İşçi sınıfının alın teriyle büyüyen ekonomi, bugün yeniden işçi sınıfının kanı ve canıyla boğuştuğu bir krize dönüşmüş durumda. Sınıflar arası bir paylaşım savaşı yaşanıyor ve bu savaşta hükümet tüm cephaneliğini sermayenin hizmetine sunmuş halde.
Kapitalizmin bugünkü krizini, ücretleri baskılayarak, kamu hizmetlerini tasfiye ederek ve işçiye emek gücünü satmak dışında bir seçenek bırakmayarak; onun yaşamının tümünü meta ilişkilerine tabi kılarak aşmaya çalışıyor. İşçinin yaşamı bir maliyet kalemi; direnişi ise bir “güvenlik sorunu” olarak görülüyor.
Sermaye için hedef, yalnızca kâr artışı değil; işçiyi, onun kazanımlarını, hukukunu, örgütlülüğünü topyekûn tasfiye etmek. Sendikaların içinin boşaltılması, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, vergi adaletsizliği bu imha savaşının parçaları.
Temmuz, bu savaşın ateşinin harlandığı bir ay olduğu kadar; büyüyen sınıfsal krizin, emeğin değersizleştirilmesinin ve iktidarın sermaye yanlısı tercihlerinin açığa çıktığı bir eşik olmuştur.
Uçurumun Ötesinde Pazarlık: Sermaye ve İşçi Arasında Bir Savaş
600 bin kamu işçisini ilgilendiren Kamu Toplu İş Sözleşmeleri Çerçeve Protokolü (KÇP) görüşmeleri sürecinde ortada bir masanın olduğuna bin şahit gerektiren teklifler sunuldu. Hükümetin son teklifi ilk 6 ay için yüzde 24, ikinci 6 ay için gerçekleşen enflasyon oranında zam.
TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ’in sunduğu teklifte ise günlük en düşük ücretin 1800 TL’ye yükseltilmesi, bu artıştan sonra 2025’in ilk 6 ayı için yüzde 50, sonraki iki dönem için ise yüzde 25’er zam yapılması ve ayrıca yüzde 10 refah payı verilmesi talep ediliyordu.
İki teklif arasındaki uçurumda bile, tutunma payı bulabilen sendikalar kamu işçilerini sefalet koşullarına razı etme kararlılığını destekliyor.
Hükümet ise 2025’in ikinci altı ay için gerçekleşen enflasyon oranında zam teklifinden, “biz onu kastetmedik” diyerek adeta bir U dönüşü yaparak ikinci altı ay için yüzde 10-11 gibi rakamları gündeme getirdi. Yedi aydır oyalanarak sanki bir masa varmış gibi sunulan süreç, iktidarın sendikal düzen üzerinden işçi sınıfını oyalama politikasının açık bir göstergesi oldu.
Pazarlık, birbirine görece yakın olan verilerin savaşıdır; ancak hükümet ile sendikaların sunduğu teklifler arasındaki bu uçurum sınıfsal çatışmanın kendisidir.
Mücadeleci sendikaların taban örgütlenmesi üzerine kurulan TİS masaları işçi sınıfı için kazanım mevzileri oluştursa da bu süreçler, uzun süredir işçi sınıfı için kazanım araçları olmaktan çıkmış, tersine sömürünün yönetilmesinde birer düzenleyici rol üstlenmiştir.
Kamu işçileri ve memurların yürüttüğü TİS süreçleri her yıl daha fazla biçimsel gerçekleşirken; sözleşme masası, işçilerin iradesinin değil, hükümetin “bütçe disiplini”nin belirlediği oranların ilan edildiği bir protokole dönüşüyor.
2023’te imzalanan kamu sözleşmeleri bunun en çarpıcı örneği oldu. Yüz binlerce kamu işçisi adına görüşme yürüten Türk-İş, hükümetin dayattığı orana imza attı. Aradan bir yıl geçmeden, o oranlar eridi, maaşlar açlık sınırının altına geriledi. Ve işçiler, “toplu sözleşmeyle çözülmüş” sayıldıkları için temmuz ayında sefaletin dışında tutuldu. Bu süreç, TİS’lerin işçilerin değil, devletin sınıf politikalarının bir aracı haline geldiğini kanıtladı.
Öte yandan memur cephesinde durum pek farklı değil. Masada iktidarın uzantısı haline gelmiş tek yetkili sendika Memur-Sen, 4 milyonu aşkın memurun taleplerini siyasi sadakatinin içerisinde eritme hazırlığında. Masadaki temsilin bu yapısı, mücadelenin yönünü baştan sınırlandırıyor.
Özel sektörde çalışan milyonlarca işçinin düşük ücret, sendikasız ve güvencesiz çalışma koşulları bu tabloya eklenince; açlık sınırının altında olan asgari ücrete yapılmayan ara zam düşünüldüğünde bugünün ücret mücadelesi artık yaşam ve gelecek mücadelesine dönüşmüştür.
Ücret, Emeğin Değeri ve Sınıfsal Gerçeklik
Ücret, emeğin parasal ifadesi olmanın ötesinde, toplumun sınıfsal yapısının ve mücadelesinin hakkında da veri sunar.
Bugün o sömürünün sınırlarının yeniden çizilmeye çalışıldığı bir eşikteyiz. Emeğin yalnızca ucuzlatılmasına değil, siyasal ağırlığının tümden yok edilmesine dönük bir müdahale ile karşı karşıyayız.
Asgari ücret, açlık sınırının altında. Kamu işçileri ve memurlar, toplu sözleşmelerle bile yoksulluktan çıkamıyor. En temel ihtiyaçlar, kiranın ödenmesi, çocukların beslenmesi, bir ay sonunu getirebilmek artık istisna haline geldi.
Asgari ücretin reel anlamda sürekli düşmesi, çalışma hakkının yaşama hakkını ortadan kaldırması anlamına geliyor. Emeğin değeri düşürüldükçe, işçinin yaşamı bir maliyet kalemine indirgeniyor. İktidarın ve sermayenin ülkeyi ucuz emek cennetine çevirme planlarına karşı ülkenin dört bir yanında yürüyen ücret mücadeleleri hayatta kalma mücadelesinin bir parçası haline geliyor.
İktidarın “enflasyonla mücadele” adı altında ücretleri baskıladığı bu dönemde, Temmuz’da ara zam beklentisi biriken öfkeyi bir düzeyde görünür kılsa da, bu öfke örgütlü bir sınıf mücadelesine dönüşemedi.
Temmuz’da sosyalistlerin — TÖP, TİP ve EHP’nin — ortak kampanyası, önemli bir adımı ifade etti. Bu kampanya, işçilerin ortak sesini büyütmeye dönük bir çaba olarak değerliydi. Ancak bu çaba, ne yazık ki yeterince yoğunlaşarak, nesnelliğin sunduğu potansiyeli değerlendirmekten uzaktı.
İhtiyaç ise kendini gün gibi hissettirmeye devam ediyor; örgütlü, birleşik, geçim derdini düzen karşıtı mücadeleyle birleştirecek siyasal bir hat zorunluluğunu adeta dayatıyor.
Zorunluluğun inşası için zemin, işçilerin sahadaki mücadeleleriyle giderek güçleniyor. Sefalet zammına karşı kamu işçilerinin Eti Maden’den TCDD’ye, Karayolları’ndan DSİ’ye kadar birçok işyerinde ilan edilen grev kararları, sermaye ve iktidarın ittifakına açık bir meydan okumadır. Bu irade, sarı sendikaların rolü ve iktidarın kararlılığına terk edilmemeli; her sektörde tabandan yükselen bir mücadeleyle birleşmeli ve ortak bir sınıf hattının inşasına doğru ilerlemelidir.
Önümüzdeki eylül ayıyla birlikte metal sektöründeki sözleşme süreçleri, asgari ücret tartışmaları ve 2026 bütçesi gündeme gelecek. Tüm bunlar, sınıf hareketinin yeni mevzileri olabilir. Ancak yine gün gibi ortada olan gerçek şu: Taban örgütlenmeleri inşa edilmeden, sözleşme masaları işçilerin mücadelesiyle kuşatılmadan kurulan tüm masalardan işçinin hakkı değil sus payı çıkar.
Evet, örgütlü bir tepkiye dönüşemeyen öfke birikimi, giderek genişleyen ve her şeyi içine çeken bir toplumsal boşluk yaratıyor; adeta bir kara delik gibi…
Ücretler, haklar, onur ve yaşam hakkı bu kara deliğe hapsedilmeye çalışılırken; fakat aynı anda, doğru bir politik hatta yöneldiğinde düzeni yerinden oynatacak muazzam bir potansiyel ve toplumsal güç birikiyor.

