Patriyarka Kıskacında Diziler: Gerçek mi Sahte mi? – Kolektif

Hemen her evin vazgeçilmez sakini, hafta içi akşamlarının ekonomik eğlencesi, yemeklerin eşlikçisi, misafir davetlerinin belirleyicisi, sistemin yeniden ve yeniden üreticisi televizyon dizileri acaba toplumsal ilişkilerin aynası mı yoksa belirleyeni mi?

Toplumsal değişim-dönüşümden, yozlaşmadan, yükselen şiddetten, ekonomiden hemen etkilenen, barış ortamına göre şekillenen diziler, toplumsal cinsiyet rolleri bakımından bize neler söylüyor ya da tersinden toplumdaki değişimler, dizilere nasıl yansıyor? Bizden ekrana yansıyanlarla ekrandan bize yansıyanlar nerelerde kesişiyor? Dizilerdeki temsillerin bizi yansıtma gücünü hafife almadan, bu temsillerin yaratımı üzerinde söz sahibi olarak toplumsal cinsiyet rollerine nasıl etki edebileceğimizin olanaklarını düşünmek gerekiyor.

Araştırmalar hayata bakışımızda bize sosyal çevremiz kadar dizilerin de etki ettiğini söylüyor. Dolayısıyla sistemin kullanışlı bir manipülasyon aracı olan TV programlarının dinamiklerini iyi anlamak ve bu dinamiklere etki etmek oldukça önem kazanıyor. 

Toplumsal Özgürlük Partisi İzmir Kültür Sanat Komisyonu olarak 2024’ün Mart ayında düzenlediğimiz Zamanımız ve Biz söyleşisinde diziler ve toplumsal cinsiyet hakkında konuştuk. Biliyoruz ki feminist bir araştırmanın, feminist bir metodolojinin temeli şuna dayanır: Kadınlar yerine, kadınlar için konuşmadan kadınlarla birlikte konuşmak. Bu yazıyı da söyleşimizi temel alarak kolektif bir şekilde kaleme aldık.

“Gerçeklik, gösteri içinde birdenbire belirir;
gösteri gerçektir.” (Guy Debord)

Gerçekliğin Altını Oyan Diziler

Özellikle 60’lar, 70’lerden itibaren televizyonun toplumsal normları kabul etme sürecimize doğrudan dahil olduğunu görüyoruz. Medyanın etki gücünün yoğunluğu ve genişliğinin fark edilmesiyle beraber medyanın işlevine dair eleştirel tartışmalar da beraberinde geldi. Feminist perspektiften toplumsal cinsiyet rolleri bakışı da bu tartışmaların önemli bir parçası oldu,olmaya da devam ediyor. “Medya kadınları nasıl gösteriyor, kadınlar ve erkeklere yüklenen toplumsal roller neler, iş gücü bakımından kadınlar ile erkekler arasındaki ücret eşitliğinden söz edebiliyor muyuz?” gibi görsel yayın sektöründeki kadın temsilî ve işçiliği feminist bir bakışla eleştiriye açıldı. 

Erkek egemen sistemden azade olmayan medyanın belirli bir ideolojik tutumla içerik ürettiğini biliyoruz. Gaye Tuchman  “Kadınların Medya Tarafından Sembolik İmha Edilişi” başlıklı makalesinde medyanın kadınlara karşı temelde işlettiği üç politikayı şöyle sıralıyor: İtibarsızlaştırma, tecrit etme, altını oyma. Bu politikalar ekrana özgüvenli kadınların tutarsız, hırçın, saçma davranışlarla eşleştirilerek itibarsızlaştırılması; kadınların ve kadın sorunlarının belirli programlara (gündüz kuşağı ya da kadın programları) sıkıştırılarak tecrit edilmesi; kadına yönelik şiddete karşı çıkmak amacıyla şiddeti yeniden bir üreten bir biçimde şiddetin gerçek sebeplerini gizleyerek, gerçekliğin altını oyma olarak yansıdığını görüyoruz. Hikâyenin akışına odaklanan, kapılan izleyiciler belirli bir toplumsal cinsiyet bakışına sahip değilse bu üç temel politikayı fark etmemenin yanı sıra erkeklerin repliklerinin daha fazla olduğunu, cinsiyete göre mekan kullanımını, cinsiyetçi iş bölümünü, aslında belirli bir “makbul” kadın profilinin farklı görünümlerini de anlamayacaktır. 

Patriarkanın Kadın Maskesi Takmış Hâli

Türkiye televizyonlarında yayınlanmış/yayınlanan dizilere bakınca özellikle bazı dizilerin töre ya da çete üzerine kurulmuş olduğunu görürüz. Farklı karakterlerde gösterilen kadın figürleri de oldukça stereotipiktir, yani kadınların ismi, yaşı, konumu değişse de belirli bir tip karakterlerdir. Örneğin töre dizilerinde zengin ailenin büyük konağının içinde gelinler ve dul bir hanımağa vardır. Hanımağa güçlü kadın rolündedir fakat güçlü görünmesinin sebebi, konak içerisindeki diğer kadınlar üzerine kurduğu eril otorite ve baskıdır. Sözü geçen kişi, her ne kadar bir kadın olsa da aslında konaktaki kadınları “makbul” bir çizgide tutmaya çalışan bir temsildir. Yani hanımağa aslında patriyarkanın kadın maskesi takmış hâlidir. Konaktaki diğer kadınlar ise zaten neredeyse dizi boyunca yalnızca konağın içinde durur ve hanımağanın gözüne girmek için birbirleriyle rekabet ederler, birbirlerinin kuyusunu kazarlar. Peki dizilerde yansıtılan bu rekabet gerçekçi midir? Gerçek hayatta da kadınlar sürekli birbirlerinin kuyusunu mu kazarlar; yoksa bu, sistemin bir manipülasyonu mudur? Dizilerdeki kadın temsilleri üzerine yapılan sosyolojik araştırmalarda, örneklemdeki kadınların çoğu bu soruya evet cevabını vermesine karşın, kendi hayatlarında ve çevrelerinde kuyularını kazan bir kadın olup olmadığı sorulduğunda böyle bir kadın tanımadıklarını söylemişlerdir. Bu çelişki bize dizilerdeki bazı kadın temsillerinin gerçeklik algımızı bozup kadın dayanışmasına zarar verdiğini, bu bozuk algının ataerkil tahakküme güç verdiğini gösteriyor. Ayrıca gerçeklik algımızın bozulması gibi önemli bir sapma, normal kabulümüzü de kolaylıkla değiştirebilir. Konaktaki gelinlerin/kadınların, kendilerinin aksine neredeyse tüm dizi boyunca dışarıda olan ve “çok önemli işler” yapan mafyatik kocaları tarafından sürekli fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalması ve bu sahnelerin genellikle romantik sevişmelerle bitirilerek güzellenmesi de dizilerin olmazsa olmazıdır. Şiddet ve istismar içeren bu sahneler gayet olağanmış gibi yansıtılır. Kadınlar kocalarını her şeye rağmen çok severler​​, yaşanan bütün kötü şeyleri bir çırpıda unuturlar. Bu da onları “iyi, masum kadın” rolüyle çevreler, dizi boyunca yaşlı ve masum nine ve dedeler tarafından ödüllendirilirler, başlarına iyi şeyler gelir. Erkeklerin sözünü dinlemeyen, atılgan, açıksözlü ve tıpkı erkekler gibi sürekli dışarıda gezen kadınlar ise “kötü kadın” rolündedir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin televizyon dizilerinde temsili üzerine sosyolojik bir araştırma tezi* bize, dizileri izleyen çoğu kadının gerçekten de sessiz, pasif kadını iyi, asi kadını ise kötü olarak nitelendirdiğini göstermektedir. Hâlihazırda varolan toplumsal cinsiyet rolleri, dizilerdeki karakterler aracılığıyla da pekiştirilip yeniden karşımıza sunuluyor. Yani patriyarka, kendi sisteminde makbul bir kadın olmanın anahtarını bu diziler eliyle de kadınların cebine koyuyor.

Dizilerde İnşa Edilen “Ortak Kadınlık”

Yine dizilerde karşımıza çıkan bir diğer ayrımcı durum ise nadiren eğitimli kadın karaktere rastlamamızdır. Dizlerdeki kadın karakterlerin eğitimlerini, eğitim süreçlerini hiç bilmiyoruz. Eğitimli olmak erkeklere bahşedilen bir özellik olarak görünür. Kadınların nadiren, sınıfının bir özelliği olarak iyi eğitim aldığını görüyoruz; bu da çoğunlukla abartılmış bir şekilde karşımıza olarak çıkıyor. Tabii çoğunlukla bu eğitimli kadın karakter aile şirketlerinden birinde çalıştırılarak manipüle ediliyor. Hatta başına gelen tüm zorlukları yalnızca bir erkek yardımıyla aşabiliyor. Kadınlar ne kadar güçlü ve eğitimli olurlarsa olsunlar yanlarında bir erkek olmadan zorlukları aşamazlar anlatısı, eğitimli kadın karakterin olduğu dizilerin olmazsa olmazıdır. 

Senaryoya bir çocuk girdiğindeyse işler iyi karmaşıklaşıyor ve kadının hemen işini bırakıp çocuğuna bakması gerektiği zorunluluğu öne çıkıyor. Çocuğa bakım verme zorunluluğunun kadınlar ile özdeşleştirilmesi, dizinin kültürel mekânının kırsalda ya da kentte olması fark etmeksizin aynı şekilde karşımıza çıkıyor. Yani mekân, kadınların yaşadığı eşitsizlik sürecini etkilemiyor. Bu da bize aslında gerçek hayatta kadınların sınıfsal olarak yaşadığı birtakım özgün zorluklar varken dizilerde ortak bir kadınlık kategorisi inşa edildiğini gösteriyor. Dizilerde kadınların geçmişi, eğitimi, kişisel özellikleri; yaşadıkları eşitsizlikleri değiştirmiyor.

Coğrafi bölgelerin özelliklerine göre yazılan senaryolarda da kadınlık inşasıyla ilgili bir farklılıktan söz edemiyoruz. Fettan, açgözlü, paragöz, arabozucu, hırslı, entrikacı kötü kadın miti Yeşilçam’dan bu yana varlığını devam ettirse de dizilerle beraber kötü kadın imajı; eğitimine önem veren, erkeklerin kurallarına boyun eğmeyen, herhangi bir erkekle ilişki kurmayan ya da günübirlik ilişki kurmayı tercih eden kadın şeklinde bir değişikliğe uğruyor. 

Cinsiyetlerin Doğası Rejimi

Dizilerde cinsiyetlerinin doğası rejimi, duygusallığın kadına atfedilmesiyle karşımıza çıkıyor. Duygusal, narin ve aciz olmak kadın ile özdeşleştirilirken erkeklerin duygusallığı erkekliğin sakatlanmasıyla ilişkilendiriliyor. Kadın ve erkeğin belirli duygular içine hapsedildiğini görüyoruz. Dizilerde erkeğin kadını öldürmesi, kadına her türden şiddet uygulaması, tüm kötü davranışları erkeğin duygusal süreçleriyle ilişkilendirilerek rasyonalize ediliyor. Günümüz Türkiye’sinde kadın cinayetlerinin en önemli sebebi kıskançlık ise dizilerde romantik bir duygu olarak yer buluyor, kabul görüyor. Çiftlerin birbirinin telefon mesajlarını karıştırması gibi temel sınır ihlâlleri zaten olağan bir davranış olarak sunuluyor.

Dizilerde aile temsili ise aileyi koruyan, kurtarıcı erkeklik performansını gördüğümüz bir erkekle güçlendiriliyor. Aile, dizilerde de kadını denetim altına alan, dışarı çıkmasını engelleyen baskı mekanizması olarak yerini alıyor. Erkekleri çoğunlukla ev dışındaki mekânlarda görürken kadınları ev işleri, çocuk veya yaşlı bakımı için iç mekânlarda görüyoruz.

Kadınların dizilerde birbirleriyle kurdukları tuhaf ilişki biçimlerine gerçek hayatta pek rastladığımızı söylemek mümkün değil. Kadınların hiç dostu, arkadaşı olmadığını; birbirlerine devamlı düşmanlık duyduğunu görüyoruz dizilerde. Kadın karakterler “Kadın kadının kurdudur.” mitini besleyen ilişki biçimleri içinde yer alıyor. Oysa kadınların gerçek yaşamlarına baktığımızda birçok arkadaşı olduğunu, ailesiyle, akrabalarıyla çoğunlukla çok iyi ve güvenli ilişkiler kurduğunu görüyoruz. Patriyarka ve kapitalizmin beraber en iyi yürüttüğü işlerden biri, kadınların birbirine eril bir bakışla bakmasını sağlamaktır. Bu erkek egemen kapitalist bakış; kadınların birbirine olan güvenini sarsmak, aralarındaki dayanışmaya zarar vermek için istediği ilişki biçimini dizi karakterlerine yükler. Medya aracılığı ile egemen değerler ve kültürler üzerinde belirli tutumlar oluşturulmasını Gerbner ekme kuramı** olarak tanımlıyor. Dolayısıyla diziler hayatımızın parçası mı aynası mı sorusuna “aslında her ikisi de” şeklinde yanıt verebiliyoruz. Hâlihazırda kapitalist erkek egemen kodlarla örülmüş yaşamımızı aynaladığı gibi bu kodlardan sıyrılmış, sistem karşıtı mücadelelerle elde edilen kazanımları geri almaya çalışıyor. 

Tüm bu bahsettiklerimiz ışığında dizileri; kendimizi, toplumu görmenin bir yolu olduğu bilmekle beraber üzerimizdeki etki gücünü hafife almadan, kendimizi kaptırmadan, sistemin bir ürünü olduğunu unutmadan izlemek, yanı sıra izleyici kitlesine tepeden bakmadan dizilere eleştirel bir yaklaşım sunabilmek ve bu eleştirel bakışı toplumda yaygınlaştırmak sisteme açılabilecek önemli gediklerdir. 

*   Sevgi Artuç Kutlu, Katip Çelebi Üniversitesi.

** Gerbner’in ekme kuramı yaklaşımına göre televizyonda sürekli olarak izleyiciye sunulan mesajlar, izleyicilerin gerçeklik hakkında fikir ve tutumlarını etkilemektedir. Gerbner ve arkadaşları televizyonun sürekli olarak toplumdaki egemen fikirleri ekmekte olduğunu söylemiş ve bu nedenle çok televizyon izleyen kişilerin gerçeklik algısının doğrudan televizyon mesajlarıyla oluştuğunu belirtmiştir. (Kaynak: Wikipedia)

Scroll to Top