Son günlerin en yakıcı gündemi asgari ücretin 22.104 TL olarak açıklanması oldu. Böylece asgari ücret sadece yüzde 30 zamlanarak, yüzde 48 olarak açıklanan TÜİK enflasyonunun bile ciddi anlamda altında kaldı. Böylece iktidar bizlere açıkça, geçen yıldan da yoksul olacaksınız dedi. Üstelik yeni açıklanan asgari ücret, açlık sınırının sadece 542 TL üzerinde ve yeni zamlarla beraber açlık sınırının altına düşmesi de kaçınılmaz gözüküyor. Yani 2025 yılında da devletin emekçiye layık gördüğü açlıkla cebelleşmek.
Asgari ücretin açıklanmasının ardından bir grup bazısı muhalif bazısı iktidar yanlısı ekonomistin meşrulaştırma çabaları da başladı. Ekonominin gerekleri adına bunun yapılması gerekliymiş, Türkiye bu acı reçeteye mecburmuş gibi safsatalar ortaya atıldı. Bunların ne kadar büyük safsatalar olduğu, bunu savunanların kendilerinin ise herhangi bir acı reçeteye maruz kalmadıkları ortada. Ama tüm bu safsatalar çok önemli bir şeye hizmet ediyor. Devletin niteliğini ve hizmet ettiği sınıfların hangileri olduğu sorularını bulanıklaştırmak.
505 Milyon Dolarlık Liman İhalesi
Asgari ücretin açıklandığı sırada eş zamanlı olarak yeni bir özelleştirme ihalesi de sonuçlanmış oldu. 2011’e kadar Koç Grubu tarafından işletilen Kalamış Yat Limanı’nın geleceği uzunca bir süredir belirsizliğini koruyordu. 2021 yılında yine Koç Grubu’nun kazandığı ihaleye Erdoğan onay vermemişti. İddialara göre bunun sebebi Koç-AKP gerginliği idi. 2024 yılında yapılan ihalede ise, Saray’a yakınlığı ile bilinen Vahit Karaarslan 505 milyon dolarlık teklifiyle, Koç Grubu’nun 504 milyon dolarlık teklifini geçti.
Ancak geçtiğimiz günlerde Vahit Karaarslan ihaleden çekildiğini açıkladı ve ikinci en yüksek teklifin sahibi Koç Grubu ihalenin onaylanması adına imzaya çağrıldı. Üstelik tam da Ali Koç’un MHP ziyaretinin ardından gerçekleşti. Bazı iddialar Karaarslan’ın ödeme için kaynak bulmak konusunda sorun yaşadığı şeklinde olsa da Karaarslan bizzat bunları yalanladı. Çekilmesinin ekonomik bir gerekçesi olmadığı, asıl sebebi ise açıklamasının mümkün olmadığını ifade etti. Asıl sebebi bilmemiz pek mümkün olmasa da daha önceden Erdoğan’ın vetosuyla ihaleyi alamayan Koç Grubu’nun zaten uzun zamandır ilişkili oldukları MHP’yi devreye sokarak ihaleyi almış olması olası gözüküyor.
Liman İhalesi ve Kent Hakkı
Bu seferki ihalenin ise içinde çok önemli bir yenilik var. İhalenin kapsadığı alan, yat limanı ile sınırlı değil. Bölgede sahilde uzanan genişçe bir park olan, üzerinde spor alanları da bulunan ve şu anda kamusal bir alan olarak işlev gören çok geniş bir yeşil alan da ihaleye dahil edilmiş durumda. Üstelik ihale bu geniş yeşil alan üzerinde inşaat yapma hakkı da içeriyor. Böylece yat limanından elde edilecek ranta ek, devasa bir rant daha yaratılmış oluyor. Bu rantın kaynağı ise açık bir şekilde bizlerin kent hakkı. Bunun anlaşılması için Galataport örneği üzerine kısa bir süre düşünmek yeterli olacaktır.
Aynı Kalamış Parkı gibi, Galataport inşa edilmeden önce Karaköy sahili de İstanbul’da isteyen herhangi bir insanın gidip zaman geçirebileceği, boğaz havası alabileceği, banklarda oturabileceği kamusal bir alandı. Tabii ulaşım pahalılığı ve emek sürecine ayrılan çok uzun saatler dolayısı ile bu alana erişim dahi İstanbul halkının çok önemli bir bölümünün kullanmakta çok zorlandığı bir haktı. Ama devlet bu haliyle yeterince rant elde edilemediğini düşündü ve Galataport denilen garabet projenin inşasına karar verdi. Sahil alanı kapatıldı, tümüyle özel mülk haline getirildi ve giriş çıkışlar sanki bir AVM’ye giriyormuşçasına güvenlik kontrolü ile gerçekleştirilmeye başlandı. İçeriye girdikten sonra ise oturmanın tek yolu bir sermaye grubuna para kazandırmak haline geldi. Böylece zaten erişimi kapitalist düzenin sıradanlığı içerisinde de zorlaştıran halk, tümüyle bu alandan dışlandı. Çünkü insanlar içerideki bir yerde oturmak için bir haftalık belki de bir aylık maaşlarını bırakmak durumunda kalmaya başladı. Böylece Karaköy sahilde bulunmak bile sermaye birikim sürecinin bir aracı haline getirilerek, belirli sermaye gruplarına peşkeş çekildi.
Şimdi Kalamış Parkı için düzenlenen ihale ile planlanan, yeni bir Galataport, yeni bir çitleme ve halkın elinde kalmış son tek tük kamusal alanlardan birine daha devlet eliyle el konulmasından başka bir şey değil. Buna karşın ihale süreci boyunca, Fenerbahçe Kalamış Dayanışması ve başka bazı çeşitli STK’lar da bu projenin önlenmesi için mücadelelerini sürdürdüler ve sürdürmeye de devam ediyorlar.
Koç Grubu’nun ihalenin bu güncel, çitleme bezeli halini kaybettikten sonra, bir MHP ziyareti sonrası, en yüksek teklifi bertaraf ederek ihaleyi elde etmesi tesadüf olarak değerlendirilmemeli. 2021’de kaybedilen yat limanı işletme ihalesinin aksine, bu seferki ihalenin vadettiği rant potansiyelini tahmin etmek bile bizler için imkânsız. Bu durumda Koç Grubu’nun da bu rantı kaybetmeyi göze alamamasını tahmin etmek tam tersine çok kolay. Ne de olsa bizim kent hakkımızın ihlali ve kamusal alanların çitlenmesi, burjuvazi için kolay yoldan rantı kim elde edecek yarışından başka bir şey değil. Kalamış’ı kim çitlerse, milyar dolarları o kazanır.
Cumhuriyetçi Burjuvazi – İslamcı İktidar
Bu son derece kirli ihale sürecinde tarafların birinin Koç Grubu diğerinin ise AKP-MHP iktidarı olması ise, bize çok önemli bir şeyi daha açıkça gösteriyor. Türkiye’de maalesef dünyayı sınıfsal perspektifle değil de seküler-İslamcı ayrımı üzerinden okumak son derece yaygın bir yanılgı. Üstelik bunu ikilemin her iki tarafında da çokça gözlemleyebiliyoruz. Bir tarafta İslamcı olarak bilinen Erdoğan 22.104 TL’lik asgari ücreti “Emeklinin memurun işçinin esnafın hakkını size konserlerde şarap turlarında yedirmeyiz yedirtmeyiz.” gibi, son derece komik bir şekilde açıklıyor. Erdoğan ile serpilen MÜSİAD, asgari ücret yüzde 25’ten fazla artmamalı açıklamasını, kendisini TÜSİAD’a karşı, “viski içen Allahsız beyaz Türklere” karşı konumlandırması ile bulandırıyor. Bu sayede, kendilerini İslami hassasiyetleri olan emekçilerin karşısında değil de onlar ile aynı safta, ortak bir düşman ile karşı karşıyaymış gibi göstermeyi hedefliyorlar.
Diğer tarafta TÜSİAD odaklı sermaye grupları ise, bizzat İslamcı AKP ile el ele, emekçilere reva gördükleri açlık düzeninin müsebbibi olmaktan, 29 ekimlerde paylaştığı 3-4 gönderi ile seküler bir hayat sürdürme gayesinde olanların kaygılarını sömürerek kurtulmaya çalışıyor. Üstelik bu TÜSİAD odaklı sermaye olarak adlandırdığım geniş gruba belki de en açık örnek Koç Grubu’nun ta kendisi. Bir şekilde kendisini AKP’nin karşısında konumlanmış gibi göstermeyi başaran Koç, bu vesile ile Türkiye’de süregiden açlık düzeninin sorumlularından biri değil de muhaliflerinden biriymiş anlatısı oluşturmayı hedefliyor. Ali Koç’un spor medyası üzerinden yürüttüğü, iktidar bana katlanamıyor anlatısını da bununla ilişkili değerlendirmekte fayda var.
Muhakkak ki, Koç Grubu ve AKP, TÜSİAD ile MÜSİAD, Anadolu sermayesi ile İstanbul sermayesi ve başka türlü türlü sermaye grupları ve iktidar ortakları arasında çekişmeler olması son derece mümkün ve hatta olasıdır. Sermayeyi ve iktidarı yekpare bir bütün, aralarda dönem dönem görünen çatlakların ise kandırmaca olarak değerlendirilmesi büyük bir hata olacaktır. Çünkü bu gibi çekişme ve çatlaklar işçi sınıfının kendi sınıf çıkarları adına kullanabileceği fırsatlardır, âdeta surda açılan gediklerdir.
Ancak bu ihtimali yok saymamak kaydıyla, çekişme ve çatlakların niteliğini de gözden kaçırmamak gerekir. Koç Grubu ve AKP arasında bir çekişme olma ihtimali bir gerçek olarak önümüzde dursa da bu çekişme asla İslamî ve seküler hassasiyetler arasında bir çekişme, Koç Grubu da asla Türkiye’nin içinde debelendiği İslamcı-baskıcı rejim karşısında bir mücadele ortağı olarak değerlendirilemez. Aksine, muhtemeldir ki bu çekişmenin kaynağı, emek gücü sömürüsü ile gerçekleşen artık değeri kim elde edecek, devlet gücünü hangi sermaye gruplarının birikim yapması yolunda seferber edecek kaygılarıdır.
Kimin Devleti, Kimin İktidarı?
Peki tüm bunların asgari ücret ile alâkası nedir? Görünen o ki, iktidar yat limanından vurgun yapılmasını sağlamak adına bir özelleştirme ihalesi açmak ile yetinmiyor. Önce bu ihale içeriğine bölgenin inşaata açılarak ek bir devasa vurgun imkânı ekliyor. Üstelik bu vurgun geniş bir kamusal park alanının Galataport benzeri bir dönüşümle, halka kapatılması anlamına da geliyor. Bununla da yetinmeyen devlet, bir de tüm bu rantı hangi sermayedar yiyecek diye seferber oluyor; muhtemelen buradan pay dahi alıyor. Üstelik meşruiyetini bir noktaya kadar beyaz Türklere karşı halkın yanında olmak iddiasıyla sağlayan devlet gücü bu vurgunu cumhuriyet değerlerine sahip çıkması sebebiyle dönem dönem övülen Koç grubuna vermek için, ihalenin asıl kazananın saf dışı edilmesine karar veriyor.
Devletin bu ihaleyle olan yakından alâkası ise, aslında devletin derdinin ne olduğu, kimlerin çıkarları ile alâkadar olduğunu açıkça gösteriyor. Bir tarafta 22.104 liralık asgari ücret, diğer tarafta ise tam 68.000 emekçinin yıllık maaşına denk gelen bir ihale rantı söz konusu. Devlet ise asgari ücreti alelacele bir komisyonla olabilecek en düşük seviyelerde belirleyip, hemen bu devasa rantı kim yiyecek, bu rantı nasıl sermayedarlarımıza pay ederiz sorunu için seferber oluyor. Sonuç olarak bu iki olayı bir araya getirince açıkça görebiliyoruz ki, Türkiye devleti ve AKP-MHP iktidarı Türkiye’deki kitlesel yoksulluğun ana sorumlularıdır. Bunu yaparken de ekonominin gereklerini değil, kendi sınıfsal pozisyonlarının gereklerini yerine getiriyorlardır. Devleti hata yapmış, belli taleplere boyun eğmek durumunda kalmış ya da tarafsız bir noktadan doğru olanı yapmış olarak değerlendirmek devasa bir hata olacaktır. Aksine devlet bile isteye emekçiyi yoksullaştıran ve bu vesileyle de zenginini zenginleştirmeye uğraşan bir araçtır.