Dünya halkları açısından 2025 yılının tüm olasılıkların birlikte uç verdiği bir yıl olacağı aşikâr ancak hangi olasılığın baskın geleceğini şimdiden kestirmek çok zor. İçinden geçtiğimiz ara dönemin belirsizliği ve sürekliliği, biriken gerilimi farklı coğrafyalara kısmen boşaltsa da boşalan enerjinin daha fazlası merkezi ülkelere geri dönüyor. Vekaleten yapılan savaş asıl çelişkinin daha fazla derinleşmesine neden oluyor.
Şimdi doğrudan büyük güçlerin sahneye çıktığı başka bir durumun kapısının aralandığı bir döneme girdik. Yarın sabah nasıl bir dünyaya uyanacağımızı hiç kimsenin kestiremediği, belirsizliğin belirtik hale geldiği bir sürecin içerisindeyiz.
Tam da bu noktada söylemek gerekir ki dünyada yaşanan gelişmelerden azade bir Türkiye gündemi düşünülemez.
Devlette süreklilik bakidir
Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları kitabında, “Devletlerin kökeni, tartışılmaması, yalnızca inanılması gereken bir mit içinde karanlıklara gömülür” der. Özelikle de solun bir kısmının da azade olmadığı “Cumhuriyetin değişmez niteliklerle formüle edildiği” düşüncesi, egemen tarih mitini oluşturur. Burada Marx’ın söylediği gibi, karanlıklara gömülen şey Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın işaret ettiği Türkiye burjuvazisidir. “Devletin fideliğinde yetişen burjuvazi” biçiminde özetlenebilecek bu gerçek müesses nizamla bezelidir.
İşte tam da bu noktada birikim rejimi; asıl olarak ekonominin etkili bütün aktörlerini de içinde barındıran bir süreci kapsar. Kapitalist toplumlarda çoğunlukla, iktidar formlarını oluşturan şey bu birikimin bekası üzerine kuruluyor. Genellikle otoriter ya da otoriter olmayan diye adlandırılan her türlü iktidar formu, bu müesses nizamın kendi içindeki gerilimlerine rağmen sermaye birikiminin yeniden ve yeniden devamına uygun buldukları bir düzlemin mümkün kılınmasıyla oluyor.
“İç cephe” derken ne hedefleniyor?
Bahçeli’nin grup toplantısında dile getirdiği konsolidasyon veya iç cephe ifadeleri her ne kadar içeriye hitaben söylense de bu söylem, Orta Doğu’daki gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde anlam kazanıyor. İktidar bloğu için Orta Doğu’da cereyan eden gelişmeler tarihi fırsatlar yaratıyor. Diğer bir ifadeyle Orta Doğu’daki paylaşım savaşına dâhil olunabilmesi için içeride toplumsal ve siyasal öznelerin özellikle de KÖH’ün tamamının buraya uyum göstermesi beklenmektedir. Ancak unutmamak adına hatırlatalım, devletin içerisinde bir kanadın bekası iktidar koalisyonun bekasıyla iç içe girmiştir.
İktidar koalisyonu açısından içeride barış söyleminin Bahçeli tarafından ifade ediliyor olmasının bir anlamı olmalı. Bahçeli’nin ön alması birçok hedefin devrede olmasını gösteriyor. Hem kendi bekası hem de Orta Doğu’daki gelişmelerin yaratmış olduğu nesnel sürecin ağırlığı ve gerçekliğiyle çarpışıyor.
Bahçeli’nin grup konuşmasında “Öcalan gelip mecliste konuşma yapsın” çağrısının “Yeni bir ‘süreç’ mi başlıyor?” tartışması iç cephenin ve hedeflenenin ruhuna özgü olarak yol alıyor. Bir yandan seçilmiş belediye başkanlarının yerine valiler sömürge başkan olarak atanıyor ve her sabah yeni bir gözaltı tutuklama operasyonu yapılıyor. Diğer yandan da birtakım görüşmelerin gerçekleşmesiyle beklenti oluşmasının zemini hazırlanıyor.
Bu anlamda herkes Bahçeli’nin grup konuşmalarını ve demeçlerini, kısacası ağzından çıkacak cümleleri merakla bekliyor hale gelmiştir. Aslında 1 Ekim’de başlayan süreçte iktidar koalisyonunun heybesinde neleri barındırdığı muğlak olmakla birlikte net olan şeyler de var. İktidar koalisyonunun içinde bulunmuş olduğu ekonomik açmaz, halkın yaşadığı derin yoksullaşmanın siyasallaşmasını tetikliyor. Bunun önüne bariyer olma ve bu süreçte bir bütün olarak muhalefeti türbülansa doğru sürükleme çabası oldukça görünür.
Toplumun ekonomik krize kılcal damarlarına kadar maruz kalmış olmasına rağmen, iktidar koalisyonu birikim rejiminin güvenliğini sağlayacak ana yollardan sapmamaya özen gösteriyor. İşin doğrusu toplumsal muhalefet siyasallaşmadıkça sapamaz da zaten. İktidar, sermaye birikiminde devamlılığı, sermayenin toplumsal artığa el koyma biçimlerini ve bu biçimlerin zor yoluyla örgütlenmesini ve buna denk düşen sınıfsal iktidar ilişkilerini ustaca yürütüyor. İç cephe Türkiye halklarının yoksullaşması üzerine inşa ediliyor.
Not olarak şunu belirtmeden geçmeyelim. Kürt siyasi iradesinin bir barış imkânının kırıntısı dahi olsa bunun için çalışması ve çabalaması, barışı mümkün kılmak için girişimlerde bulunması değerli ve kıymetlidir.
Bütçeden sermayeye giden yol
Bütçe görüşmelerinin komisyon ayağı sone ererken sürecin ikinci ayağı olan meclis genel kurul mesaisi aralık ayının ikinci haftasında başlayacak.
Her ne kadar Cevdet Yılmaz bütçe sunumu yaparken “Bütçe Kanunu Teklifimiz; mali disiplinin sağlanması, ekonomik istikrarın korunması ve sürdürülebilir büyümenin desteklenmesi ile uyumlu” dese de OVP’nin 2025 bütçesiyle arasındaki tek uyum 2025’te halkın derin yoksulluğunun ve işsizliğinin büyüyerek devam etmesidir.
Bir bütün olarak hazırlanan bütçe sermaye ve servet transferinin çok açık ifadesidir. 2025 bütçesindeki kamu özel iş birliği (KÖİ) olarak bilinen projelerin sermayeye gerçekleştireceği transfer bile önemli bir veri. 2025 yılında bütçeden KÖİ projeleri çerçevesinde köprüler, otoyollar ve Avrasya Tüneli ile yap-kirala-devret modeliyle yaptırılan şehir hastanelerine toplam 202,3 milyar lira ödenmesi öngörülüyor. Kamu özel iş birliği kapsamında sermayeye 2017 yılından 2024 yılı sonuna kadar 187,5 milyar lira ‘garanti ödeme’ yapılmış. Önümüzdeki üç yılda ödenecek garanti ödeme tutarının ise en az 678 milyar lira olması bekleniyor.
Hedefler ve gerçekler
Öte yandan 2025 yılı için GSYH artışı yüzde 39 olarak hedefleniyor. Bu durumda 2025 yılı için Orta Vadeli Program’da yer alan yüzde 17,5 enflasyon hedefi ile bütçe büyüklükleri arasında ciddi uyumsuzlukların olduğunu söylemek mümkün. Hükümetin bir yandan talebi ve tüketimi kısması öte yandan yüzde 46,5 gibi bir vergi artışı öngörmesi oldukça tartışmalı olduğunu defalarca ifade ettik.
Bu durum ancak 2025 yılı içinde yeni ek vergilerle ve emeğin baskılanmasıyla mümkün olur. Dolayısıyla ücretlerin artmaması için tüm yolların deneneceği bir “devlet aklı”nın devrede olduğunu görmek gerekiyor. Önümüzdeki dönem sınıflar mücadelesinin seyri sürecin önemli belirleyeni olacaktır.
Yoksulluk genel yaşam biçimi haline geliyor
Cumhurbaşkanlığı 2025 yıllık programına göre 2023 yılında Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın tüm sosyal yardım programlarından faydalanan toplam hane sayısı 4 milyon 989 bin 456. Bu, yaklaşık 20 milyon kişiye tekabül ediyor ve nüfusun yüzde 23,4’ünü oluşturuyor.
Sosyal yardım programlarının birçoğu; normal şartlarda gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım gibi zorunlu ihtiyaçları asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti ifade eden asgari ücret baz alınarak yapılıyor. Ancak Türkiye’de bu yıl ikinci kez artırılmayan asgari ücret, nisan ayından bu yana açlık sınırının altında.
Aile destek programı, GSS prim ödemeleri, yakacak, engelli, engelli yakını, yaşlı yardımı, çoklu doğum gibi yardımlardan aylık net geliri asgari ücretin üçte birinden yani 5 bin 667,37 liradan az olan haneler faydalanabiliyor. Bu rakam açlık sınırına göre belirlenseydi söz konusu yardımlardan aylık 9 bin 700 liradan az geliri olan haneler faydalanabilecekti.
Prof. Dr. Aziz Çelik, asgari ücretin 2024 yılında bir kez saptanmasının yoksulluk eşiğinin düşük kalmasına yol açtığını söylüyor.
Bu durumda yoksullaşma genel hal olarak açığa çıkıyor. Dolayısıyla iktidar aynı zamanda yoksulluğu genelleştirerek yönetiyor. Sosyal destek alan hanelerin sayısı azalıyor. Bu şekilde sermayeye önemli bir pay aktarıyor.
Ücret mücadelesi yeni dönemi belirleyecek
Aralık ayında asgari ücretlere ne kadar zam yapılacağı tartışmaları sürerken, bütün fiyat artışları gerçekleşen enflasyon oranında belirleniyor. 2025 bütçesinde vergi artışlarının tamamı gerçekleşen enflasyonun üzerinden belirlendi. Vergiler ve fiyat artışlarının, gerçekleşen enflasyon baz alınarak yapılmasına rağmen, patronlar ve onların siyasal temsilcileri utanmadan asgari ücrete “yüzde 25” artış talep ediyor. Çalışanların alım gücü her geçen gün düşürülürken, bu kayıp neredeyse doğrudan şirketlere kâr olarak geçiyor. Başka bir deyişle, reel ücretler düşerken kârlar yükseliyor.
Ücret artışları genellikle enflasyonun gerisinde kaldığı için, çalışanlara geçmiş enflasyon oranında zam yapılsa bile, arada kaybedilen alım gücü geri kazanılamaz. Üstelik, enflasyonun yüksek seyretmeye devam etmesi durumunda, yapılan ücret artışlarının zaten reel olarak hiçbir anlamı yok. Öte yandan DİSK-AR’ın “Asgari Ücret Araştırması 2024” isimli raporuna göre asgari ücret ve asgari ücretin yüzde 50’den fazlası (17 bin 2 TL ve 25 bin 503 TL) arasında ücret alan çalışanların tüm çalışanlara oranı yüzde 69. Milyonlarca işçi bugün itibarıyla Türk-İş’in açıkladığı açlık sınırının altında bir ücret karşılığında çalışarak geçim mücadelesi veriyor.
Türkiye işçi sınıfının asgari ücrete mahkûm edilmesi tabii ki sermayenin bir bütün olarak tercihidir. Türkiye’de toplu iş sözleşmesi kapsamı yüzde 10,6 ve asgari ücret kapsamı yüzde 50 civarındayken asgari ücret mücadelesi deyim yerindeyse toplu iş sözleşmesi yerini alıyor.
Sınıfın öfkesi ve sendikal bürokrasi
İşçi sınıfının uzun vadede sermaye sınıfına karşı göreli olarak gerilediği bir momentten çıkış sinyallerinin verildiği ve nesnelliğin buna uygun olduğu bir gerçekliğin içindeyiz. Bu bağlamda aynı anda birçok görevi başarmamız gerekiyor.
Bürokratik işçi örgütlerine karşı mücadele vermek görevlerimizin bir tanesidir. DİSK’e bağlı Genel-İş sendikasının örgütlü olduğu CHP belediyelerinde çalışanlarının sendika tarafından satışı, sendikal bürokrasisinin gelmiş olduğu aşama açısından önemlidir. Sermayeyi mahkûm etmesi gereken işçi sınıfının öz örgütleri, sermaye lehine siyasal mühendislik yapınca sendikal bürokrasi kolayca işin içinden sıyrılabiliyor. Bu yüzden sınıf sendikacılığın görevi, sendikal örgütleri yeniden dönüştürmek, sendikal bürokrasiyi alaşağı etmektir.
Son olarak belirtmeliyiz ki, kriz döneminde sermaye birikiminin kesintisizliğini sağlamak için başvurulan zor, aynı zamanda sınıf mücadelesinin de önünü açıyor. Zor, sınıf hareketliliklerinin farklı ve yeni mücadele biçimlerinde patlak vermesini olanaklı kılıyor. Tam da bu noktada önümüzdeki dönem ücret mücadelesinin yaratacağı olanakların içerisinde boylu boyunca uzanabilmek, sınıfın içerisinde konumlanmak hayati önem taşıyor.