Post Marksizm’in Sınıf Yanılgısı

İşçi hareketleri 19. yüzyıl itibariyle endüstrinin geliştiği Batı Avrupa’da yükselmeye başladı. Tam da bu dönemde Marx ve Engels dünya tarihi sınıf savaşımları tarihidir diyerek yaşadığımız dünyadaki sınıf kavramını somutlaştırmıştır. İşçi hareketlerinin kapitalist toplumda yükselişini de yine Komünist Parti Manifestosunda iki farklı dinamikle açıkladılar. İlki kapitalist üretimin işçilerin fabrikalarda toplu hâlde çalışması, kendi aralarında kurdukları iş bölümü ve iş birliği ile işçi sınıfını güçlendirmesi şeklinde olmuştur (Marx & Engels, 2003). Bu güçlenme dinamiğiyle beraber ikinci dinamiği ise yoksullaşma olarak ifade ettiler. Birbirine zıt bu iki durum 19. yüzyılda İngiltere hegemonyasında gelişen sanayi düşünüldüğünde devrimi ateşleyecek olan çelişki olarak karşımıza çıkıyor. 20. yüzyıldaki gibi emperyalist koşullar henüz oluşmadığından yaptıkları tespit doğru olmakla beraber 1848-1849 isyanları ile de gerçekliğini ispatlamıştır.

20. yüzyıla gelindiğinde emperyalist koşullar ile eşitsiz gelişen kapitalizm işçi sınıfının güçlenme ve yoksullaşma dinamiklerini kırmak adına işçi aristokratlığını meydana getirdi. Bunu Engels son dönemlerinde İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu kitabında gelişmiş kapitalist ülkelerde bir işçi aristokrasinin oluşmaya başladığını ve bu dinamiklerin o bölgelerde çatallandığını ifade etmiştir (Engels, 1997). Kapitalist sistem tarafından yaratılan bu işçi aristokrasisi ile işçi sınıfı bölünerek işçilerin birlikteliğini güçlendiren dinamik ile muhtaç duruma sokan yoksullaşma dinamiği kırılmaya çalışılmıştır. Bu tahlili özümseyerek ileriye taşıyan ve teorisini Marksizm’e dayandıran Lenin net bir biçimde işçi sınıfı içerisinde tecessüm eden bu aristokrasiye dikkat çekerek işçi sınıfının devrim saflarını bozduğunu ve emperyalizme hizmet ettiğini söylemiştir (Lenin, 1917). Gelişen işçi aristokrasisi işçi sınıfının şartlarını iyileştirmemiş, kendi içinde bozgunculuğu yaratmış olduğundan aristokrat olarak ayrılan kesim bir nevi burjuvazi ile proletarya arasında tampon vazifesi görerek kapitalizme hizmet etmiştir ve günümüzde de etmektedir. Ancak merkez kabul edilen Kuzey ülkelerinin aksine, geri kapitalistleşmiş Asya ülkeleri gibi bölgelerdeki işçi sınıfının Marx ve Engels’in belirttiği şekilde aşırı yoksullaşarak proleterleşmesi ve yarı proleterleşmesi devam etmiştir.

İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası dönemde beyaz yakalı olarak tanımlanan eğitimli orta sınıfın doğması da gelişen teknolojinin eğitimli kalifiye emeğe duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. İşçi sınıfı içerisinde aristokratlaşan kesim gibi orta sınıf da yine elde ettikleri haklar, kazanımlar ve daha yüksek ücretler sebebiyle kendilerini işçi sınıfının üstünde görmüştür. Bunlar göz önünde bulundurulduğunda orta sınıfın da burjuvaziye yakın ve sermayeye hizmet eden bir ara sınıf olduğu kolayca anlaşılıyor. 21. yüzyıl itibariyle artık geçen yüzyıldaki Keynesyen refah modeli olarak kalkınma projeleri neo-liberal küreselleşme projelerine evrilmiş doğal olarak Fordist üretim modelleri de Post-Fordist bir yapıya kavuşmuştur (Harvey, 1989; McMichael, 2016). Bu değişimler sermayenin arada bıraktığı orta sınıf ve işçi aristokrasisini istediği ve uygun gördüğü vakitte tekrar proleterleştirebileceğinin açık ispatıdır. Kuzey ülkelerinden güneye kayan sermaye birikimi nedeniyle bugün güney ülkelerinde fabrikalarda biriken ve güçlenen yeni işçi sınıfları oluşurken yoksullaşma dinamiği de devam ediyor. Bunun anlamı Marx’ın 19. yüzyılda gözlemlediği işçi sınıfının eş zamanlı bir şekilde güçlenmesi ve yoksullaşması dinamikleri, 20. yüzyılda bir işçi aristokrasisi ve orta sınıfların yaratılması ile azalsa da 21. yüzyılda çok daha geniş, küresel bir ölçekte tekrar görünür oluyor. Bu durum aslında 21. yüzyıldaki sınıfsal durumun neden olduğu toplumsal hareketler de 1848 dönemi Avrupa’sına benziyor.

Hobsbawm 1978 yılında gerçekleştirdiği konuşmasında işçi sınıfının tarihi yürüyüşünün sonunun geldiğini ifade ettiği (Hobsbawm vd., 1980) için proletaryadan başka yeni bir sınıf arayışı post Marksistler arasında yayılmıştır. Neo-liberal politikaların 80’li yıllar itibariyle küreselleşme projeleriyle hız kazanması akabinde de Doğu Bloğunun çökmesiyle birlikte bir müddet Hobsbawm’ın argümanı birçok çevrede kabul görmeye başlamıştı. Ancak günümüzde Marksizm’i doğru bir diyalektik ile incelediğimiz zaman sınıfların temelde aynı şekilde geliştiği görülüyor. Bu da özellikle genel kapitalist birikim yasası ile açıklanan nispi artı nüfus kavramı ve Komünist Manifestoda sınıf savaşı ile ifade edilen kapitalist düzendeki çarpık üretim ilişkileri yaklaşık üç asırdır sınıf kavramının aynı eksende olduğunu gösteriyor (Marx, 2003; Marx & Engels, 2003).

Prekarya Kavramı

Günümüzde yarı-zamanlı güvencesiz işler ve merkez ülkelerde hızla gelişen gig-ekonomileri[1] için sermayenin yedek güç olarak hazırda tuttuğu işsizler ordusu, çağımızda ortaya çıkmış yepyeni bir sınıfmış gibi tanımlanıyor. Standing, bu tabakayı prekarya olarak tanımlayarak herhangi bir veriye dayandırmadan dünya nüfusunun %25’inin bu sınıfa mensup olduğu tezini savunuyor (Standing, 2011). Hâlbuki Marksist teori doğru ve tahrif edilmeden incelendiğinde, prekaryanın esasen proletaryanın bir şubesi konumunda olduğu açık bir şekilde görülüyor.

Prekarya, dünyada her türlü iş güvencesinden yoksun, vasıf durumları göz ardı edilen insanların meydana getirdiği, geçici işler haricinde bir işte çalışması mümkün olmayan, her an işsizlik tehdidi ile karşı karşıya olan tehlikeli bir anti-sınıf olarak tanımlanıyor (Standing, 2011). Bu tanım incelendiğinde, prekarya içerisindeki insanların yaşamlarını idame ettirmek adına emeklerini satmaktan başka bir seçenekleri olmadığı yani aslında proletaryanın bir fraksiyonu olduğu ortaya çıkıyor. Marksist teoride bu durum sınıflı toplum yapısında yer alan iki sınıftan diğerini, emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan işçi sınıfını meydana getiriyor (Marx & Engels, 2003). Guy Standing’in Marx’ın işçi sınıfının yerini aldığını öne sürdüğü yeni prekarya gerek sınıf mücadelesinde gerekse toplumsal mücadelede ne derecede yer bulabilir, bu soru akademik literatürde henüz bir cevap bulamadı. Zira Marksist teori doğru yorumlandığı zaman gelişen teknoloji ile gerçekleşen farklılıkların ya da kapitalist üretim ilişkilerinin dönem dönem yaşadığı krizler sebebiyle attığı farklı stratejik adımların yeni sınıfları doğurmadığı çok kolay bir biçimde anlaşılıyor. Bu yüzden de yukarıdaki sorunun net bir cevabının olmaması prekaryayı yeni bir toplumsal sınıf olarak kabul etmeyi mümkün kılmıyor.

Standing prekaryayı tanımlarken klasik sınıf özelliklerinden ayırıp çok farklı değişkenleri bir araya getiriyor. Refah seviyesi, gelir düzeyi, teknolojik gelişime sağladıkları uyumu, işgücü piyasalarındaki konumu gibi değişkenleri belirleyici olarak görüyor. Bu mantıktan hareketle sınıf kavramı insanların üretim ilişkilerindeki yerlerine ve rollerine göre değil de teknolojinin gelişmesi, emeğin esnekleşmesi, güvencesiz çalışma koşulları gibi etkenlere bağlanıyor. Bu da Marksist teori ile örtüşmeyen ayrıca günümüz sınıf ilişkilerini de açıklamaktan yoksun bir tanımlama oluyor.

Artı Nüfus ve İşsizlik

Marx Kapital’in birinci cildinde genel kapitalist birikim yasası içerisinde artı nüfus tanımlamasını yapmıştır. Marx artı nüfusu üçe ayırarak akıcı, saklı ve durgun olarak belirlemiştir. Günümüzde işsizlik istatistiklerinde sözü edilen işsizler Marx’ın akıcı artı nüfus olarak tanımladığı kesimdir. Kapitalist sistemin krizleri arasında meydana gelen ekonomik inişler ve çıkışlar sebebiyle işe alımlar ve işten çıkarılmalar ile oluşan nüfus değişimini Marx akıcı artı nüfus olarak ifade etmiştir. Bu kesimler gerektiğinde üretime geri çağrılan, kriz döneminde de işten çıkarılan nüfustur. Bu işten çıkarma ve geri çağırma eylemleri nüfusta bir akıcılık yarattığı için de akıcı artı nüfus kavramı yerinde bir tespit olmuştur. Kapitalist üretimin tarım alanlarını işgal etmesi ile birlikte topraksızlaşan köylüler ya kırsal alanda tarım emekçisi olarak ya da kente göç ile sanayi emekçisi olarak proleterleşir. Bu süreçte bir akma oluştuğundan ilk etapta akıcı artı nüfus gibi davranır. Bu akışın biteviye sürmesi için kırsal kesimde ikinci kategori olan saklı artı nüfusun bulunması gerekir ve bundan dolayı kırsal bölgelerdeki tarım emekçileri yoksullaşmaya mahkûm durumdadır. Durgun artı nüfus ise sermayenin emeğini sömüremediği yani üretime dahil edemediği nüfusu anlatıyor. Gelişen teknoloji ile işler otomasyon ve bilgisayarlı sistemlerle idare edildiğinden ihtiyaç duyulan işçi sayısı da çoğu sektörde azalma eğiliminde olup durgun artı nüfus yoğunluğu da artıyor. Bu kesim ne iş olsa yaparım diyen ya da iş bulma umudunu hepten yitirdiği için günü kurtaracak yevmiyeli işlere talip olan işçileri kapsıyor. Kapitalist ekonomi sisteminde faal olarak iş aramayanlar, umutsuz olanlar istatistiklerde yer almadığından, durgun artı nüfusun daha dip kesimlerindeki işçiler işsizlik istatistiklerinde bile görünmüyor. Bu kesim ekonominin yüksek oranda büyüme gösterdiği yani akıcı artı nüfusun yetersiz geldiği dönemlerde sermayeye adeta yedek iş gücü olarak el altında bulunur (Marx, 2003). 21. yüzyılda yarı-zamanlı, güvencesiz işlerde çalışarak yaşamını idame ettirme gayretinde olan yüz milyonlarca işçi aslında durgun artı nüfusu oluşturuyor.

21. yüzyılda sermayenin sömüremediği durgun artı nüfusun en dip kesimleri, işçi sınıfını yoksullaştıran dinamiği iliklerine kadar hissediyor ve bu kesim için işsizlik ölüm kalım meselesi hâline geliyor. Kapitalizmin pazar alanları yaratarak emeği sömürmesi ve bunun devamlılığı için yedek emek gücünü elinin altında bulundurması süreklilik arz edemediği için burjuvazi açısından bir meşruiyet krizine neden oluyor. Bu krizin sebebiyse, kapitalizm öncesi toplumlarda egemen sınıflar, sömürdüğü sınıfların hiç olmazsa karnını doyuracak bir ödeme yapıyordu ancak kapitalizmde burjuvazi işçi sınıfını sömürürken onun yoksullaşmasını da hızlandırıyor ve burjuva sınıfının yönetimdeki acziyetini gösteriyor. Bu noktada günümüzdeki krizler yalnızca ekonomik sebeplerle olmayıp özellikle Orta Doğu’da Arap baharı, Türkiye’de Gezi isyanı, Rojava devrimi gibi toplumsal olaylar hürriyet arayışları, despotik rejimlere ve faşizme karşı bir tepki şeklindedir. Geniş ölçekte incelendiğinde ise 21. yüzyıla damgasını vuran bu olayların da temelinde sınıf savaşımı yani proletarya ile burjuvazinin savaşı olduğu göze çarpıyor. İşsizler ordusu, güvencesizler, tekrar proleterleşen orta sınıf ve işçi aristokratları yeni bir sınıf olmak şöyle dursun, tamamen proletarya özelliklerini taşıyorlar. Üretim azaldıkça emek sömürüsü de azalacağından yukarıda açıklanan artı nüfuslardan akıcı ve durgun nüfus sayısı iyice artarak toplumsal olayları körükleyecektir ve körüklemektedir. Burada şunu unutmamak lazım, burjuvazinin kendi içindeki rekabeti de farklı kamplaşmalara sebep olduğundan dolayı meşruiyet krizleri döneminde, kendisini daha meşru gören ulusal ya da ulus ötesi burjuva sınıfları halk hareketlerini kendi rotasına sokabilirler. Sözün özü manifestoda belirtildiği gibi ana sınıflar da ara sınıflar da günümüzde aynı çelişkili sürece devam ediyor ve iktisadi sebeplerden bağımsız kendiliğinden gelişen toplumsal olayların yeni bir sınıfı ortaya çıkaracağını ya da çıkardığını iddia etmek doğru değildir. Standing, Gezi isyanına katılan halk kesimleri için geleceğin prekaryası ifadesini kullandığında burada proletaryadan farklı bir sınıf değil de o kesimin güvencesiz ve gelecek kaygıları çok olduğu anlamını çıkartırsak doğru kabul edilebilir. Zira oradaki halk da Kobanê’yi IŞİD’e karşı savunan halk da klasik anlamıyla sınıfsal mücadele temelinde özgürlük için mücadele etmiştir.

Kapitalist Genişleme Sonucu Proleterleşme

Burjuvazinin her daim yeni pazarlara ihtiyaç duyması sebebiyle sermayenin yayılması ve emeği soğurulmamış her karış toprağı keşfedip sömürmesi gerekir. Aksi takdirde kapitalizm varlığını idame ettiremez. Rosa Luxemburg bu hususu kapitalizmin üretim ve tüketim krizlerini çözebilmek için yayılacağı yeni alanlar olması gerektiğini ifade ederek açıklamıştı. Bu açıklamanın bir sonucu olarak da tüm dünyada sermayenin girmediği tek bir dehliz dâhi kalmadığında artık krizlerini çözemeyerek çökeceğini ifade etmişti (Luxemburg, 2004). Marx ve Engels de manifestoda kapitalist düzende ürünleri için durmadan genişleyen bir pazara gerek duyması burjuvaziyi yeryüzünün dört bir bucağına saldığını ve bu yüzden her yerde yuvalanmak, her yere yerleşmek her yerle bağlantılar kurmak zorunda kaldığını belirtmiştir (Marx & Engels, 2003). Bu bağlamda Luxemburg’un tespiti Marksizm ile örtüşen ve doğru yapılmış bir tahlildir. Günümüzde ise geri kapitalistleşmiş ülkelerde toplumun iyice proleterleştirilmesi yoluyla servet birikimi ve kapitalist genişleme söz konusudur. Zira 80’ler itibariyle başlayan küreselleşme projesiyle sermayenin girmediği ve kapitalistleştirmediği yer kalmayıp krizlerini çözebilmek için 20. yüzyılda yarattığı ara sınıfları tekrar proletarya saflarına iterek servet birikimini sürdürüyor. Bu perspektiften bakarak tekrar proleterleştirilen orta sınıflar ve işçi aristokratları ile yarı-proleterken gig-ekonomilerinde güvencesiz ve esnek çalışmadan dolayı tam proleterleşenler, kısaca gelecek kaygısının karanlığında hayatta kalma mücadelesi verenler yeni bir sınıfmış gibi bir yanılsamaya neden oluyor. Esasen hiçbir üretim aracında mülkiyeti olmayan emeğini satarak ücret alan herkes proleterdir ve günümüzde en esnek, güvencesiz, sigortasız ve çok ağır şartlarda çalışanlar da başka bir sınıf değil, proletaryanın alt tabakası olan işçilerdir.

Sonuç

21. yüzyılda sınıf kavramını değerlendirirken işçi sınıfının geçen yüzyıla nazaran daha fazla toplumsal harekete öncülük ettiğini görüyoruz. İşçi sınıfı tarihteki yürüyüşünü tamamlamamış ya da onu aşıp geçecek yeni bir sınıf henüz doğmamıştır. Bilâkis son yirmi yılda dünya üzerinde cereyan eden toplumsal olaylar mercek altına alındığında sınıfsal karakterin hâlen proletaryayı anlattığı görülür. Kapitalist genişlemenin sınırlarına ulaşması sebebiyle tekrardan proleterleştirdiği orta sınıfların sömürüsü ile artı nüfuslar daha da artmış, bunun tabii bir sonucu olarak da işçi sınıfının yoksullaşma dinamiği derinleşmiştir. Gelişen teknoloji ile çalışma şartlarının geçmişe göre farklılaşması ve esnekleşmesi enformasyon kapitalizminin dijital çağında olmamıza karşın işçi sınıfı için nesnel pratik şartlar Marx’ın yaşadığı 19. yüzyılla oldukça örtüşüyor. Açlık ve sefaletin deviremeyeceği hiçbir hükümet olmadığından içinde bulunduğumuz yüzyılda sınıfsal anlamda burjuvazi ciddi bir meşruiyet krizindedir ve bu krize karşı toplumun cinsiyet, kimlik ve kültür yönünden tüm ezilen kesimlerinin sınıf bilinciyle örgütlenmesi gereklidir. Ancak bu pratiği somutlaştıracak eylemler için sınıf yanılgısına düşmek, yeni sınıf arayışlarına girmek ve Marksizm’i yanlış yorumlayarak çıkarımlarda bulunmak maalesef proletaryanın devrimci ruhunu teskin ederek kapitalizmin meşruiyet krizlerinden çıkış yolu bulmasına vakit kazandırıyor.

Kaynakça

Engels F. (1997). İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu, Sol Yayınları.

Harvey, D. (1989). The condition of postmodernity (Vol. 14). Oxford: Blackwell.

Hobsbawm, E. J., K. Gill, P. Carter, K. Halpin, R. Murray, D. Jacks, M. Le Cornu (1980). The forward march of Labour halted?. Montly Review.

Lenin V. İ. (1917). Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Lenin Tüm Eserleri, cilt 27, s.308 (В. И. Ленин, Империализм, Как Высшая Стадия Капитализма, Полное Собрание Сочинений, том 27, ст.308)

Luxemburg, R. (2004). Sermaye birikimi. Belge Yayınları.

Marx K. & Engels F. (2003). Komünist Parti Manifestosu, Eriş Yayınları, s.30-31.

Marx K. (2003). Das Kapital 1. Cilt, Eriş Yayınları, s. 552-555.

McMichael, P. (2016). Development and social change: A global perspective. Sage.

Standing, G. (2011). The Precariat: The New Dangerous Class. New York: Bloomsbury Academic.

[1] Uber, Getir, TrendyolGo vb. platformlardır. Bir fabrika, iş yeri olmayan ve hatta mesai kavramı olmadan, çalışanların güvencesiz, sözleşmesiz hatta daha kötü platformlarda sigortasız bir şekilde çalışmak zorunda oldukları işler için kullanılan terimdir.

Scroll to Top