El Yazmaları’nın notu: 15 Haziran 1915’te asılarak idam edilen Ermeni Sosyalist Madteos Sarkisyan (Paramaz) ve 19 yoldaşının ölüm yıldönümleri vesilesiyle kaleme alınan bu yazıyı paylaşıyoruz. Yazıdaki görüşler yazarın düşüncelerini aktarmaktadır. Bu yazıda ifade edilen görüşü destekleyen veya bu görüşlere karşı argümanlar sunan yazılara El Yazmaları olarak açık olduğumuzu ifade ederek yazıyı ilginize sunuyoruz.
15 Haziran gecesi. Yaklaşık 2 yıldır hapiste bulunan Paramaz ve arkadaşları, 20’ler, Beyazıt Meydanı’nda darağaçlarının önüne getirildiler. Ölümü cesur ve korkusuzca karşılayan devrimcilere Sultan’ın idam kararını onaylayan belge okundu. Kararı okuyan hakim ne zamanki Sultanın, “Sen övünç kaynağımız, saygıdeğer komutan, büyüklüğü ve yüceliği ebedi olan Harbiye Nazırımız Enver Paşa. Emrim gereği yukarıda adı geçen şahısları idam ettiresin” bölümünü okuyunca, 20’lerin hepsi bir ağızdan ama gür bir sesle “Yaşasın Özgürlük, Yaşasın Ermenistan” diye bağırmaya başladılar. İdam emrinin okunmasından sonra Paramaz arkadaşlarına dönerek “Yoldaşlar, başımız dik gideceğiz, yiğitçe” bağırdı. Dr. Benne de “Biz yirmileri asabilirsiniz ama bilin ki arkamızdan yirmi binler bizleri takip edecek.” diye seslendi arkadaşlarına. İlk önce Paramaz’ı idam sehpasına götürdüler. İdam sehpasına emin ve sert adımlarla çıkan Paramaz, daha ilmiği boğazına geçirmeden bağırmaya başladı: “Siz sadece bizim vücudumuzu yok edebilirsiniz, fakat inandığımız fikirleri asla. Yarın Ermenilik özgür ve sosyalist Ermenistan’ı selamlayacaktır. Yaşasın sosyalizm”. İlmik boğazındayken daha bir gür sesle bağırdı: “Yaşasın Sosyalizm, Yaşasın Ermenistan!”[1]
Darağacında 20 kişi… Gayeleri için dövüşen 20 şövalye, 110 yıl önce bugün, darağaçlarında asıldılar.
Bugün onları anmak kolay değil. Onlar sadece özgürlük ve eşitlik mücadelesinde şehit düşmüş 20 kişiden fazlasıydılar. Geride bıraktıkları yalnızca acı bir tarih değil, bizlere miras kalan bir siyasal bilinç, bir ahlaki sorumluluk, bir kavrayıştır. Onların adını anmak, yas tutmaktan fazlasını gerektirir. Gerçek bir anma, onların kavgasını anlamaktan ve onu bugün yeniden düşünmekten geçer.
1887’de Cenevre’de kurulan Hınçakyan Devrimci Partisi (1909 Kongresi sonrasında Sosyal Demokrat Hınçak Partisi ismini almıştır), Osmanlı ve Pers topraklarında kurulmuş ilk sosyalist partiydi. Tüm kurucuları Marksist’ti.[2] Amaçları yalnızca Ermeni halkının kurtuluşu değil, Osmanlı’daki tüm halkların özgür ve eşit bir düzende yaşamasını sağlayacak bir sosyalist devrimdi. Bu yüzden sadece Ermeniler için değil, bu topraklarda devrim düşü kurmuş herkes için bir öncülük taşıdılar. Ve bu yüzden, onları darağacına gönderenler yalnızca bir halkı değil, halkların kardeşliğini hedef aldılar.
Üzerinden 110 yıl geçti. Bugün, bir asırdan fazla bir zaman sonra, Kürt halkı da benzer içerikli sorunlarla karşı karşıya. Rojava’da elde edilen özyönetim kazanımları, Suriye’nin geleceğine dair anayasal tartışmalar, Heyet Tahrir el-Şam gibi İslamcı yapılarla yürütülen müzakereler… Türkiye’de tekrar gündeme gelen çözüm süreci, Erdoğan’ın dikta kurma hamleleri ve yeni “sivil” anayasa tartışmaları… Bunların her biri, Kürt hareketinin bu coğrafyanın kadim tarihsel sorularıyla yeniden yüzleştiği bir dönemi işaret ediyor.
Ve işte tam bu nedenle, Paramazları ve yoldaşlarını anmak, yalnızca geçmişe bakmak değil, bugüne ve geleceğe daha dikkatli bakmayı gerektiriyor. Onların yaşadığı örgütlenme, anayasa, rejim, mücadele yöntemleri sorunları, bugün Kürt hareketinin önündeki sorularla ürkütücü benzerlikler taşıyor. Bugün onları anmanın en anlamlı yolu, Ermeni devrimci örgütlerinin ve halkının bu coğrafyada yaşadığı tarihsel deneyimlerden ders çıkarmaktır. Çünkü tarih, benzer siyasi çıkmazların ve mücadele stratejilerinin tekrarlandığı bir laboratuvardır. Bismarck’ın dediği gibi, “Budalalar deneyerek öğrenirler. Bense, başkalarının tecrübelerinden yararlanmayı tercih ederim.”
20 Hınçakyan’ın asılması ve Ermeni soykırımına giden tarihsel yolun basamaklarına kısaca göz atmakta yarar vardır.
1876 tarihli Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konulduğu 1908 Temmuz Devrimi, Osmanlı’da “Kızıl Sultan”[3] tarafından bir süredir kan kusturulan Gayrimüslim milletler tarafından coşkuyla karşılandı. Tüm milletlere eşit muamele sözü veren İttihatçılar yıllardır Ermeni, Bulgar ve Makedon komitacılarıyla ortak kongreler yapmış, mutlak istibdat rejimine karşı birlikte savaşmışlardı. Bunu, mitinglerde Ermenilerle birlikte söz alan ve Padişah’a karşı mücadelede onların rollerini vurgulayan İttihatçı liderler kendileri itiraf etmekteydi. Hatta Talat ve Enver beyler, İstanbul’da Ermeni mezarlığını ziyaret ederek burada konuşma yapmış, bu mücadelede düşen Ermeni fedailerin mezarlarına çiçek koymuşlardı.[4]
Taşnaksutyun/Ermeni Devrimci Federasyonu’nun baş teorisyenlerinden Mikayel Varantyan, dönemin ruhunu şöyle anlatıyordu:
“Kızıl Sultan tatlı bir tebessümle Jön Türk liderlerinden önce davrandı ve anayasaya bağlılık yemini etti. Hapishanelerin kapıları açıldı ve Ermenilerden, Türklerden ve diğer tutuklulardan(…) binlerce kişi tahliye edildi. Müslümanların ve Hıristiyanların sahiplendiği büyük yürüyüşler yapıldı ve bazı bölgelerde kutlamalar düzenlendi. Türk liderler, sürekli olarak zulmedilen Ermenilere duydukları yoğun sempatiyi ve onlarla ideolojik kardeşliklerini haykırdılar. Ermeni devrimcilerin, özgürlüğe giden yolda kendilerinin öğretmenleri ve öncüleri olduğunu herkesin önünde itiraf ettiler…”[5]
Taşnaklar umut dolu siyasal hazırlıklar yapıyor ve sürekli “Türkiye’ye anayasayı biz getirdik. Bu devrim, bir yıl önce Taşnaktsutyun ile Jön Türkler arasında Paris’te yapılan anlaşmanın sonucudur” sözlerini tekrarlayıp duruyorlardı. Taşnakların bu propagandayı yapmalarındaki sebeplerden biri iktidara büyük ölçüde sahip olan İTC ile daha koordineli şekilde hareket etmenin yanında, Ermeni cemiyetinde de siyasal önderliği ele geçirmekti.[6] Osmanlı Ermeni cemaati, iki imparatorluk arasında bölünmüş haldeydi: Osmanlı ve Rus İmparatorlukları. Ermenileri sosyoekonomik çizgide üç hizbe bölünmüşlerdi: İttihatçılar gibi, Anadolu’nun Ermeni küçük burjuvazisini temsil eden ve özerklik talep eden Taşnaklar-Ermeni Devrimci Federasyonu (Hai Heghapokhakan Dashnaksutiun) üyeleri, İstanbul ve İzmir gibi ticaret merkezlerinin “ruhban-zengin” ticaret kesiminin -amira sınıfının- temsilcisi olan Patrikhane ve Rusya’daki Narodnaya Volya ile benzer mücadele araçlarını benimsemiş olan ve yoksul Ermenileri temsil eden Hınçakyan Devrimci Partisi.
Amiralar sınıfsal konumları gereği muhafazakardı. Zenginliklerini ve cemiyet içerisindeki azalan hegemonyalarını korumak için hem Hınçaklara hem de Taşnaklara karşı çıktılar. Her iki devrimci örgütün sosyalizme bağlılık duyması, amiralar arasında tedirginliğe sebep oluyordu. Christopher Walker’ın belirttiği gibi, “Ermenilerde eski, dini, Osmanlılaşmış yönetim ile yeni oluşan devrimci elit arasında önemli bir bölünme” meydana geldi ve “iki taraf da halk kitlelerini kendi tarafına çekmek için uğraşıyordu…”[7] Patrik, 1908’den önce Babıali tarafından cemaatin resmi lideri olarak tanınıyordu. Ermeni burjuvazisinin sözcülüğünü yapan Patrik, Taşnaklar ve Hınçaklar gibi özerkliği veya bağımsızlığı savunmuyor, buna karşı çıkıyordu. Çünkü Batı Ermenistan’ın bağımsızlığı ekonomik izolasyon anlamına geliyordu. Avrupa kapitalizmine entegrasyon sürecinin hızlanması için imparatorlukta baskı altında olmadan yaşam sürmek onlar için daha cezbediciydi. Taşnaklar ve Hınçakların radikalizminin Ermeni toplumunda prestij kazanması, Patrik’in kabusuna çevrilmişti. Jön Türk İhtilali günlerinde görevinden çekilen Ermeni Patriği Malahiya Ormaniyan’ın yerine seçilen Matheos İzmirliyan, “Ermeniler için biricik güvenli yolun… basiretli ve ılımlı bir çizgide Türklerle sadık bir birlik içinde çalışmak olduğuna kesinlikle inanıyordu… Cemaatine bu yolda öğüt veriyor ve üstü kapalı bir şekilde Hınçak, Truşak ya da öbür Ermeni cemiyetlerinin ileri eğilimlerine prim vermektense Patriklikten istifa edeceğini ima ediyordu…”[8]
Taşnak Komitesi ise 1908’den önce yasaklanmış bir devrimci parti statüsündeydi. 1907 yılında Viyana’da yapılan Taşnaksütyun IV. Kongresi’nde Jön Türklerle ilişkiler sorunu özel bir oturumda tartışılmış ve alınan karar gereğince parti komitelerine, “Kanlı Padişah’ın rejimi ile mücadelelerinde Türk muhalif güçlerinin her anlam da desteklenmesi” görevi verilmişti.”[9] Taşnak komitesinin girişimiyle 27-29 Aralık 1907’de Paris’te ortak bir kongre düzenlendi. Kongreye İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin temsilcilerinin yanı sıra, Taşnaksütyun, Teşebbüs-ü Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti, Armenya (Ermenistan) ve Hayrenik (Vatan) gazetelerinin yazıişleri, Mısır Cemiyet-i Israiliyesi (resmi organı Lavora gazetesi), Hilafet gazetesi yazıişleri, Ahd-ı Osmani Komitesi (Mısır) temsilcileri katılmış ve solcu Makedonsko Odrinska Devrimci Örgütü kongrede alınan kararları sonradan benimsemiştir. Abdülhamit karşıtı bir cephe kurulmasına dair pratik sorunların tartışıldığı bu kongrede ortak bir bildiri de imzalandı. Bildiride, “devletin başına gelen felaket ve parçalanmaların önüne geçmek için”
- Abdülhamit’in devrilmesi,
- Yürürlükteki yönetim biçiminin kökten değiştirilmesi,
- Meşruti rejimin kurulması,
gereklidir diye yazıyordu.
Bildiride hedefe ulaşılması için aşağıdaki eylemler öneriliyordu:
- İktidara karşı silahlı direniş,
- Silahsız direniş -genel grev, devlet memurları, jandarma gibi görevlilerin katılımıyla direnişler, vb.
- Vergi ödemenin reddedilmesi,
- Ordu içinde propaganda; askerlere halka ve devrime karşı çıkmamaları konusunda çağrıda bulunmak,
- Genel ayaklanma,
- Koşullarla ortaya çıkabilecek değişik mücadele yöntemlerinin benimsenmesi.
1907 Paris Kongresi, Abdülhamit’e karşı ortak mücadele cephesi oluşturma suretiyle İTC ve Taşnaklar arasındaki iş birliğinin ilk adımı olmuştur. Meşruiyetin ilanı ile birlikte Taşnaksütyun legal hale geldi. Fakat 1907 Paris Kongresinde üzerinde anlaşıldığı gibi Abdülhamit devrilmemiş, sadece yetkileri sınırlandırılmıştı. Taşnaksütyun İstanbul Bürosu bir açıklama yayınlayarak II. Abdülhamit’in 1878’deki aldatmacayı yinelediği takdirde bütün devrimci örgütlerin yeniden silaha sarılacağı uyarısı yapmıştı. Taşnakların 1908 seçimleri öncesinde yeni rejimden ve kurulacak olan meclisten taleplerine baktığımızda, Kürt Siyasi Hareketi’nin Konfederalizm paradigması çerçevesindeki talepleriyle olan benzerliğini görmek mümkündür:
- Ülkenin bağımsızlığı ve bölünmezliği, meşruti rejimin varlığı sürdükçe kabul edilmelidir,
- Ermeni vilayetleri Osmanlı imparatorluğunun ayrılmaz bir parçasıdır ve buraların yerel yönetimi, ülkede yaşamakta olan bütün halkların eşit olarak yararlanacakları adem-i merkeziyet sistemi temel alınarak yürütülmelidir,
- Halkların temsili sistemi üzerinde kurulmuş olan Osmanlı merkez yönetimi devletin ortak işlerini yürütecektir. Dış politika, ordu, hazine, gümrük, demiryolları, posta, telgraf merkezi hükümetin yönetiminde kalırken diğer işler vilayetlere devredilmelidir,
- Encümenler, adliye ve diğer yerel idari organlar, genel, adil, nispi temsil temelinde seçimle oluşmalıdır. Bu ilke bütün halklar ve dinler için eşitlikçi bir anlayışla uygulanmalıdır,
- Vilayetlere yerel işlerini yürütme hakkı ve bu konuda geniş bir özerklik verilmeli, cemaat işleri de cemaatlere bırakılmalıdır. Vilayet gelirlerinin bir bölümü (yüzde 20-25) yerel gereksinimlere ayrılmalıdır,
- Hükümetin tayin edeceği vali, mutasarrıf ve mahkeme reislerinin görevleri dışındaki bütün görevler yerel danışma kurullarına bırakılmalıdır,
- Vilayet sınırlarının belirlenmesinde eski rejimdeki tasarrufun tersine nüfusun ulusal özellikleri ve kültürel gelenekleri göz önünde tutulmalıdır,
- Bütün halklar ve dini gruplar bütünüyle eşit ve adil yönetilmeli, sınıf ve zümre karakteri taşıyan bütün ayrıcalıklar kaldırılmalıdır,
- Kanun-ı Esasi âdem-i merkeziyet esaslarına göre gözden geçirilmelidir,
- İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, inanç özgürlüğü, toplantı özgürlüğü, protesto ve gösteri özgürlüğü tanınmalıdır. Özel malın, mülkün, haberleşmenin dokunulmazlığı tanınmalı, ülke içi seyahat belgeleri kaldırılmalıdır,
- Ülke genelinde ilköğretim zorunlu hale getirilmeli ve ücretsiz olmalı, bütün ulusal okullara eşit muamele edilmelidir. Resmi dil öğrenimin dördüncü yılından itibaren verilmelidir,
- Askerlik ülkenin tüm halkları için zorunlu hale gelmelidir,
- Vergi sistemi değiştirilmelidir.[10]
İttihatçılar, birçok sebepten dolayı Ermenilere ve onların örgütlerine vaatler vermekte, göstermelik de olsa birçok jest yapmaktaydılar. Bu sebeplerden birisi, İTC’nin yoğun halk desteğinin olmamasıydı. Osmanlı’nın Avrupa vilayetlerinde destekçileri olan Cemiyet’in Anadolu’da neredeyse hiç şubesi yoktu. Doğu vilayetlerinde Kürt aşiretlerinin Meşrutiyet’e karşı tutumları, İttihatçıları bu bölgedeki Ermenilerle ittifak yapmaya zorluyordu. Aynı zamanda, İttihatçılar ne Patrikhane’nin, ne de Hınçakların Ermeni cemiyeti üzerinde hegemonya sağlamasını istemiyordu. Patrikhane’nin Düvel-i Muazzama ile bağlantıları, Hınçakların ise İTC’ye muhalif olan Prens Sabahattin ile ilişkileri İTC’nin Taşnaklarla iş birliği yapmasına sebep olmuştur. Taşnak Komitesi, Patrik ile destekçilerini “paraya tapanlar ve sahte yurtseverler” olarak nitelemişti. Feroz Ahmad’ın da belirttiği gibi, “Taşnak Komitesinin amira sınıfına karşı tutumu İttihatçıların Liberallere karşı tutumuna benziyordu; her ikisi de kendi yukarı sınıflarının ayrıcalıklı durumundan hoşnutsuzdu.”[11]
Hınçakyan Devrimci Partisi ise en başından itibaren İttihatçılarla ilişkilerde ihtiyatlı bir tutum sergiledi. 1902’de yapılan kongrede Jöntürklerle olası bir teması reddetmiş, 1906’ya kadarsa hiçbir temasta bulunmamışlardır. 1906’da Hınçakyan yöneticileri, Ahmet Rıza, Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım ile Paris’te buluştular. Bu aynı zamanda Jön Türklerin ilk kez bir Ermeni partisi yöneticileriyle temasa geçmeleriydi. 1907’de, Taşnakların Abdülhamit karşıtı ortak cephe kurulması için kongre yapma teklifi Hınçaklar tarafından reddedildi. Devrimci Hınçak partileri bütün Ermeni siyasi partilerini bir araya getirecek bir kongre çağrısı yaptılar. Taşnaktsutyun, “Ermeni partilerinin hepsi birleşse de ellerinden bir şey gelmez, çünkü karşılarında, umduklarından çok daha güçlü bir düşman var. Bu nedenle Jön Türklerle bir anlaşmaya varmayı başarmak ve hedefe onların aracılığıyla ulaşmak kaçınılmazdır,” diyerek buna karşı çıktı. Hınçaklar, Selanik grubunun hegemonyasında olan İTC’den daha çok Prens Sabahattin’in önderliğindeki Teşebbüs-i Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti ile ilişki içerisindeydiler. Daha kapitalizm ve özel teşebbüs yanlısı olmalarına rağmen, Osmanlı’daki milletler sorununa daha özgürlükçü ve özerklikçi perspektiften bakması, Prens Sabahattin grubunu Hınçaklar için daha cezbedici kılıyordu. 1908 Devrimi daha çok Selanik grubunun ağırlıklı olduğu İTC tarafından gerçekleştirilmişti. Ele geçirdiği iktidarı Paris’teki âdem-i merkeziyetçi grupla paylaşmak istemeyen İttihatçılar, Prens Sabahaddin’e Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni dağıtması ve ulusal azınlıkların özgürlüğüne dair propaganda yapmaktan vazgeçmesi koşuluyla ülkeye dönebileceğini söylemişti. Ağustos 1908’de toplanan İTC Heyet-i Merkeziyesi, Paris merkezi ile bağlarının kalmadığını ilan etti. Bunun ardından Paris’ten Türkiye’ye dönen Prens Sabahaddin destekçisi bir grup, Dr. Nazım’ın emriyle tutuklandı. Bu hadise, Sabahaddin ile ilişkileri olan Hınçakları endişelendirdi. Aslında bu, Ermeni Siyasi Hareketi’nin almak zorunda kaldığı ilk dersti. Fakat ne yazık ki, 1908’in hürriyet hayalleri bu tarihsel anın sonuçlarının öngörülmesini engellemişti. Sabahaddin, İTC iktidarda sekiz ay kalmayı başardığı takdirde Ermeni halkını büyük bir trajedinin beklemekte olduğu konusunda Hınçak liderlerini uyardı ve Taşnaktsutyun’a Hınçak ile ilişkilerini düzeltmelerini ve ufuktaki tehlikeye birlikte karşı durmalarını tavsiye etti.[12] Hınçaklar temkinli bir bekleyiş içerisindeydiler. Taşnaklar ise İTC ile yakın ilişkilerine güvenerek çok yoğun siyasi çalışmalar yürütmekteydiler. EDF, Her köydeki khumpu (grup) ve her kasaba ya da kentteki gomide (komite) veya yentagomideyi (alt komite) örgütlemek için vilayetlere saha kadroları göndermişti. Hınçak Merkez Komitesi’nin temkinli bekleyişi sebebiyle komitelere hiçbir direktif gitmemiş ve bu da Osmanlı dahilindeki Hınçak komitelerinde tereddütler yaratmıştı. Şebinkarahisar, Malatya ve Van’daki tüm Hınçak şubeleri Taşnaktsutyun tarafına geçmişti. Bu sebepten Hınçak yöneticileri temkinli tutumu bir yana bırakarak acil şekilde Osmanlı’ya dönme kararı aldılar. Hınçak liderleri Sabah Gülyan ve Hampartzum Boyacıyan İstanbul’a gelmek üzere 15 Ağustos 1908’de Paris’ten yola çıktılar. Anadolu’daki parti örgütlenmelerinin doğal liderleri Paramaz ve Ardzıruni de İstanbul yolundaydılar. Ülke içerisinde legal çalışma yapabilmek için İttihatçıların öne sürdüğü koşul, Ermeni vilayetlerinin bağımsızlığını savunmaktan vazgeçmeleriydi. Pera’daki Ermeni kilisesinde konuşma yapan Sabah Gülyan “Osmanlı Meşrutiyeti ilan edilmiş olduğundan, biz Hınçaklar, ihtilal fikirlerimizi bırakıyor ve faaliyetlerimizi memleketin ilerlemesine adıyoruz” diyecekti. Bir süre sonra ise Sabah Gülyan ve Hampartzum Boyacıyan, Talat, Enver ve Bahattin Şakir’le bir görüşme gerçekleştirirler. Talat bir ittifak oluşturmayı teklif etmiş, ret yanıtı alınca, onların bir muhalefet partisi olarak faaliyet göstermelerini kabul etmişti. Hınçakların Prens Sabahattin ile anlaştığı İttihatçılar tarafından da bilinen bir gerçekti. Böyle bir görüşmenin yapılmasının asıl sebebi, ittifak arayışından daha çok her şeyin kendi tahmin ettikleri gibi olduğundan emin olmaktı. Sabah Gülyan, İTC’nin Selanik’te 5-25 Ekim 1908’de yapılan kongresinin ilk oturumunda, Hınçak Partisi’nin faaliyetlerinin denetim altında tutulması konusunda özel bir karar alındığını belirtiyor. Eylül ayında Prens Sabahaddin de İstanbul’a gelmiş ve coşkulu bir şekilde karşılanmıştı. Sabahaddin İTC ile birleştiklerini ilan etse de herkes bunun taktiksel bir adım olduğunun farkındaydı. Eylül ayında Ahrar Fırkası’nı kuran Prens’in etrafında İttihatçıların politikalarından memnun olmayanlar toplanmaya başlamıştı. 1908 Devrimi’nin ardından da Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, Jöntürk hareketinin İttihatçılara muhalif liberal kanadıyla dayanışmayı sürdürdü.
1909 Adana katliamı, İttihatçılarla Ermeniler arasındaki ilk büyük kırılmanın işaretiydi. “Adana katliamı, Abdülhamid’in soykınına zihniyetinin en son katliamı ama aynı zamanda bu zihniyetin el değiştirerek İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından sahiplenilmesi ve Abdülhamid’in devamcısı olarak siyaset sahnesine adımını attığı tarih olarak da değerlendirilebilir.”[13] Anayasanın yürürlüğe girmesiyle sosyal haklar çerçevesinde Müslüman ve Gayrimüslim eşitliğinin sağlanmış olması, Müslüman ve Türk orijinli yeni burjuvazinin Ermenilerin elindeki sermaye birikiminden ve liman bölgesi olan Adana’da sahip oldukları pozisyondan rahatsız olması, doğu bölgesinde Kürt toprak ağalarının Ermenilerin el koyulan topraklarının geri alınmasına dair korkuları ve birçok faktör, ülkede gericiler tarafından Ermeni-Müslüman çatışmasına dönüştürülmek isteniyordu. 31 Mart gerici ayaklanmasının bastırılmasından sonra, Meşrutiyet karşıtları gözünü Adana’ya dikmişti. O dönemde Adana ve civarında neredeyse bütün ticaret Ermeni tüccarların kontrolündeydi ve çıkarları gereği bundan rahatsız olan Türk burjuvazisi Adana’ya bu sebepten dolayı göz dikmişti. Tarihçi ve diplomat Kamuran Gürün, şehirdeki İngiliz konsolosunun bir raporundan şunları aktarır: “Meşrutiyet’in ilanından Adana’da kimse memnun olmamıştı. Türkler artık hâkim durumda olmayışları düşüncesini nefretle karşılıyordu. Ermeniler bağımsız idareyi hemen başlatmak istiyorlardı. (…) Anayasaya göre herkes silah taşıyabilecekti. Bu fevkalade yenilik sonucu binlerce silah satın alınmıştı. Hatta mektep çocuklarının bile silahları vardı.”[14]
31 Mart’ta İstanbul’daki karşı devrim girişimi, kıvılcım bekleyen barut fıçısı olan Adana’da bu gerginliklerin gün yüzüne çıkması için uygun koşulları hazırlamıştı. Cemal Paşa hatıratında şunları yazmaktadır: “1909 senesi başlarında Adana’da herkesin ağzında dolaşan şayialar, yakında Ermenilerin ayaklanarak Türkleri mahvedeceklerine ve bu vesile ile vilayetin Avrupa donanması tarafından işgaline ve sonra da Ermenistan’ın kurulmasını temin edeceklerine dair. Türkler bu şayialara o kadar inanmışlardı ki, hatta eşraftan bazılarının ailelerini emin bir yerlere göndermeye kalktıkları bile olmuştu. 1909 senesi Nisan ayında tarafların münasebetleri o kadar gerginleşmişti ki, akşama sabaha halkın birbiri üzerine saldıracaklarına artık kimsenin şüphesi kalmamıştı. Adana’da, Tarsus’ta, Hamidiye’de, Misis’te, Erzin’de, Dörtyol’da, Azizli’de, hulasa Ermenilerin çokluk olduğu her yerde öyle müthiş katliamlar başlamıştı ki, bunların tafsilatını okumak insanı cidden nefretlere duçar eder.”[15]
27 Nisan’da, başkentte irticai karşı devrim girişimini bastırmış olan Hareket Ordusu, duruma el koymak üzere Adana’ya gelir. 31 Mart olaylarında hem Taşnaklar, hem de Hınçaklar kendi silahlı birliklerini Mahmut Şevket Paşa kumandanlığındaki Hareket Ordusu’na yardımda bulunmak üzere örgütlemiş, darbenin bastırılmasında mühim rol oynamışlardı. Fakat Adana’ya gelen Hareket Ordusu, Ermeni halkından silahlarını teslim etmelerini istemişti. Hâlâ anayasaya inancını korumakta olan Ermeni nüfus silahlan teslim etti. Silahların tesliminin ertesi günü olaylar aniden yeniden başladı.[16] Bu sefer kırımda etkin olan güruh Hareket Ordusu askerleriydi. Rusya Genelkurmay Başkanlığı’na gönderdiği raporda Kafkasya Askeri Bölgesi Kurmay Başkanı şöyle yazmaktadır: “Her yağma ve cinayet olayının en hararetli katılımcıları askerlerdi. Bu olgu yüzlerce tanık tarafından ve tam o sırada Adana’da görev yapan izleme komitesi tarafından tespit edilmiştir. Mersin’e ilk varan III. Kolordu piyade bölükleri, bütünüyle Jön Türk subaylarının komutasında oldukları halde, aynı vahşeti yapıyor, bölgede yerleşik kolordudaki arkadaşlarından aşağı kalmıyorlardı. Bu durumun gerçekliğini Jön Türkler de kabul ediyordu, ancak sorumluluğu gerici unsurlara yüklüyorlardı.”
Adana Katliamı’nın hemen ardından önemli siyasal gelişmeler yaşandı. 1909 yazında, İttihat ve Terakki’nin baskısıyla Meclis’ten yeni yasalar geçirildi. İttihatçıların etkisi altındaki bu Meclis, Ermenilerin siyasal örgütlenmelerini ve ulusal azınlık hakları doğrultusundaki taleplerine yeni yasaklamalar getirdi. Aynı zamanda, doğu vilayetlerinde faaliyet yürüten fedai gruplara karşı ağır cezalar öngören hükümler kabul edildi. Basın üzerinde de yeni kısıtlamalar devreye sokuldu.[17]
31 Mart karşı devrim girişimi ve Adana soykırımının ardından Devrimci Hınçak Partisi VI. Kongresini topladı. Farklı ülkelerden gelen delegelerin katılımıyla toplantının İstanbul’da yapılmış olması ilgiyi artırmıştı. Toplantı tartışmalı geçti. Ana tartışma konusu, yaşanan süreçlerin ışığında Osmanlı’da nasıl siyasi çalışma yapılmasına ilişkindi: devrimci mücadele yürütmek mi yoksa yasal bir parti olarak mı? Paramaz, Sabah-Gülyan ve başka delegeler, Meşrutiyet’e güvenmenin beklentileri abartmak olduğunu söyleyerek devrimci faaliyetin tamamen terk etmemek gerektiğinde ısrarcı oldular. Aramyan, N. Zaharyan, Hampartzum Boyacıyan ve birçok delegeyse koşullar göz önüne alındığında devrimci mücadelenin olanaksız olduğunu söylüyorlardı. Paradoksun ana açmazı bu soruda yatıyordu: Adana katliamı, Abdülhamid’in giderayak yaptığı bir katliam mıydı, yoksa yeni rejimin sahipleri olan İttihatçıların da bu katliamda sorumluluğu var mıydı? Paramaz ve Sabah-Gülyan, Selanik’ten Adana’ya gelen Hareket Ordusu’nun katliamdaki rollerine dikkat çekerek, İttihatçıların verdiği güven dolu sözlere kanmamak gerektiğini vurguluyordu. Ancak Boyacıyan ekibinin savları delegeler üzerinde daha ağır bastı ve kongre kararlarında “Emekçi halkın elinden anayasal haklar alınmadıkça, parti yasal temelde faaliyet göstermelidir,” diye yazıldı.[18]
Taşnaklar arasında da benzer bir ikilem söz konusuydu. EDF teorisyenlerinden olan Mikayel Varantyan, dönemin ruhunu hâkim olan belirsizliğe dair şöyle yazıyordu:
“Ne yapmalı? İttihat’ın politikalarına ilişkin şüpheler bizim kadrolarımızın da kafasını kurcalamaya başlamıştı ama İslam’ın çalkantılı denizinde Ermenilerin üzerinde durduğu adanın her taraftan kuşatılmış ve tehlike altında olduğu, bir odun yongası gibi suda öylece yüzdüğü o korkunç günlerde kurtuluş adına sığınılabilecek tek liman İttihat’tı. Özgürlük için kan dökmüş olan, meşruti yönetim altında barış ve refah isteyen de bu örgüt değil miydi? Türk devrimci kadrolarında maalesef her yönden tartışmaya açık unsurlar tarafından kuşatılmış olsa da içten bir özgürlük tutkusu duyan ve anayasal düzeni savunan bir çekirdek vardı. İttihat’ın bizim eski günlerden tanıdığımız entelektüel lideri Ahmed Rıza bu “çekirdek”tendi. Koyu bir Türkçüydü, evet, Türk üstünlüğünün ve mutlak merkeziyetçiliğin savunucusu, özerk Ermenistan karşıtıydı ama aynı zamanda anayasaya ve barışçıl ilerlemeye de inanmıştı.”[19]
Ne yazık ki hem Hınçaklar, hem de Taşnaklar tüm göstericilere rağmen İTC’ye karşı etkin mücadelenin “zamanı olmadığı”nı savunmuştu. Adana katliamı genel olarak İttihatçıların iktidar yolculuğunda yapılmış olan “yol kazası” olarak yorumlanıyordu. Meşrutiyet’in ilanından sonra Ermeni partileri (Makedon örgütleri de Ermenilerle benzer tutum sergiledi) Bulgar örgütlerinden farklı olarak devrimci özelliklerini yitirdiler. İttihatçılar da en başından itibaren bu amaç doğrultusunda hareket ediyorlardı. İttihatçılar, Ermeni siyasi partileri arasında tek bir parti, Taşnakstyun, ayrı tutulup desteklenirken diğerlerine sırt çevirmekle Ermeni siyaseti içerisindeki kırılmanın derinleştirilmesi ve Taşnaklar vasıtasıyla doğuda kendi hegemonyasını oturtma çabası içerisindeydiler. Anayasanın yeniden yürürlüğe konulmasından sonra Taşnaklar arasında herhangi bir öz-savunma pratiğine gerek kalmadığına ilişkin bir kanı oluşmuş ve birçokları da edinmiş oldukları silahları satmaya başlamışlardı. Bu durum öyle bir vaziyet almıştı ki, Taşnaktsutyun İstanbul Bürosu özel bir bildiri yayınlayarak şöyle demek zorunda kaldı: “Yoldaşlarımızın son zamanlarda kişisel silahlarını satmaya başladıkları gözlenmekte. Bu şartlar altında bunun öz-savunmaya zarar verdiği açıktır; bundan böyle kimsenin partinin onayı olmadan silahını elden çıkarmaması gerekir… Bu talimata uymayanlar en ağır cezalara çarptırılacaklardır.”[20]
1910-11 yılları, hem Osmanlı’nın terkibini oluşturan ulusal-dinsel azınlıkların, hem de 13 yıl sonra kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini belirleyecek bir dizi olayla geçti. Türkçülük de facto resmî ideoloji haline gelmişti. Türkçülük akımının önde gelen 3 ismi, Selanik’te toplanan IV. İTC Kongre’sinde Heyet-i Merkeziye’ye seçilmiş, partinin ideoloji oluşturma özel görevi Ziya Gökalp’e verilmişti. Parti içerisinde görüş ayrılıkları artıyor, Selanik grubu giderek kendi iktidarını yoğunlaştırıyordu. Aynı yıllar içerisinde Ahali Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Hizb-i Cedid, Hizb-i Terakki isimli İTC’ye muhalif oluşumlar oluşmaya başladı. Tek bir ulus olmayı, Osmanlılık doktrinini kabul etmeyen hareketlere karşı zor kullanılacağını söyleyen Talat Paşa, 1911 yılındaki konuşmasında “Osmanlı imparatorluğu Türk devletidir; bu, akıldan hiç çıkarılmamalı,” diye belirtmişti.[21] 1910 ve 191l’deki İTC kongrelerine katılmış olan Kâzım Nami Duru da şöyle yazıyordu: “İttihat ve Terakki tüm bu halkları Osmanlı içinde eritmeye yemin etmişti.” Hınçaklar, daha liberal olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile iş birliği yapmasına rağmen, Taşnaklar hala İTC ile ittifakta ısrarcı gözüküyordu. Balkan Savaşı döneminde maliye nazırı Cavit Bey Samatya’daki mitingde yaptığı konuşmada şunları söyler: “Ermeni vatandaşları hükümete karşı ne kadar da şikâyetçi olsalar, onlar memleketin buhranlı anlarında derhal yardıma koşmayı bilirler. Emin olun, efendiler, Türksüz Ermeni olmaz, Ermenisiz de Türk olmaz. Ermeni Türk’ün ‘vatan kardeşi’nden fazla, ‘öz kardeşi’dir.” 9 Haziran 1912’de fiili bir darbeyle iktidarı HİF ele geçirse de Hınçaklarla üzerinde anlaştıkları talepleri uygulamadılar, Türkçülük konusunda İttihatçılardan geri kalmadılar.
Gittikçe gerilen ilişkiler, Balkanlarda yaşanacak olaylar silsilesi ile daha da şiddetlendi. 1912 Eylül sonunda Balkan devletleri ve Osmanlı İmparatorluğu seferberlik ilan ettiler. 8 Ekim’de Karadağ, Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etti. 20 Ekim itibarıyla Balkan Birliği’nin kalanı, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan, Osmanlılara karşı savaşa katılmıştı. Balkan Savaşı, Ermeni siyasi partilerini zor bir açmaza soktu. Balkan Birliği’nin talepleri, Ermeni hedefleriyle büyük ölçüde örtüşüyordu ve Balkan halklarının kurtuluş mücadeleleri XIX. yüzyıldan beri onlara ilham vermekteydi.
Ekim 1912’de Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, Taşnaktsutyun, Filistin Sosyal Demokrat Yahudi İşçi Partisi ve Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun katıldığı bir toplantıda “Kahrolsun savaş! Yaşasın halkların uluslararası dayanışması!” çağrısı yapıldı. Aynı dönemde Balkan temsilcileri de Ermenileri “gerçek müttefik” olarak görmekteydi. 27 Aralık 1912’de Londra’da yapılan barış konferansında Osmanlı temsilcileri şartları reddedince şu uyarıda bulunuldu: “…doğuda Ermenilerin iş birliğine başvuracağız.” Ermeni partileri savaş karşıtıydı ancak “ortak vatan”ın korunmasını da savunuyordu. Dr. Lepsius’a göre “Ermeni basını ve bütün Ermeni siyasi partileri hep bir ağızdan Ermenileri yönetime bağlılığa ve vatandaşlık görevlerini yerine getirmeye çağırıyorlardı.” Ermeni askerlerin firar ve esir oranları Türklere kıyasla daha düşüktü. Gordlevski’ye göre Ermeni partileri, Osmanlı’ya 40.000 gönüllü vaat etmişti; 8000 Ermeni askeri de savaşta ciddi yararlılıklar göstermişti. Harbiye Nazırı Nazım Paşa, Ermenilerin katkılarını basında övgüyle dile getirmişti. Balkan Savaşları, İTC’nin Türkçülük siyasetini kesin biçimde benimsemesine ve Ermeni vilayetlerinde benzer bir krizi engellemeye yönelik sert bir politika izlemesine yol açtı. Ocak 1913’teki Babıâli Baskını ve ardından kurulan İTC diktatörlüğü, Osmanlı’yı “Türkleştirme” programının başlangıcı oldu.[22]
1913’e gelindiğinde büyük bir savaşın yaklaşmakta olduğu artık herkes tarafından hissediliyordu. Almanya’nın emperyalist yayılmacılığı ve artan askeri kapasitesi, Rusya ile birlikte İngiltere ve Fransa’yla rekabeti gerilimleri zirveye taşımıştı. Bu ortamda Ermeniler de olası bir savaşta nasıl bir tutum alacaklarını belirlemek zorundaydılar. 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla umut bağladıkları İttihat ve Terakki’nin, aslında Ermenilere karşı bir hazırlık içinde olduğu da artık açıkça görülüyordu. Bu gelişmeler karşısında hem Taşnak hem Hınçak partileri, 1913 Ağustos’unda VII. kongrelerini toplama kararı aldı.
17 Ağustos 1913’te Cenevre’de Taşnaktsutyun’un Vll. Kongresi toplandı. Bu kongre ile birlikte İTC ile ilişkiler resmi olarak kopmuş oldu. Kongre kararlarında İttihat ve Terakki ile ilişkiler meselesi şu şekilde dile getiriliyordu:
“Meşrutiyet’in ilanını takip eden beş yıl boyunca İttihat ve Terakki Partisi’nin, sayısız görkemli vaatlerine karşın, Ermeni halkının ve Taşnaktsutyun’un en sıradan isteklerini (güvenlik garantisi, toprak konusundaki tartışmalara çözüm getirilmesi, yerel ve merkezi konumlarda nüfus oranına göre temsil, vb.) bile yerine getirmediğini göz önüne alarak (…) [Ayrıca] İttihat ve Terakki’nin adem-i merkeziyet prensibini yalnızca yüzeysel ve biçimsel olarak kabul etmiş olduğunu hesaba katarak (…) [Bundan böyle] Ermeni halkının var olma hakkının güvence altına alınamayacağı; aynı şekilde, eşitlik ve gelişme hakkının da, Osmanlı devletinin iç huzuru, gelişmesi ve halklarının barışçı varoluşu kapsamında elde edilemeyeceği anlaşıldığından (…) Nihayet, iktidardaki parti ile işbirliği, Taşnaktsutyun’u ister istemez onun ortağı ve hükümetin şu ya da bu İcraatından sorumlu kılacağından (…) Kongre aşağıdaki kararlara varmıştır: (1) Bundan böyle, Taşnaktsutyun’un görüşlerini paylaşan ve amaçlarının gerçekleştirilmesi yolunda, Osmanlı halklarının ulusal haklarının korunması yolunda onu destekleyen bütün toplumsal kesim ve gruplarla dostluk ilişkimizi koruyarak taleplerimizin gereklerini kendi çabamızla halletmek. (2) İttihat ve Terakki ile ilişkilerdeki kopuşun belgelere dayanan, ayrıntılı hikayesini yayımlamak.”[23]
Masis Kürkçügil, İttihatçılar ve Taşnaklar arasındaki ilişkiyi şöyle yorumluyor:
“(. . .) İttihatçılarla Taşnaklar arasındaki ilişkinin bu kadar yakın olmasında çeşitli nedenler vardır. Bunlardan birincisi her ikisi de Abdülhamid düşmanıdır, ona karşı muhalefet etmişlerdir. O güne kadar Ermeniler için katliam dediğiniz zaman Abdülhamid katliamı akla gelirdi. Bunun tekrarı bir problem olarak gözükürdü. Bu ihtimalin yeniden zuhur etmesi onlar için hayati bir sorun oldu. Taşnaklar da Hürriyet ve İhtilafı daha padişahçı ya da saltanatçı gördükleri için bu ilişki devam etti. Altı yıl boyunca süren tartışma Ermenilere vaat edilen can güvenliğinin sağlanması ve geri dönenlerin mallarına mülklerine kavuşmaları meselesidir; yani topraklarına kavuşmaları meselesi. Nihayetinde Kürtlerin gasp ettiği topraklara kavuşması meselesi. 1914’e gelindiği zaman, savaş başlayınca, İttihat-Terakki rejimi de bu işi gargara etmiştir. Kelimenin amiyane tabiriyle sallamıştır. Halledeceğiz demiş lerdir. Ermeni milletinin -Osmanlı tabiriyle- bir eyleme kalkışmayla tabiri caizse hır çıkardığı yönündeki görüşlerin bir temeli yoktur. Tabii ki her yerde militan bulursunuz. Bahsettiğiniz nüfusun ne olduğuna bakın. Yüzdeyle, bindeyle ölçerseniz o oldukça düşük bir rakamdır. 1915’te İstanbul’da tevkifat başladığı, Ermeni aydınları tevkif edildiği zaman bu adamlar teröristse, siz hayatınızda böyle terörist gördünüz mü? Evinde oturuyor ve akşam Talat Paşa’yla kâğıt oynuyor. Sonuna kadar bekliyor bu bir hata ve düzeltilecek diye. Kaçan kaçtı zaten. Durumu gören, fark eden insanlar, vahametin farkına varan çok az insan kaçtı tabii.”[24]
Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’nin VII. Kongresi ağustos ayında Köstence’de toplandı. Bir önceki kongrede Sabah-Gülyan ve Paramaz’ın öne sürdüğü çıkarımların haklılığına artık Hınçakların çoğunluğu şahit olmuştu. İkinci Balkan “faciası”nın Batı Ermenistan’da yaşanmaması için İttihatçılar artık Ermenilere karşı daha aktif, daha baskıcı politika yürütüyorlardı. Tüm yaşananlar ışığında, yasadışı mücadele araçlarının daha çok kullanılmasına ilişkin karar alan SDHP VII. Kongresi, karar bildirgesinde şöyle yazıyordu: “Görülüyor ki, Ermeni milleti bu siyasetle hep kendisine karşı kullanılan kuvvetler yüzünden yok olma aşamasına gelmiştir. Bu bakımdan, bu şartlar altında kendi ilkelerini artık izleyememesi doğaldır. Ermenilerin egemen sınıflardan kurtulmak ve başlarının üzerinde sallanan kılıcı ortadan kaldırmak için kesin ve yürekli bir eylem yolu izlemek zorunda olduklarına inanmaktadırlar. Dolayısıyla; uygun politik ve ekonomik şartlar sağlanana kadar proletaryanın çıkarı adına, dokunulmaz insani ve ulusal haklar için, bundan böyle mücadele illegal olarak sürmelidir.”[25] Kongre bittikten sonra, Paramaz’ın yöneticiliğinde, İTC liderlerine, özellikle de Talat’a suikast düzenleyecek bir grup oluşturulmuştu. Fakat Cemal Paşa Kongreye sokmayı başardığı ajanı sayesinde bu niyetlerden haberdar olmuş, kongre sonrası İstanbul’a dönen grup İstanbul’a ayak basar basmaz tutuklanmıştı.
1914 Şubat Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni meselesine dair son büyük reform girişimidir. Antlaşma, özellikle Doğu Anadolu’daki Ermeni nüfusun yoğun olduğu altı vilayette (Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarbekir, Sivas) uygulanacak reformları düzenlemeyi amaçlıyordu. Bu reformlar çerçevesinde, bölgede Avrupalı genel müfettişlerin gözetiminde idari iyileştirmeler yapılması, eşit yurttaşlık haklarının sağlanması, jandarma ve bürokraside Ermenilere kota verilmesi gibi maddeler öne çıkıyordu. Antlaşmanın hazırlanmasında Rusya başta olmak üzere Avrupa devletlerinin diplomatik baskıları etkili olmuş, ancak Osmanlı İttihatçı yönetimi süreci gönülsüzce yürütmüştür. Hınçak Partisi özerklik talebinden vazgeçmediği için reformları yetersiz bularak sürece katılmazken, Taşnak Partisi daha sınırlı taleplerle görüşmelere destek vermiştir. Buna rağmen İttihat ve Terakki yönetimi, bu reform taleplerini “bölücülük” olarak görerek kabul etmemiş ve anlaşmayı sadece diplomatik baskıyı hafifletmek amacıyla gündemde tutmuştur. Süreç boyunca İttihatçılar, Balkanlar’dan gelen Müslüman muhacirleri Ermeni vilayetlerine yerleştirerek demografik yapıyı değiştirmiş, Kürt ve Çerkes aşiretleriyle iş birliği yaparak Ermeni nüfuzu kırılmaya çalışılmıştır. Reform süreci hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmamış, Osmanlı-Alman gizli ittifakıyla birlikte fiilen sona ermiştir. Vahakn Dadrian gibi tarihçilere göre, bu başarısız reform girişimi, Ermeni sorununun siyasal yollarla çözümünün tıkanmasına ve 1915 Soykırımı sürecine zemin hazırlamıştır.[26]
Beyazıt’tan Miştenur’a Paramazlar
İşte 20 Darağacının hikayesi böyle gelişmiştir. 1913 Hınçak Kongresi sonrası tutuklanan 20’ler, 2 yıl sonra darağaçlarında şehit düştüler. Bir Paramaz Beyazıt’ta canını verdi, 100 yıl sonra başka bir Paramaz ise Miştenur Tepesi’nde. Paramazların mücadelesi tüm ezilen halkların özgürlük mücadelesini bir-birine bağlamaktadır.
Bu toprakların demokrasi ve devrim mücadelesinin yiğit savaşçılarının hikayesi, bugün Suriye’de ve Türkiye’de yaşanan gelişmelerin ışığında tekrar gözden geçirilmeli, gereken dersler çıkarılmalıdır. Radikal selefi-cihatçı kökenden gelen HTŞ, bugün Suriye’de, 1908’deki İttihatçılar gibi halk desteğine sahip değil. Hem Batıyla ilişkileri düzeltmek, hem de ülkenin kuzeydoğusuna hâkim olmak sebebiyle SDG ile ittifak arayışında. Fakat tamamen İslami kaidelerin rengini verdiği anayasa ve Alevi ve Dürzi halklarına yapılan soykırım girişimleri, iktidarını sağlamlaştırdığı anda Kürtlerle olan ilişkilerinde neler yapacağına dair veriler sunuyor. Suriye’de âdem-i merkeziyetçi yapının oluşması ve demokratik anayasa ile yönetilen demokratik cumhuriyet rejimine geçilmesi acil zorunluluk taşıyor. Türkiye’nin Misak-ı Milli projesini tekrar proje olarak canlandırması, Türkiye’den Irak’a, Suriye’den Libya’ya kadar uzanan Sünni Kalkanı kurma hayalleri, asırlardır zulüm altında yaşayan Kürtlere yeniden el uzatmalarına sebep oldu. Verilen vaatlere karşı ihtiyatlı tutumu korumanın yanı sıra, özyönetimden ve özsavunmadan vazgeçilmemeli.
O dönem nasıl ki askeri denge, Avrupalı garantiler ve reform vaatleri Ermeni halkını silahsızlandırıp savunmasız bıraktıysa; bugün de benzer hataların tekrarından kaçınmak tarihsel sorumluluk olarak önümüzde duruyor.
Son olarak, Paramaz’ın (Matteos Sarkisyan) 1914 yılının Mayıs ayında Hınçak gazetesinde yayınlanmış olan son yazısını paylaşmak istiyorum. Şimdi Suriye’de ve Türkiye’de yaşanan sürecin bilinciyle bu yazıyı okuduğumuzda tarihsel bağlantının daha çok farkına varmamız mümkündür. Rojava’daki özyönetim deneyimi, yerel meclisler, toplumsal sözleşmeler ve halk milisleri gibi kurumlarla Paramaz’ın “kendi kurumlarını yaratma iradesi”ne benzer bir yol izliyor. Ancak tarihsel deneyimler gösteriyor ki bu tür özyönetim modelleri ancak siyasi öngörü, öz-savunma yeteneği ve devrimci hafıza ile kalıcı olabilir. Tıpkı Paramaz’ın dediği gibi: “Ermeniler yalnızca devrimle kurtulabilir.” Bugün Kürt halkı ve Orta Doğu’nun tüm ezilenleri açısından da bu söz hâlâ geçerliliğini koruyor.
Ermenilerin Talebi
Yazar: Paramaz
Ermeniler yine hayal kırıklığına uğradı.
Yinelenen ümitsizlik onun yüz yıllık acı tarihinin bir halkasını oluşturdu.
Balkan Savaşının ardından, Rumeli İstanbul’un yüz yıllık boyunduruğundan kurtuldu. Makedonya ayrıldı, Yunanistan ayrıldı ve dağlık Albania, Avrupalı kralıyla kendi krallığını kurdu. Tek isteği kendi sömürgelerinden köleler yaratmak, kendi kılıcı altında itaatkâr, sessiz koyun sürüleri hazırlamak olan o hükümetin tarihsel mecburiyetle şansını belirlemek için gereken her neydiyse o yapıldı. Bu iste ğin sonucu, yıkım, katliam, zulüm oldu…
Rumeli’nin yerlisi kurtuldu, ya Adanalar’…
Burada yazılmış Ermeni kahramanlıklarının sonu yine aynı kaldı.
Ve yine aynı acı, aynı kıvranmalar.
Daha dün Ermeniler, fedaisi Mardik’e, Zakarya’ya, tüm o asi ruhlara hoşça kal diyerek, ‘Anayasanın sahte hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet tablosunda, kültürüne sahip çıkmak, yıkılmış evini, küle dönmüş ocağını yeniden yapmak, hayatın tadına varmak için silah bırakıp meydana indi.
Daha dün Hamid rejiminde işkence görmüş Ermeniler, ‘Anayasa’ya sarıldı ve canavarca vahşilikleri unutarak, kendini ülkeyi yeniden inşa etmeye, yeniden doğuş için çalışmaya adadı.
Ermeniler yanıldı mı? Ya da ‘Anayasadan sonra yıkılmış olan ülkeyi yeniden inşa etme düşüncesiyle silahını bırakan cüretkâr fedai, yanıldı mı?
Zehirli, karanlık, cehennem gibi tarih önümüzde… Ermenilerin bugünkü tarihi de yüzyıllık acıları, kalp kırıklıkları, yıkıntıları ve katliamları ile bunun devamı, hatta öncekinin tam tamına aynısıdır.
Evet, Ermeniler yanıldılar, tarihin tarif edilemez bir hatasını yaptı Ermeni fedaileri. Coşkunun etkisiyle Osmanlı egemenliği altında, imparatorluğun sıkı, aşağılık şovenizmiyle ve hoşgörüsüz İslami dünya görüşüyle, azınlık milletlerin ekonomik, ruhsal, zihinsel çıkarlarını koruyacaklarını sandılar.
Ermeniler ‘Anayasada kendi acısının, sıkıntısının ve tükenmişliğinin son noktasını gördüğünde yanıldı. Bu Anayasa’ varlığıyla hüküm süren dini devletin arzulan ve sömürge halkların aşağılanması, yani sahiplik-emanet ilişkisini kuvvetli bir şekilde korumak açısından tahrik edici bir etki yaratıyordu.
Altı yıllık varlığı sırasında, bu Anayasa’ kendi iç özellikleri dolayısıyla hiçbir kabul görmedi ve halkın arzularını karşılayacak yetkili kuvvetler, yönetici mekanizmasını ilerletmek için gerekli yöneticilere sahip olamadı. Tam tersine şoven ve bağnaz temeller üzerine kurulmuştu. Onun yönetici önderleri, çürümüşlüğün ocağı olan sarayın valisinden en uzak köydeki müdüre kadar, devleti oluşturan öğeler içinde birbirlerine, paramparça etme fikrinin tohumlarını ektiler, onları mahrum etmeye çalışıp faaliyetlerde bulundular. Anayasa’nın kurbanları olan Adana, Havran, Sanaa karşımızda. Türk milliyetçiliğinin günah keçileri… Enver’in kurbanı, Talat’ın kurbanı, Hakkı ve diğer vezirlerin, bakan paşaların, beylerin kurbanı…
Ve Anayasa taraftarı, Türk ülkücüsü, ideoloğu Ali Kemal boşuna “Müslüman Türkler fikirleri birleştirme aracıdır, iradeleri çiğneyerek, etnisitelere son vererek, onlara karışıp eşitlik seviyesine getirir” dememiştir.
Daha açıklanacak ne var? Babigyan’ın[27] kanıyla yazılmış rapor olaylarla ilgili en iyi dipnottur.
Bu hayali esinlenmeler, milliyetçi anti-tarihsel arzularla, altı yıl süresince, ‘Şeriat Anayasası’ milletin onurunu, malının mülkünün sahibi olmayı, toprağında ve evinde güven bulmayı, manevi ihtiyaçlarını gidermeyi sağlayan bir kanunu çizmeye ve uygulamaya yetmedi. Tam tersine saçma sapan ‘Millet-i Hâkime rüyasıyla, hikmet-hükmet zihniyetiyle, Hamide özgü, üstelik ahlaksız, aşağılayıcı rejimiyle, özellikle Ermeniler için şeriat ortamı yarattı ve milletlerin hayatını bitirmek, medeniyetin, ilericiliğin, iyileşmenin etkilerini ezmek, sözde ‘eşitlik getirmek’ için uygulandı. Kanun ‘Osmanlı Anayasasının elinde, anayasa yandaşı milletleri yok etmesi için alet oldu.
“Ermenilere sadece talep ve şikâyet etmek yeterli, bizim işimiz ise onların sorunlarını yok saymak ve onlara vurmak.”
Kendisine şikâyette bulunmaya gelen Ermeni’ye böyle diyor, Bitlisli mahkeme başkanı. Kanun koruyucusu, kanun anlatıcısı, kanun babası böyle konuşuyor!
Ona da vurmak gerek!
Kanunlar, dış baskılar sonucu mecburen Ermenistan’ın iyileştirilmesini emrettiğinde, Ermeni topraklarını, Ermeni kızlarını, Ermeni milletinin tüm unsurlarını, okul, kilise, gazete, hepsini gasp ediyorlar.
‘Ermenistan’ın İyileştirilmesi’…
Bu dizi dizi katliamların, talanların, yangınların, alıkoymaların, topraksızlaştırmaların komedisidir âdeta. Gerçekler, Ermenilerin tarihinde kendi kırmızı kanlarıyla yazılmıştır. Başlığı ‘Ermeni Kahramanlıklarıdır’, oyuncuları ise Avrupalı çıkarcı devletlerin rejisörlüğü altında olan Türk istibdadıdır.
‘Ermeni İyileştirmesi…’
Bu hükmeden unsurun dizginsiz eylemleri için sahip olduğu yetkisinin, kendi katliamlarından sorumlu olmamasının tasdikidir. Osmanlı hükümetinin tebaa sisteminden bir nevi kurtuluşudur. Bu Ermenilerin vatanından, Ermenistan’dan uzaklaştırılması, Ermeni meselesinin parça parça edilmesidir.
Ama Ermeni meselesi, Ermenileri arzularına ulaştırmadığı, taleplerinin en azından asgarisini karşılamadığı için mesele olarak kalmıştır. Ermenilerin istediği malına mülküne kefalet edilmesi, şahsi dokunulmazlığı, çalışma güvenliğiydi. Ermeni meselesi, onlar Ermenileri göstermelik statüsünden çıkarmayıp en azından Avrupa’nın kontrolü altında yerel özerklik vermediği için mesele olarak kalmıştır. Ve Ermenistan’da bugünkü haliyle bile tek bir Ermeni kalana kadar bu mesele hem Osmanlı hem de çıkarcı komşu devletler için mesele olarak kalacaktır. Bu meselenin çözümü ise sadece ve sadece Ermenilerin toplu ve olumlu gücü devrim sayesinde çözülür.
“Gelecek kendi kurumlarını kuran sınıflara aittir.” Vandelvert böyle dedi, biz de ekliyoruz: “ve kendi kurumlarını yaratma heyecanı olan o milletlere aittir gelecek.”
Ermenilerin kendi kurumlarını yaratma heyecanının olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Onların dili, edebiyatı, yapıcı olma arzusuna duyduğu sevgi, vatan isteği, millet fikri, sınıfsal bilinci, uyarlama çevikliği ve görgüsüzlüğü reddetme fikri, çile dolu kavgalarını kanlarıyla birleştirmeleri, Ermenilerin büyük iradesini oluşturan etmenlerdir. Ermeniler acılarını bir filozof gibi, mutluluklarını ise bir şair gibi anlatmayı bilir. Onlar yazmıştır Mher Efsanesi’ni[28], Ardavazfm [Prometeus] zincirlerini taşıyan demircilerin romanım, otuz yıl boyunca Hamide ve onun rejimine karşı onlar yazmışlardır.
Bunlar bize olayların “geliyorum” dediği özelliklerdir. Ermeniler kendi kurumlarını korumak, savunmak ve geliştirmek için ölüme bile hazırdır.
Ve birçok kez ölmüşlerdir.
İttihat-Almanya reformlarının, Ermenileri yok etmek için hazırladığı yeni tuzaklar, Ermenilerin doğal arzusunun bir parçası değildi. Onlar kendi kurdukları kuramları kendi kanlarıyla düzeltmeyi severler. Devrimleşmiş devrimcilerdir.
(…) ama bu canlılığı boğuyorlar, onların yarattığı kurumlan yıkıyorlar. Panislamizm ve ‘hükmeden milletin’ her şeyi buz tepesine çeviren malum fikirleriyle silahlanmış yıkımın topal şeytanı, Ermenilerin yarattıklarını, Ermeniliğin kurulmuş olduğu temelleri parça parça ediyorlar. Siyasi incelikleri, İslami kabalıklarla eşleşen Avrupa-i çıkarcı karşıtlıkları kabul ederken, kahramanlık haçını Golgotha tepesine doğru sırtlamış, Ermeniliğin iliği kurutuluyor.
DİPNOTLAR:
[1] Anlatan: 20’lerin son dini görevlerini yerine getirmeleri için Divan-ı Harb’e çağrılan Papaz Bogosyan; aktarım: Paramazlar – beyazıt’ta 20 darağacı -, der. Yetvart Çopuryan, çev. Aris Nalcı, 2018
[2] Hagop Turabian, “The Armenian Social Democratic Hentchakist Party,” Ararat, III (July 1915-June 1916), 451, 456. Aktaran: Louise Nalbandian, “Armenian Revolutionary Movement: The Development of Armenian Political Parties through the Nineteenth Century”, s. 104.
[3] Hamidiye Katliamları sonrası 2. Abdülhamit’e verilen lakap
[4] Arsen Avagyan, Gaidz F. Minassian; Ermeniler ve İttihat ve Terakki, s. 29.
[5] Varantyan, E. D. Federasyonu Tarihi
[6] Arsen Avagyan, Gaidz F. Minassian; Ermeniler ve İttihat ve Terakki
[7] Christopher J. Walker, Armenia: The Survival of a Nation
[8] Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme
[9] E. D. Federasyoncı’nun Dördüncü Kongresi Kararları [Derlemeler]
[10] Taşnaktsutyun’un resmi organı Troşak,Eylül-Ekim 1908, no. 9-10
[11] Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme
[12] Bkz. Stepan Sabah Gülyan, Badaskharuıdunert (Sornmlular), Beyrut, 1974, aktaran Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz s. 139
[13] Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, s. 70
[14] Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, s. 173
[15] Cemal Paşa, Hatıralar, s. 383-384
[16] Arsen Avagyan, Gaidz F. Minassian; Ermeniler ve İttihat ve Terakki, s.64
[17] Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller Toplu Makaleler Kitabı-1, s. 10
[18] Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, s. 147-148, 151.
[19] Varantyan, E. D. Federasyonu Tarihi
[20] Arsen Avagyan, Gaidz F. Minassian; Ermeniler ve İttihat ve Terakki, s.86
[21] Rene Pinon, L’Europe et la Jeu ne Turquie, Paris, 1913, s. 101-102
[22] Arsen Avagyan, Gaidz F. Minassian; Ermeniler ve İttihat ve Terakki, s.109-110
[23] Troşgag, Eylül-Ekim 1913, no. 9-110, aktaran A. Avagyan ve G.F. Minassian, a.g.e., s. 118-119., aktaran Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, s. 164.
[24] “Masis Kürkçügil ile Soykırım ve Ermeni-Kürt İlişkileri Üzerine”, (söyleşi: Harun Ercan ve Mehmet Polatel), Toplum ve Kuram.
[25] Aktaran Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, s. 168.
[26] Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller Toplu Makaleler
[27] 1909’daki Adana Katliamının ardından Osmanlı Meclisi tarafından bölgeye gönderilen heyette yer alan Edirne Mebusu Hagop Babigyan’. Raporu, devlet görevlilerinin sorumluluklarına ve vilayet genelindeki tahribata dair önemli gözlemler içeriyordu. 1909 Adana Katliamı: Üç Rapor, Ari Şekeryan, Aras Yayıncılık.
[28] Medz Mher -Aslan Mher: Adı Sasunlu Tavit Destanında geçer. Mısır Melikiyle yaptığı savaşla adını duyurur. Sason hükümdarı Sanasar’ın üç oğlundan biridir. Vergo, Tsenov ve Mher. Mher çok güçlüdür; yolları kesip Sason’u kıtlığa mahkûm eden bir aslanı elleriyle öldürür. Aslan lakabmı bu şekilde alır. Mısır Meliki’yle yaptığı savaşta ülkesini haraca bağlanmaktan kurtarır.