Cinayet Yasalarına Karşı Yurdu ve Yurttaşlığı Savunmak

İslam inancına göre, kıyamet gününde dört büyük melekten biri olan İsrafil sura üfler. Birinci üflemesi ile yer ve gökteki bütün canlılar ölür ve dünya hayatı sona erer. Sura üflenmesi kıyametin başladığının habercisidir. Surun sesi yaşamsal bir kopuşun alarm sesidir. Kıyamet alametidir.

Kıyamet bir sonla ve yok oluşla yazgılı olsa da; belirsiz bir tarihe ötelemeden rasyonel dünyanın güncel sınırları içerisinde bugün; bir kıyametin tam ortasında konumlanıyoruz. Dünya kırmızı alarm veriyor. ‘Sur’ ya da adına ne diyeceksek o kıyamet alametleri her yandan kendisini gösterirken, ardı ardına yaşanan felaketler bir kıyameti bağıra çağıra fısıldıyor bize, hepimize.

‘Yok oluş’ ve yaşam arasındaki o ince çizgi kapitalist kıyametin pratikleriyle yok oluşa doğru silikleştiriyor yaşamı… Kapitalist hegemonya ve icracıları eliyle. 

Ülkemizde o hegemonyanın icracısı 23 yıllık iktidar pratiğiyle sermayenin sözcülüğüne soyunmuş ve sadece sözcülük pratiğiyle kalmayarak sermayenin varoluşuyla kaynaşıp bütünleşmiş AKP iktidarının ta kendisi. Tüm devlet ve iktidar aparatlarıyla kıyametin ta kendisine dönüşerek…

***

Enerji ve madencilik yatırımları başta olmak üzere ‘mega’ projeler aracılığıyla orman ekosistemlerini işgal yasaları, maden için kesilen ormanlar, ‘‘inşaat ya resullallah’’ denilerek ‘‘yollar, köprüler’’ hamaseti altında çılgın projelerle yok edilen doğam yaşam, yaban hayat, kuşatılan meralar, yutak alanlar, zeytinliklerin, nadide kıyıların üstüne kondurulan ultra lüks betonlar, yeraltı ve yer üstü tüm doğal kaynakların son tahlilde sermaye birikimi için çitlenerek yağma ve ranta açılması…

23 yılın seceresi uzun, günahı çok! Ama fazla gerilere gitmeden, son haftalarda ardı ardına iktidar çokluğuna dayanarak, TBMM’den cansiperane bir militanlıkla geçirilen yasalar bu iktidarın ve sermayenin alameti farikasını anlamak için yeterli olsa gerek.

19 Temmuz’da memleketin tüm doğal alanlarını, ormanları, zeytinlikleri, meraları ve hatta sit alanlarının tamamını maden şirketlerine açacak, tarımı, zeytinciliği, halkın geçim kaynaklarını bitirecek, ekolojik yıkımı derinleştirecek, ülke kaynaklarını yerli ve yabancı maden tekellerinin talanına açacak madenlere süper izin yasası TBMM’den zor gücüyle geçirildi.

Sermaye birikim modelinin doğal varlıklar üzerindeki tahakkümünü pekiştiren, toplumsal yaşam alanlarını ticarileştiren bir yasa kılıfına sokularak. 

Meclisten geçirilerek resmileştirilen bu yasa, zaten uzun zamandır fiili olarak pratikte uygulanıyordu. Ülkenin yüzey alanının tamamını açık hava maden sahasına çevirerek, doğal ekosistemleri inşaat yağmasına açarak, termikle, nükleerle, hidroelektrik santralle yağmalayarak… Nihayetinde ise deprem sonrasında önce ‘‘afet yasası’’na dayandırılarak ve ardından ‘‘acele kamulaştırma ve istimlak’’ uygulamalarıyla yasal çerçeveleri pratikleşen bu yasanın laboratuvarı Hatay’da kurularak deneyi yapıldı. Şimdi ise sağlaması sermaye birikim modelinin ‘‘çökme yasası’’ diyebileceğimiz maden yasasıyla tüm ülkeye yayılarak, uygulanacak.

***

Hemen evvelinde yasalaşan ‘‘iklim kanunu’’ adı altındaki karbon emisyon ticaret yasası da aynı çökme planının öncüsü ve bütünleyicisi olarak görülmeli.

Küresel ısınmanın 1,5 santigrat derece ile sınırlandırılması için endüstrilerde karbon salınımının düşürülmesine ilişkin ekolojistler, bilim insanları acil eylem çağrıları yaparken; iklim krizini piyasalaşma için fırsat kapısı olarak gören bir bakış açısıyla sermayenin karı, sermaye birikim modelinin hayrı için iklim kanunu adı altında karbon emisyon ticaret sistemini ve piyasayı düzenleyici bir yasa meclisten geçirildi. İklim krizini rant için fırsat bilip, şirketlere kirliliği alıp satma hakkı veren iklim piyasası yasası…

Dünya’nın yüzey sıcaklığı, yaklaşık 1,2 santigrat derece artmış durumdayken, kritik eşik olan 1,5 derecelik artış artık kaçınılmaz vaziyetteyken, sadece bu yazın ilk üç haftasında 20 binden fazla hektar ormanlık alan kül olmuş, ülkenin dört bir yanında orman yangınları bir ateş topuna dönüşmüşken bu yasalar önümüze getirildi. Yani karşı karşıya olduğumuz kıyametin sonuçlarını bizzat, hep birlikte yaşarken…

Aşırı iklim olayları, aşırı yağış, aşırı kuraklık, fırtınalar, seller, orman yangınlarının tanığıyken, buzulların eridiği, deniz seviyelerinin yükseldiği, okyanusların asitlendiği, yüz binlerce yılda oluşan ekosistemlerin çöktüğü yaşamsal bir tehditle karşı karşıyayken ‘İklim değişikliğinin de etkisiyle değişen ve dönüşen dünyada, bu dönüşümün fırsatlar sunduğu ve bazı sektörlerde olumlu etkiler yaratabileceği….’ diye başlayan yasal itirafın, yeşil makyajlı eşlikçiliğinde geçiriliverdi bu yasal felaketler….

İçinde bulunduğumuz kıyamette, alametleri bir yerlerden beklemeye gerek yok, kıyameti fırsat bilen ve sura bizzat meclis eliyle üfleyip, ‘‘kıyameti müjdeleyen’’ bir ‘‘rejimimiz’’ var vesselam…

***

Saraydaki oligarşinin, sahadaki sermayenin çıplak ve mutlak diktatörlüğünü ilan eden bu yasalarla, sermaye doğanın hükümdarı olarak ilan edilirken, aynı zamanda doğa ve insan tümüyle ayrıştırılıp, karşı, zıt, düşman kutuplara yerleştiriliyor. 

Günler, haftalar boyunca Muğla’dan Tokat’a Rize’den Hatay’a memleketin her bir köşesinden Ankara’ya TBMM önüne akın eden yurttaşlar iktidarın ‘‘adrese teslim süper talan izinli maden yasası’’na karşı ‘‘Toprağımızı Vermiyoruz’’ diye haykırırken yaratılmak istenen doğa-insan zıtlığına karşı doğa ve insan ilişkisini öyle sarih cümlelerle ifade etmişlerdi ki…

‘‘Bu topraklar, bir haritanın kenarına iliştirilmiş sınır çizgilerinden ibaret değil.

Burası birlikte nefes aldığımız, gölgesinde serinlediğimiz, suyunu kana kana içtiğimiz bir yaşamın bütünü.

Ormanı, deresi, merası, sulak alanı, sit alanı, kıyısı, zeytinliği, merasıyla hep birlikte bir yaşam ağıdır burası.

Ve şimdi bu ağ, bir işgal yasasıyla paramparça ediliyor’’

Engels’in Doğanın Diyalektiği’nde “…doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız.” diye yazdığı gibi, kendini doğanın bir paçası, bir uzvu gibi görerek…

Tam da bu bilinçten hareketle; Maden Yasası’na, neden yurttaşın rızası olmadığını tüm çıplaklığıyla şöyle ifade ediyorlardı:

‘‘Bu torba yasayla iktidar, doğaya ve insana ait olan ne varsa şirketlere devretmenin yollarını arıyor. Yaşamı koruyan yasalar tek tek etkisiz hale getirilmek isteniyor. Meclis komisyonları kapılarını halkın yüzüne kapatırken, şirket temsilcilerine ardına kadar açıyor. Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) süreçleri etkisiz hale getiriliyor. Ormanlar, sulak alanlar,  sit alanları, yaban hayatı sahaları, koruma bölgeleri maden ve enerji şirketlerinin kullanımına sunuluyor.

Zeytinlikler kamulaştırma adı altında köylünün elinden alınıyor.

Kaçak yatırımlar affediliyor, meralar tahsis ediliyor.

Ve en tehlikelisi:

Kamu yararı kılıfıyla şirketlerin çıkarı için halkın tapusu kağıt parçasına dönüşüyor.

Yeni düzenlemeyle, kamulaştırma belgesi tapunun yerine geçiyor; mülk sahibi onay vermeden toprak el değiştiriyor. 

Bu, açıkça halkın mülksüzleştirilmesidir.

Bu yasa yalnızca doğaya değil, adalete, eşit yurttaşlığa ve ortak geleceğimize saldırıdır. 

Toprak gaspıdır. Su hakkına el koymadır.

Bize “Süper İzin Yasası” diye sundukları bu teklif, aslında bir talan fermanıdır.

Kimin için? Kimseye hesap vermeyen, ülkeyi kar hırsıyla yöneten az sayıda şirket için.

Topraklarımızı, sularımızı, doğamızı, köylerimizi, yaşamı savunacağız.

Toprağımızı Vermeyeceğiz!

Tapularımıza, yaşam alanlarımıza, ortak geleceğimize dokundurmayacağız!’’

***

Sermayeye geniş imtiyazlar tanıyan, halkın yaşam hakkını hiçe sayan, ÇED muafiyetleri ve “kamu yararı” maskesiyle kamulaştırmayı halka karşı bir tehdit olarak kullanan bu yasal zorbalık, ‘Toprağımızı Vermiyoruz’ beyanına karşı yani halka ve yurda örgütlenmiş bir zor gücüdür. Yasama yürütme ve yargı eliyle…

Böyle olduğu içindir ki; yurttaşın, köylünün, bilim insanlarının, ekolojistlerin tüm itirazlarına rağmen bu işgal yasası ‘‘zeytin yasası’’ çarpıtmalarıyla meclisten geçti, geçirildi.

Esasında zeytini, zeytinlikleri koruyan, zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede, zeytinliklerin bitkisel gelişimini ve çoğalmalarını engelleyecek kimyasal atık oluşturacak tesis yapılamaz ve işletilemez hukukunu işleten ve koruyan Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun lağvedildi.

Ekolojik suç sayılması gereken bu yasa, Türkiye’de zeytin üreticilerinin, dünyanın sayılı zeytin üreticileri arasına girmesini sağlayan zeytini ve toprağı koruyan bir yasayı lağvediyordu. Zeytine, zeytin üreticilerine yapılan kıyıma ve saldırılara karşı şimdi lağvedilen bu yasaya dayanarak, özellikle son 15 yılda ülkemizdeki zeytin ağacı sayısı 90 milyondan tam 204 milyona çıkmıştı. Yürürlüğe giren bu yasayla ise, yasanın koordinatlarında da apaçık belirtiği üzere, Aydem Holding’e, Limak Holding’e  zeytinlikleri ‘taşımaya’ açan adrese teslim yasal çerçevelerle Yeniköy-Kemerköy, Yatağan santrallarının gereksindiği kömür madenleri sahasına karşılık gelen eşleşmeler yasa eklerinde mevcut.

Dünya ölçeğinde, zeytin ağaçlarını taşımanın ekolojik suç sayıldığı örnekler ve yasal çerçeveler ortadayken, ülkemiz ekolojik suçları yasalaştırarak sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırıyor. TBMM ekolojik suç mahalline dönüşmüş vaziyette. Sermayenin gezegeni ve memleketi kundaklaması için yasal çerçeveler hazırlayan bir suç mahalline…

Zira düşünsenize, tüm bu olup bitenler iklim krizinin en yıkıcı sonuçlarının ve neoliberal uygulamaların en rezil sonuçlarının aynı anda etki ettiği bir zaman diliminde gerçekleşiyor. Ülkede irili ufaklı binlerce yangın aynı anda yaşanıyor… Şüphesiz iklim krizi tetikleyici. Ancak görünüşe göre iklim krizinin etkileri arkadaki felaketi tetikleyici pozisyonda. Ön planda ise ormanların talana daha hızlı açılması için sermayenin sabotajcıları var. Sadece bu da değil. Halkın kanını vampir gibi emen, özelleştirmelerle devasa servetler yapan elektrik dağıtım şirketlerinin cinayet benzeri ihmalleri var. Dağıtım altyapılarını geliştirmeyi maliyetli bir iş gören bu vampirler on binlerce hektarlık doğal alanı aslında kendi elleriyle yaktılar. Doğal alanların çok hızlı tahrip oldukları bu vahşi dönemde yukarıda bahsi geçen yasaların çıkarılması cinayet suçudur. Yüz binlerce yılda oluşagelen ekosistemleri topyekun öldüren bir cinayet suçu.

İktidar ve sermaye eliyle işlenen bu cinayete karşı, yurttaşın iradesi ve temsili olması gereken TBMM’nin, yurttaşı hiçleştiren doğayı ve yaşamı yağmalayan ekolojik suç mahalline dönüştürülmesine karşı; ortak bir yurt savunması ve yurttaşlık hareketini yaratmak elzem ve yaşamsal. Topraklarımızı Vermiyoruz diyen iradenin etrafında örgütlenecek bir yurt ve yurttaş mücadelesi….

Scroll to Top