeli. Eli yüksekten açmanın da manivelalarıdır.

Çözüm ve yaklaşım konusunda ise, not düşmek adına, Demokratik Birlik Partisi Eş Başkanlığı üyesi Aldar Xelîl’in 13 Aralık günü Hawar News’e verdiği röportajı son derece faydalı görüyorum.[1] Orada çizilen çerçeve hem öneri hem tespitler açısından derdini iyi anlatan çok değerli bir röportaj.

Donald Trump döneminde SDG-ABD ilişkilerinde ne gibi değişiklikler olabilir?

SDG’nin ABD ile ilişkileri stratejik değil taktikseldir. Bu gerçeklikten hareketle ilişkiler bir süre daha, mevcut durumu koruyarak devam edecektir fakat yer yer iniş ve çıkışlar eşlik edecektir. Mesela Suriye’nin geleceği konusunda karşılıklı tavizler masaya gelebilir. Bu da normaldir. Süreçler belli bir doygunluğa, özellikle de IŞİD ve benzeri tehlikelerin kontrol altına alındığı, Suriye’de çözüm yazılı hukuk sürecine girdiği zaman bu ilişkilerin de kısmen farklılaşması beklenebilir diye düşünüyorum. Bunlar dışında zaman ne getirir bilemeyiz fakat oradaki yönetim ve halkların alacağı karardır önemli olan. Sözleşmede yer alan sadece Kürtler değil, SDG sadece Kürtlerden oluşmuyor. Arap, Ermeni, Çerkes ve başka halklar da yer alıyor. Bu ilişkinin serencamı halkların kendi somut yaşamlarının gösterdiği zeminlerle şekillenecektir. Trump sürecine bir küçük parantez açarsak, Orta doğu ile ilgili bir önceki dönemden daha az fevri bir siyaset izlemesi beklenebilir.


[1] https://justpaste.it/cjs4k

Scroll to Top