* Yazı, TÖP İzmir Kültür Sanat Meclisi tarafından kolektif şekilde kaleme alınmıştır.
TÖP İzmir Kültür Sanat Meclisi olarak Zamanımız ve Biz söyleşileri kapsamında, mart ayında Eser Köker ile “Medyada Kadın Temsilleri” üzerine söyleştik. Söyleşinin ses kaydını referans alıp konu üzerine kolektif düşünme pratiğimizi yazıya döktük.
Medya ve Yeni Düzenin Bekçileri
Bugünün dünyasının kamusallık inşasında siyasal işlev yüklenen medyanın yalnızca bir iletişim aracı değil, iktidarın en güçlü ideolojik aygıtlarından biri olduğunu hepimiz biliyoruz. Kelime kökenine bakarsak media, Latincede ortam, araç anlamına gelen medium’dan geliyor.
Araç derken basit bir teknolojiden değil, insanların duygu ve düşüncelerini yönlendiren, şekillendiren, aktaran, kimlerin konuşup kimlerin susacağını, nasıl ve ne kadar konuşacağını, nasıl görüneceğini, hangi saatler arasında görsel, işitsel medyada yer alacağını belirleyen araçlardan söz ediyoruz. Etki alanı bu kadar geniş olunca (yazılı, sözlü, işitsel, dijital) medyada gerçekliğin nasıl kurulduğunu, temsil edildiğini iyi anlamamız gerekiyor.
Medya deyince aklımıza bugünkü anlamıyla televizyon, sosyal medya gelse de insanlar tarih boyunca düşüncelerini, duygularını paylaşmak için çeşitli yollar aradılar. Şarkılarla, fıkralarla, danslarla, festivallerle, sokak oyunlarıyla, hasat şenlikleriyle duygularını paylaştılar. Zaman geçtikçe büyük şehirlerde yaşayan kalabalık toplulukların birbirleriyle doğrudan konuşma ihtiyacı arttıkça medya da şekil değiştirmeye başladı.
19. yüzyılın başlarından itibaren iletişim araçlarının etki alanı genişledikçe ve güçlendikçe mülkiyet ilişkileri eksenine girip kurumsal yapılar halini alıyorlar. Kurumsallaştıkça ve toplumsal ilişkileri biçimlendirme gücü arttıkça de bu gür akan suyun başını haramiler tutmaya başlıyor. Medyanın sahibi olan bu yeni düzenin bekçileri, ayrıcalıklı konumlarını da kullanarak halkın birbiriyle konuştuğu yolları, kendi istediği yönde biçimlendiriyor; iletişimi kesiyor, azaltıyor, ideolojik bir aygıta dönüştürüyor. Yani aslında medya baronları, oligarkları sadece bugüne özgü, bugün başlayan bir sorun değil.
19. yy. başında toplulukların siyasallaşması, hatta daha sonra ulus adını vereceğimiz yapıların önemli bir varlık kazanması gazetelerle başlıyor. Başlangıçta burjuva sınıfı olan tüccarların birbirlerine uzun mektuplar yazmasından doğan gazeteler, insanların birbirleriyle görüşlerini paylaşmalarının yanı sıra birbirlerine duygularını da aktardıkları bir araç görevi görüyor. Örneğin topluluğu etkileyen doğal bir afet yaşandığında, yazılar aracılığıyla diğer topluluklarla duygudaşlık kurulabiliyor. Gazeteler, toplulukların birbirlerine uzanıp dokunmalarını sağlayan bir aracılık işlevi de kazanıyor. İşte bu duygudaşlık, ulus devletlerin tohumunu da atıyor.
Benedict Anderson, Hayali Cemaatler’de sabah kahvesinin yanında gazete okumaya başlayan erkeğin dünyasını ulus dünyası olarak tarif eder. Gazeteler, ulus olma aidiyetinin en temel araçlarından birisidir. Sadece felaketlerin, yerel gündemlerin duygularını değil, ticari haberleri de birbirlerine aktarıyorlar. Bu mektuplar ulus olma aidiyetine götürecek ticari bağları kuruyor.
Mektup trafiğinin artması, beraberinde posta teşkilatlarının kurulmasını sağlıyor. Burjuvaların yazdığı ticari mektuplara benzeyen mektuplar yazılmaya ve taşınmaya başlıyor. Ayrı ayrı yerlerden insanlar birbirleriyle temaslar ve bağlar kuruyor.
Buraya kadar getirdiğimiz tarihsel izlekte, tüm bu gelişmelerin ve tartışmaların içinde kadınlar nerede? Haramilerin arasında yoklar, gazete sahibi veya gazete yazarı da değiller. Ulusu bir araya getiren meclis, meslek odaları gibi burjuva demokrasisinin tüm temsili organları kadınlara kapalı. Dolayısıyla bu tarih anlatımı taraflı. Anlatılan burjuva, erkek, Batılı dünyanın hikâyesidir. Kadınlar, işçiler, tarlada çalışan köylüler bu dünyanın bir parçası değiller.
Ama zamanla toplumsal mücadele bu hikayeyi değiştirecek ve bize temel hak ve özgürlüklerin ortaya çıkmasına imkân tanıyan bir alanı göstermeye başlayacak.
Kavramsal Girizgâh
Kavramsal çerçeve, bizi doğrudan medyanın ne olduğunu, nasıl çalıştığını daha iyi anlamaya götüreceği için imge, imaj ve temsil gibi kavramları biraz didiklememiz gerekiyor. Çünkü bu kavramların en yoğun ve sistemli biçimde üretildiği, dolaşıma sokulduğu ve yeniden kurulduğu alanların başında medya geliyor. Medya, yalnızca içerik aktaran bir araç değil; aynı zamanda imgelerin nasıl şekilleneceğini, hangi temsillerin ön plana çıkacağını, kimin nasıl görüneceğini belirleyen bir düzenek.
Kavram maratonumuza temsil, imaj, imajı türettiğimiz imge ve imgelem kavramlarını tanımlayarak ve bu tanımların altını eşeleyerek başlıyoruz. Çünkü bu kavramlar birbirinden tül perdelerle ayrılıyor. Aralarındaki geçirgenlik, etkileşim oldukça fazla.
Temsil kavramıbir düzeneğe, bir yapıya işaret ediyor. Örneğin müzikteki notalar sesleri ve sessizlikleri temsil eder. İnsan gibi kolektif canlılar ise kendi varlığını ortaya koyabilmek için bir mekanizmaya, yapıya ihtiyaç duyar. Yapının içindeki bütün ilişkiler ve işlevler temsil ağını yaratır. Örneğin meclis, günümüzde kullanılan önemli bir temsil kurumu. Halk temsilcilerini seçer ve meclise gönderir. Bu temsilciler, temsil ettikleri grupların bir yansımasıdır.
İmge, imgelem ve imaj kavramları için etimolojik bir tur yaptığımızda şöyle açıklamalara ulaştık: İmge, Latince kökenli olan kavram, “imago”sözcüğünden türetilmiştir. Öz şekilde, “taklit”, “kopya”, “öykünme” anlamlarına karşılık gelen imge, zaman içinde anlamsal olarak genişlemiş; “bireyin zihninde beliren resim, kavram, fikir, izlenim” olarak kavramsallaştırılmıştır.[1]
İmgelem, zihinde anlamsal canlandırmadır. İnsana bağlı bir yeti ile imgeler arasındaki ilişkileri birleştiren onları harmanlayan ve yeni oluşumlar yaratma örüntüsü ortaya koyan bir kavramdır.[2] Kişinin ya da kolektifin anlam dünyasına göre çalışır.
İmajı da buradan türetiyoruz; hedef kitlenin herhangi bir kişi, marka veya kurum hakkında zihninde şekillenen düşünce ve yargıdır. İmaj sadece dış görünüş ile ilgili bir kavram değildir; kişinin beden dili, öz güvenli oluşu, sahip olduğu potansiyel gibi birçok faktör imajı etkiler.[3] İzlenim ve izlenimden daha fazlasıdır. İmaj, var olan bir şeyin izlenime yaklaştığı yerdir. Örneğin reklamcılık sektörü izlenimlerin şekillendiği yerdir.
Diyalektik imgelem ise zihindeki anlamsal canlandırma ile bu canlandırmaya temel oluşturan gerçeklik arasındaki diyalektik ilişkidir.[4] Sürekli devinim halinde olan bu ilişki, birbirini besler, birbirini etkiler ve değiştirir. Geçmişi eleştirel bir biçimde ele alarak hakim sınıf ideolojilerinin egemenliğini sorgular. Geçmişi yeniden keşfetmek için önemli bir düşünme yöntemi sunar bize. İşte elimizdeki bu yöntemle kadın ve proleter kamusallığına tekrar bakıyoruz.
Kadın ve Proleter Kamusallığının Doğuşu
Marx’ın da işaret ettiği gibi, tarihin tekerleği hep ileri doğru döner. Bu tekerlek, burjuva sınıfı için dönerken işçi sınıfı için de dönüyor.
Dokuma fabrikalarının kenarında kumaş artıklarının birikmesiyle oluşan selülozların kâğıda dönüştürülmesiyle birlikte, kâğıt fiyatları ucuzluyor. Böylece, o zamana kadar yalnızca burjuva sınıfının erişebildiği kâğıt, işçi sınıfı için de erişilebilir hâle geliyor; işçiler de kendi gazetelerini çıkarmaya başlıyor.

1890-1923 yılları arasında Almanya’da basılan ve editörlüğünü Clara Zetkin’in yaptığı sosyalist feminist dergi Die Gleichheit (Eşitlik)
Fabrikalarda çalışan kadın erkek tüm işçiler çalışma koşullarının iyileştirilmesi, çalışma sürelerinin kısaltılması mücadelesine girişiyor. İşçiler arasındaki dostluk, yoldaşlık, dayanışmanın sağlanması ve güçlendirilmesi, dayanışma biçimlerinin iş yeri ekseninde geliştirilmesi, fabrikaların, beraber kaldıkları yurtların en temel gündemi olurken; iş yerinde örgütlülük de temel değerlerden biri hâline geliyor.
Bütün bu gelişmelerle birlikte, sosyalist feminist mücadelenin zeminini oluşturacak proleter kamusal alan ortaya çıkıyor. Ev içiyle sınırlanmış, hapsedilmiş kadınlar, artık iş yerlerinde, işçi yurtlarında erkek işçilerle bir araya geliyor; gazete okuyup fikir tartışmaları yapıyor. İşçi kadınlar, ücret eşitliği ve insan onuruna yaraşır çalışma koşulları için mücadele veriyor, proleter kamusal alanı içinde birlikte düşünmenin, birlikte öğrenmenin olanaklarını arıyorlardı.
Aynı dönemde burjuva kadınlar ise eğitim, oy kullanma, boşanma gibi temel haklardan yoksun oldukları gibi meslek sahibi olmalarının önünde ciddi engellerle de karşı karşıyaydı. Ev içinden eşit yurttaşlık hakkına ulaşmanın yollarını arıyorlardı.
Daha önce birbirine temas etmeyen bu iki sınıfın kadınları, zamanla ortak bir mücadelenin kenarlarında birbirine yaklaşmaya başladılar. Bu kadınlar, fiziksel olarak farklı mekânlarda yaşıyor olsalar da, birbirlerinin çıkardığı gazete, dergi ve broşürler aracılığıyla temas kurdular. Bu yakınlaşma, kamusallığın da biçim değiştirmesini sağladı. Burjuva kamusallığı, bireylere tek tek temas ederken; kadın kamusallığı ve proleter kamusallığı ise işçi olmaktan, kadın olmaktan kaynaklı sorunları sınıfın, kadınların ortak sorunu olarak görüp işçilerin ve kadınların doğrudan dertleri aracılığıyla birbirine bağlanması gerektiğini söyler. Bu alanlar, birlikte düşünme ve birlikte mücadele etme alanlarıdır.
19. yüzyılın sonlarına yaklaşırken kadınlar hâlâ oy hakkından yoksundu. Süfrajetler[5], kadın kamusallığını ulusal bir kimlik içinde görünür kılmaya çalışırken, bir yandan da diğer ülkelerdeki kadınlara mektuplar yazıp seslerini ulaştırdılar. Osmanlı kadınlarının da önce yaşam hakkı, sonra kamusal yaşama katılım hakları talepleri mektuplarla güçlendi ve uluslararası bir nitelik kazandı[6]. (Bugün ülkemizde resmi anlatıya göre, kadınlara bir “armağan” olarak verilen oy hakkının aslında kadın mücadelesiyle alındığı bilgisini de buraya iliştirmek lazım.) Bu mektuplar aracılığıyla yalnızca fikir alışverişi değil, ortak bir mücadele zemini kuruldu. Farklı coğrafyalarda, farklı rejimlerde ama benzer eşitsizliklerle mücadele eden kadınlar, birbirlerinin sesini duymaya başladı. Fabrikalarda işçileşen kadınlar, işçi sınıfı mücadelesinin enternasyonalliğine paralel olarak sosyalist kadın mücadelesinin temellerini atarken, süfrajetler de mektuplar yoluyla oy hakkı mücadelesinin uluslararası bir mücadele olduğunu kavramaya başladılar. (Daha sonra, kadınların bu mücadelesine birinci dalga feminizm adını vereceğiz[7].)
Sovyetler’de Mediumlar (Medya)
Eser Köker’in sunumunda yer almasa da daha sonraki sosyalist feminist çalışmalara ışık tuttuğu için Sovyetler’deki medya araçlarının gelişimine de değinmek istiyoruz. Birçok öncü kadın çalışmasının yapıldığı dönemde, “devrimden sonraya bırakılmayacak” kadın çalışmalarının önemini hem yapılan çalışmalardan hem de kapatılan dergilerden öğreniyoruz.
1917 Ekim devrimi ile birlikte Rusya’da iktidara gelen Bolşevikler, 1922 yılında Sovyetler Birliği’nin kuruluşuna kadar bir iç savaş dönemi geçirmişti. Bu 5 yıllık süreçte çoğunlukla erkek nüfusun azalmasıyla birlikte sosyalizmin inşasında kadınlar büyük bir rol üstlendi. Tüm Birlik Komünist Partisi (Bolşevik) Kadın Dairesi (Jenotdel) bu dönemde kuruldu. “Yeni kadın” imgesi kültürde ve özellikle basında önemli bir yer tutuyordu. Kadın hareketinin ideologları inanmış Marksistlerdi: Aleksandra Kollontay, Nadejda Krupskaya, İnessa Armand, Lyudmila Stal…

Jenotdel’in 10. yılı için hazırlanmış bir görsel
1919-1930 yılları arasında Sovyetler Birliği’nde Jenotdel, kadınları sosyalist topluma entegre etme ve geleneksel aile yapısını dönüştürme temel amaçları için kurulmuştu. Jenotdel, kadınların siyasal ve ekonomik yaşama katılımını sağlamak, kadın-erkek eşitliği yönünde yasaları hayata geçirmek ve ev içi emeği kamusallaştırmak için çeşitli politikalar uyguladı. Yetimhaneler, kreşler, kadın işçilerin hakları için komisyonlar, okuma yazma kampanyaları ve yayın organları bu sürecin araçlarıydı. Ancak ataerkil direnç, ekonomi politikalarıyla sınıflar arası eşitsizliğin yüksek oranda kapatılmasının cinsiyetler arası eşitsizliği de ortadan kaldırdığına yönelik oluşan algı ve kaynak yetersizlikleri çalışmaları zorlaştırdı. 1930’da Jenotdel kapatıldı. Bu olay, kadın mücadelesinin devlet düzeyindeki örgütlü desteğinin sona erdiğini gösteriyordu. Her şeye rağmen bu dönem, kadınların Sovyet toplumunda dönüştürücü bir güç olabileceğini ortaya koyması bakımından tarihsel olarak önemlidir.
Kadınlara yönelik tam teşekküllü bir basın yayın sistemi başlatan Jenotdel’in önde gelen dergisi Kommunistka (Komünist Kadın) oldu. Kadınlar, basın yayının özel bir alanına işaret eden bu çalışmanın dışında da diğer kültür sanat faaliyetlerinde ve siyasette önemli bir yer edinmişti. Bugün anladığımız şekliyle feminist hareketin kazanımı olarak değil, devrim aracılığıyla sosyalist anlayışının getirdiği eşitlik ilkesi doğrultusunda gerçekleşti. Elbette bu adımların atılmasının öncüleri Marksist kadınlardı.

Rabotnitsa ve Krestyanka dergilerinden kapaklar
Devrim öncesinde Lenin’in girişimiyle, yayın kurulu kadınlardan oluşan İşçi Kadın (Rabotnitsa) dergisi çalışması vardı. Devrimden sonra da Kommunistka ile birlikte Köylü Kadın (Krestyanka) isimli kadın dergileri de yayımlanmaya başladı. Bu yayınlar kadınların öncülüğünde kadınlar tarafından üretilen eserlerden oluşuyor ve sosyalizmin inşasında Sovyet kadınının da tanımı yapılıyordu.
Komünist partinin yayın organlarında ise erkek egemenliği hakimdi, Pravda’nın devrimin ilk yılları dışında yayın kurulunda hiç kadın bulunmadığı gibi hiç bir kadın genel yayın yönetmeni olarak da görev almadı. Sosyalizmin inşasında ilerleyen yıllarda artık kadın-erkek eşitliğinin tesis edildiği ve kadın sorunlarının çözüldüğü hatasına düşülmesiyle önce Jenotdel dağıtıldı ve daha sonra Kommunistka yayın hayatına son verdi. Ancak kadınların basın yayın faaliyetleri bütünüyle bitmedi.
Yazılı Medyadan İşitsel ve Görsel Yayıncılığa Geçiş
Hem Batı’da hem de Sovyetler’de birinci paylaşım savaşından sonra da yazılı medya oldukça gelişip güçleniyor ve ikinci paylaşım savaşı ile radyo ve televizyon yayıncılığı başlıyor. Kadınların da bu alanlardaki çalışma hayatı, yazılı medyadaki durumuyla benzerlik taşıyor. Kadın yayıncılar, kurgucular çoğalırken kadın köşesi yazanların, televizyonculukta kadın emeğinin yaygınlaştığına tanık oluyoruz. Her yeni gelen yayıncılık türü, bir eskisine göre kadın emeğine daha çok yer açıyor ancak kadınları her zaman belirli bir alanın içinde tutuyor. Kapitalizmde televizyonculuk, radyoculuk, reklamcılık gibi sektörler, ataerkil sistemle uyumlu çalışarak kadınların yoğun emeğini içermesine rağmen kadınların kendi sözünü söylemesine alan açmayan bir yapıyı sürdürmeye devam ediyor. Örneğin kadınlar gazete, radyo, televizyon kanalı sahibi olmak şöyle dursun, genel yayın yönetmeni[8] bile olamıyorlar. Kadın emeğinin bu kadar yoğun olduğu yayıncılık sektörünün tepesinde kadınları hiçbir zaman göremiyoruz. Eskiye göre daha fazla kadın çalışanın olması ile kadınları içeriyormuş gibi görünüyor; ancak kadınları belirli alanlara sıkıştırarak kadınların kendi seslerini duyurmalarının, diğer kadınlara ulaşmalarının önüne set çekiyor.
Kadınlar yurttaş medyası, halk medyası gibi isimlerle anılan radikal medyaya geçip kendilerine çatlaklar açıyor. Kanal sahiplerinin, yayın yönetmenlerinin, devlet yayın organlarının, oligarkların, haramilerin baskıcı, geleneksel ve patriyarkal dayatmalarına boyun eğmek istemeyen kadınlar, belirli bir kâr elde etme arzusu duymadan farklı temsillerin peşine düşüyor.
Dijital Medya ile Çoğalan ve Değişen Temsiller
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte dijital medya araçları, “geleneksel” medyanın yerini almaya başlarken; gazeteler basılı yayınlarını birer birer sonlandırıyor, broşürlerin yerini karekodlar alıyor ve YouTube, Instagram, Twitter gibi platformlarda yayınlanan tartışma programları, söyleşiler, kablolu yayınlardaki haber bültenlerinden çok daha fazla izleniyor.
Dijital alana hızlı geçişin en kritik eşiklerinden biri kuşkusuz Gezi Direnişi’ydi. Penguen belgeselleriyle, sansürle ve yayın yasaklarıyla hatırladığımız ana akım medya, halkı dijital kanallara yöneltti. O dönemde Twitter, görece özgür bir mecra olarak milyonların haber kaynağına dönüştü.
Dijital platformların çoğalması temsillerin de değişmesi ve çoğalması anlamına geldi. Bugünün dünyasında hayal dahi edemeyeceğimiz temsilleri görme imkânına sahibiz. Bu sınırsız imkân fırsatı, geleneksel ve sınırlı kadın temsillerinin dışındaki kadınları görmemizi sağladı. Kadınlar, bugüne kadar hiç ulaşamadıkları kadar kişiye ulaşma, temas etme imkânı yakaladı. Trans kadınlar, lezbiyen çiftler, bütün çokluklarıyla feministler, bekâr anneler, okulsuz kalan akademisyenler, kronik hastalığı olanlar, gezginler, ekstrem spor tutkunları gibi listeyi daha çok uzatabileceğimiz kadın temsilleriyle karşılaşma, temas etme, “yorumlarda buluşup” tanışma alanı açıldı.
Aslında her temsile açıkmış izlenimi veren, başlangıçta patronsuz ve sansürsüz sanılan bu alanın da başında haramiler olduğunu, kapitalist hırslarla platformların işleyişini zamanla öğrendik. Gezi’nin halk medyasına dönüşen Twitter’ı, bugün dünyanın en büyük medya baronlarından biri olan Elon Musk satın aldı. İsmi, sembolü ve algoritması değişen platform; giderek daha fazla manipülasyon, kutuplaşma ve doğruluğundan emin olmadığımız bilgiler üretiyor. Dünyanın her yerinden insanların birbirleriyle temas etmesine alan açan bu mediumlar, binlerce hakaret davasının sebebi olmasının yanı sıra linci besleyen, kutuplaştıran ve insanları personaların ardına gizleyen yerlere dönüştü. Facebook ve Instagram gibi mecralarda da kullanıcı verilerinin hükümetlere satıldığını açıkça biliyoruz.
Her kullanıcının bir veriye, metaya dönüştürüldüğü dijital alandaki temsiller algoritma duvarını aşmak zorunda. Herkese eşit temsil alanı açıyor gibi görünen platformlar, en çok like’lanan içerikleri, temsilleri üretmemizi istiyor. Like algoritması da bizi benzer içeriklere götürüyor. Özgürlük ve eşit temsil illüzyonu bizi yankı odalarına hapsediyor.
Üretilen temsillerin devamlılığı, kişinin ekonomik durumu ve zamanı ile paralel. Yani finansal kaynağı ve zamanı olanlar için geniş kitlelere ulaşmak daha kolay. Platformlara erişimin internet üzerinden olması, internetin bir ücret karşılığında satın alınması ile bu içeriklere ulaşmak mümkün. Dijital medyaya erişim, özellikle belirli bir geliri olmayan kadınlar, kesimler için zor ya da kısıtlı, yani erişim gelire göre farklılıklar barındırıyor, sınıfsal eşitsizlikleri besliyor.
Ucuz ve kolay ulaşılabilir ana akım televizyon kanallarında ise durum devlet kontrolünde. Kadınların, muhaliflerin sesini kısan, baskı ve sansür kurumu gibi işleyen RTÜK, CİMER, TRT; kadınları televizyon kanallarında özellikle diziler aracılığıyla belirli temsillerin içine sıkıştırıyor. Yapımları için milyon dolarlar harcanan bu dizilerde kutsanan annelik, hanımağalar, küçük yaşta tarikat lideriyle evlendirilen kız çocukları, şeytanlaştıran yuva yıkan kadın temsilleri devletin resmi ideolojisine bulanıp başka ülkelere pazarlanıyor.
Gündelik Hayatı Gerilla gibi Yaşamak
Bugün kadın gazetecilerin öldürüldüğünü, bunu kınayan kadın gazetecilerin yargılandığını, kadın haberciliği ya da muhalif habercilik yapan kadın gazetecilerin ev hapsi ya da cezaevleriyle cezalandırıldığını; güçlü bir kadın temsilinin, kadın gazeteci temsilinin devlet baskısıyla silinmeye çalışıldığını biliyoruz. Bu gazetecilerin haberlerini ve temsillerini dijital platformlar üzerinden destekleyip görünür kılabiliyoruz.
Dijital medyanın sansürüne, içerik engellemelerine, trol saldırılarına, hesap kapatmalarına, her türlü marazlarına rağmen günümüz dünyasının bilgi, haber, temsil dolaşımını belirleme gücü yüksek. Örneğin yakın geçmişte ABD’de “me too” hashtagi ile kadınlar, cinsel saldırıya uğramış kadın temsilini tersyüz etti. Öncelikle ABD’deki sinema sektöründe çalışan kadınların ifşaları başka ülkelere, sonra da başka sektörlere sıçradı. Dünyanın pek çok yerinden kadınlar; tanınmış erkek yazarların, yönetmenlerin, siyasetçilerin tacizini utancın taraf değiştirmesi için yüksek sesle dile getirdiler.
19. yüzyılın ikinci yarısında mektuplar aracılığıyla birbirine temas eden kadınlar gibi bugünkü dünyanın kadınları, dijital platformlar aracılığıyla dünya çapında birbirlerinden haberdar olmaya ve kitlesel eylemler yapmaya başladı. Özellikle şiddet ve cins kırımına karşı mücadeleyi yaygınlaştırma çabaları, her mecrada tartışılıyor ve bu konudaki kadın deneyimleri her türlü aracı yaratmaya çalışıyor. Fabrikalarda işçileşen ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi, insan onuruna yaraşır ücretler ve koşullar mücadelesinin iz düşümünü, bugün Oyuncular Sendikası, SİNE-SEN gibi yapılarda sendikal mücadele yürüten kadınlarla görüyoruz. Bir yandan sosyal ve ekonomik haklar için mücadele veren bu yapılar, sansüre, uzun çalışma saatlerine, güvencesiz çalışma koşullarına karşı da örgütlü mücadelenin yollarını aramaya devam ediyor.
Bizler kadınların kapitalist ana akım içerisinde eritilmesini, ataerkil düzenin kodlarıyla kadın temsillerinin yeniden ve yeniden üretilmesini istemiyoruz; kadın kamusallığını güçlendirmenin, karşı anlatıların sesini çoğaltmanın, çeşitlendirmenin ve kolektif bir güç yaratmanın peşindeyiz. Peşini bırakmadığımız bu mücadelenin de gerçekle temsili birbirine yakınlaştırdıkça mümkün olacağını düşünüyoruz.
[1] Gökhan Gültekin, İmge, İletişim Ansiklopedisi, 2023
[2] Gawain Shakti, Yaratıcı İmgeleme, Akaşa Yayınları, İstanbul, 2000
[3] Boğaziçi Enstitüsü, İmaj Ne Demek?, 2022
[4] Okuma önerisi: Diyalektik Devrimin Cebiridir* – Kolektif – El Yazmaları
[5] Süfrajetler 20. yüzyılın başlarında Birleşik Krallık ve ABD’de pasif direniş, kamu toplantılarını bölme, açlık grevi yapma gibi yollarla kadınların seçme ve seçilme hakkını savunan, kısmen organize olmuş radikal kadın hakları savunucularıdır. Süfrajet hareketleri ağırlıklı burjuva sınıftan gelen kadınlar tarafından yürütülmüştür.
[6] Okuma önerisi: Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Kitap, 1994.
[7] Okuma önerisi: Feryal Saygılıgil, Nacide Berber (editörler), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 10 / Feminizm, İletişim Yayınları, 2020.
[8] Washington Post’un ilk kadın genel yayın yönetmeni 2021 yılında Sally Buzbee olmuştur.