Kayseri’de fitili ateşlenen pogrom hızlı ve organize bir şekilde Antep, Hatay, Adana, Antalya, Bursa ve İstanbul’a da yayıldı. Aynı anda birçok ilde ateşlenen saldırılar sonucunda evlere girildiği, mültecilerin darp edildiği, işyerlerinin yağmalandığı görüldü. Son olarak Antalya’nın Serik ilçesinden gelen görüntülerde 17 yaşında Ahmet Handan isimli Suriyeli gencin cansız bedeninin yerde yattığı görüntü basında yer aldı.
Eş zamanlı olarak Türkiye sınırlarının dışında, Suriye’de TSK ile cihatçı çetelerin kontrol ettiği noktalarda, bölgeyi yakından takip edenlerin çok da şaşırmadığı bir isyana tanık olduk. Erdoğan’ın Esad ile görüşebileceğini ve yeniden diyalog sürecini başlatabileceğini ifade etmesinin ardından söz konusu bölgelerde cihatçı çetelerin isyanı patladı. PTT binalarının yakıldığı, Türkiye’den gelen tırların tarandığı, Türk bayraklarının indirildiği, kimilerinin de yakıldığı olaylarda TSK ve MİT’in bölgeye takviye destek yolladığı ifade edildi. Çıkan çatışmalarda en az 7 kişinin öldüğü de gelen bilgiler arasında.
Elbette sınırın iki tarafında eş zamanlı ortaya çıkan bu olaylarla ilgili tartışma çıkması kaçınılmazdı. Aynı anda ortaya çıkan bu iki manzara arasında bir bağlantı kurulabilir miydi? Bu iki olayın birbiriyle ilgisi var mıydı?
Bizim cevabımız, hiçbir kanıta dayanmayan bir “Evet”tir. Elimizde hiçbir kanıtımız yok ve zaten sınırın dışında yer alan MİT/TSK koordineli paramiliter gruplarla içeride derin devlet aparatı faşist güruhun nasıl ne şekilde hareket ettiğine dair kanıtlar bulmamız epey zordur. Ancak deneyimlerimize ve saha gözlemlerimize dayanarak kimi çıkarsamalarda bulunabiliriz. İddiamız şudur ki, bu yaşananlar uzun bir süredir alt emperyalist hayallerle, sıcak çatışmaların yaşandığı her bölgede askeri-siyasi olarak bir iddia koymaya çalışan ve büyük emperyalist devletlerin çatışmalarından doğan boşluklarda konumlanma stratejisi izleyen Erdoğan önderliğindeki yayılmacılığın gelip çarptığı gerçekliktir. Daha açık konuşmak gerekirse birileri oradan oraya sıçramaya çalışan çekirgeye hop demektedir. O birileri bizzat batıdır.
Ülke içinde Suriyeli mültecilere karşı girişilen faşist yağma ve son olarak işlenen cinayetin ardından gözaltına alınan kişilerin epey kabarık suç kayıtlarının olduğu ortaya çıktı. Bu suç kayıtları tertipli bir yağmanın geliştiğini söylüyor. Üstelik iç işleri bakanlığının bu verileri bizlerle paylaşması, “yurttaşların taşan öfkesi” kurgusu yerine suça bulaşmış bir kitlenin yine suç işlemek maksadıyla sokağa çıktığının ima edilmesi ilginçtir ve tertibatın odağı hakkında bizlere ipuçları vermektedir.
Faşizmin vurucu gücü olan paramiliter unsurların ve faşist güruhun ortak özelliği onların lümpen proleter karakterleridir. Deklase olmuş/üretim ilişkilerinin dışına itilmiş, suç, yağma ve hırsızlıkla geçim sağlayan, devlete karşı itaatkâr, aşırı milliyetçi, kimisi ırkçı, kimisi radikal dinci olan bu unsurlar kullanışlı birer araçtır. Böylesi kalabalık bir suç örgütünü bir araya getirebilecek yegâne güç bir ya da birkaç devlet kliğidir. Eş zamanlı bir organizasyon ancak ve ancak örneğini geçmişteki birçok katliam ve yağma olayında gördüğümüz gibi -örneğin 6-7 Eylül’de, örneğin Madımak’ta (olayların yıl dönümüne denk gelmesi tarihin bir ironisi midir?), örneğin Maraş’ta- devlet içindeki özel harp aygıtlarının harekete geçirilmesiyle gerçekleşir. Sadede gelelim. Bizzat CIA tarafından komünizmle mücadele amacıyla kurulan ve komando kamplarında eğitilen, iç savaş ve kontra terör eğitimi alan malum faşist terör örgütünün ve onun siyasal uzantısı olan faşist partinin olayların tertibatında yer aldığı anlaşılıyor. Retorik olarak yer yer, zaman zaman ABD ve batı karşıtlığını dile getirse de batının kullanışlı aparatı olan bu terör örgütleri devrededir. Öyleyse onları eğitip donatanlar da devrededir. Dışarıda ise içerisinde bin bir ülke istihbaratının cirit attığı anlaşılan ama MİT tarafından da koordine edildikleri söylenen cihatçı çetelerin namluları eş zamanlı olarak TSK’ya ve Türk varlığına yöneldi. Dış politikada alt emperyalist hayaller peşinde koşarken batı bloğu ile doğu bloğu arasında fırıldaklıklar yaparak yol almaya çalışan Erdoğan’a acı bir mesaj verdikleri anlaşılıyor: Seni zayıf karnından vururuz, ülkende karışıklık çıkarırız, kan dökeriz, Suriye gibi olursun.
Evet, sürekli operasyon kovalayanlar zaaflı anlarında operasyonların hedefi olabileceklerini hesap edebilmeliler. “Üç yüz beş yüz mülteci saldırıya uğramış, birisi ölmüş, Erdoğan için ne gam” diyenler olabilir. Ancak hatırlatmak gerekir ki olayların kontrolden çıkma eğilimi her zaman belirebilir, ülke bir anda Ukraynalaşabilir, Suriyeleşebilir. Son derece kırılgan bir rejim krizi ve üstelik sert bir yoksullaşma yaşanırken üstüne bu tarz operasyonların gerçekleşmesi ciddi bir tehdittir.
Eklemeden geçmeyelim. Sadece sopayı tutan değil, bizzat sopanın kendisi de hesaplaşma peşindedir. Uzun bir süredir içerideki yumuşama tartışmaları, Yargıtay seçimleri, bilhassa Sinan Ateş cinayeti ve Ayhan Bora Kaplan soruşturmasında gerim gerim gerilen AKP-MHP ilişkilerinin geldiği noktada eline bir fırsat geçiren MHP Erdoğan’a dişini göstermiştir.
Ahmet Handan’ın Ölümü
Olan gariban mültecilere olmuştur. Sosyal medyada paylaşmaktan imtina etmedikleri görüntülerde faşist yağmacıların mülteci evlerini bastıkları, mültecileri darp ettikleri, dükkanları yağmaladıkları (bu kısmı küçümsemeyelim, yağmanın kurucu karakteri var bu topraklarda) görülüyor. Üstelik kolluk gözetiminde yaptılar bunu ki bu kısmı da çok tanıdıktır bizlere. Mala zarar vermekle, yağmalamakla kalmadılar. 17 yaşındaki Suriyeli Ahmet Handan bıçaklanarak katledildi Serik’te.
İktidar içi kliklerin savaşı, ABD’nin Erdoğan’a vermek istediği mesaj bir yana. Buradan sonrası bizleri çok daha fazla ilgilendiren şeyler. Bizlerden kasıt halk güçlerinin siyasal öncülüğünü kurma iddiasındaki herkestir.
Ölümler konusundaki tepkisini siyasal dille yükselten bir toplumsallık yakın geçmişte tatmin edici bir düzeyde miydi, bu tartışılır elbette. Ama yakın geçmişte bilinçli siyasal tepkilerin daha gür çıktığı, aradan geçen zaman zarfında günden güne bu tepkilerin odağının zayıfladığı bir gerçek. Ölümlere siyasal tepkiler vermenin yerini seyirciliği ve ceset müşteriliği ile öne çıkan bir kitlenin aldığı da gerçek. İşçi cinayetleri, kadın cinayetleri, mülteci cinayetleri… Cinayetler cinayetlere ekleniyor, ölüm yaşam alanlarımızda kol geziyor. Bu cinayetlere güçlü bir siyasal tepki örgütlenemiyor.
Siyasal bir sinizm ile geçmişe öykünmek ya da ülkenin çok bozduğundan dem vurarak efkarlanmak için söylenmiyor bunlar. Bu yaşanan her şey siyasal rejimle ilgili, onun dışında bir şeyden bahsetmiyoruz sonuçta. Onu alt edebilmek için onu daha fazla tanımlamaya ihtiyacımız var.
Bir Güruh Yaratmak
Bir kitle hareketi olarak faşizm, şef Erdoğan’ın siyasal ve ekonomik olarak kudretli, ihtişamlı yıllarına denk gelen dönemin bir ürünü olarak biçimlendi. Anayasal düzenlemelere yasal düzenlemelerin, yönetmeliklere kararnamelerin eklenerek biçimlendirildiği, vurucu gücün keskinleştirildiği bir devlet inşasına eşlik edecek bir dizi düzenlemeyle bir toplumsallık yaratmak gerekiyordu.
Neo-Osmanlıcılık adı altında ortaya atılan yayılmacı doktrin iktisadi/siyasal bir dizi temele dayanıyordu. Küresel kapitalist sisteme entegrasyon politikaları, bu politikalar sonucunda iyice semirtilen kapitalist sınıfların genişleyen talepleriyle birleşiyor, bu talepleri yerine getirmek için girişilen restorasyon her ülkenin kendi tarihiyle damgalı siyasal gerçekliğine çarpıyordu. AKP’li yıllarda patlayan ve halen dindirilemeyen ülkemizin kendi tarihiyle damgalı hegemonya ve siyasal krizleri bu iktisadi/siyasal gerçeklik içerisinde zuhur etti. Özellikle yeni devletin inşasındaki ideolojik muhtevanın ne olacağına ve devletin kritik kademelerinin ne şekilde paylaşılacağına dair mücadelenin yarattığı gerilimler halen güncel siyasetin seyrini belirlemektedir.
Bu dönüşüme eşlik edecek bir toplumsal proje de gerekliydi. Osmanlı yayılmacılığını, gücünü, ihtişamını anlatan büyük bütçeli diziler, fetih filmleri basitçe ikonografik hamleler değildi. Onlara eşlik eden eğitim müfredatı düzenlemeleri, dinselleştirme ve milliyetçileştirme kurumları olarak çalışan vakıf ve derneklerin mantar gibi yayılmaları ile birlikte düşünülünce tüm bunların bir güruh yaratmanın araçları oldukları görülecektir. Yer yer komplocu, pozitif bilgiden yoksun, devlete karşı son derece itaatkâr (itaatkârlaştırmada muhafazakârlaştırmanın ve cinsel baskıların rolü büyüktür) en önemlisi de krizin etkisiyle mülksüzleşmiş hatta bir kısmı deklase olmuş kitleler böyle yaratıldı.
Kitle yerine gaddarlaştırılmış bir yığın demek daha doğru olacaktır belki de. Bunlara eşlik eden bir de sosyal medya ordusu var. Gencecik çocuklar kurtuluşçu tüm hareketlere düşman yetişiyor. Rasyonel düşünceyle sorunlu[1], yer yer ırkçı, yer yer militarist, yer yer sosyal Darwinist, yer yer spekülatif bilgiye dayalı sapkın bir ideolojiyle donanmış bir faşist gençlik güruhu türedi. Krizin, çürümüşlüğün ve çıkışsızlığın sonucu bunlar. Buradaki en önemli krizin sosyalist solun hegemonya krizi olduğunu, ama o krizin de sosyalist solun genel zayıflığının bir ürünü olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur herhalde.
Genel zayıflık demişken, bir türlü kurulmayan ve kurulmasından ısrarla imtina edilen ittifakımız, halkçı ittifakımız için söylenecek çok şey var. İttifak bileşeni olan ya da olması muhtemel birçok siyasal güç sokakta temmuz zammıyla ilgili kampanya yürüttü. Türkiye işçi sınıfının ve emeklilerin genel gündemi olan temmuz zammının ortaklaştırılmış genel bir kampanyası çok ses getirebilirdi. Ayrı ayrı yapılan zayıf ve ses getirmeyen bir sürü kampanya yerine bir ittifak kampanyası gidişata müdahale edebilirdi. Birçok fırsatı kaçırarak siyasal bir güce erişebilmekten her seferinde imtina ediyoruz. Ahmet Handan’ın ölümünün bununla bir ilgisi var.
[1] Oturup rasyonalizmin Marksist eleştirisini yapacağımız ortamları özlemle anıyoruz.