El Yazmaları’nın Notu: Bir yılı biterip diğerine başlarken çocuk haklarına bakmaya devam ediyoruz. Bu kapsamda gerçekleştirdiğimiz ikinci röportaj, FİSA Çocuk Hakları Merkezi’nden Ezgi Koman ile. İçinden geçtiğimiz kritik dönemde çocuk hakları mücadelesinin yeri ve önemi üzerine oldukça kapsamlı değerlendirmeler içeren röportajın mücadeleyi beslemesini diliyoruz. İyi okumalar!
Geçtiğimiz bir yılın çocuk hakları tablosuna bakmadan önce şuradan başlasak: Çocuk haklarına, çocuklara egemen-çarpık bakış açısı ne anlama geliyor? Biraz bunu konuşsak önce? Çünkü biliyoruz ki çocuk hakları demek, çocukların üstün yararını gözetmek, çocuklar için en “doğru”sunu yapmak anlamına gelmiyor…
Egemen ve çarpık bakış açısı, çocukları hakları ve özgürlükleri olan bağımsız bireyler olarak değil, genellikle yetişkinlerin ihtiyaçlarına, beklentilerine ve kararlarına bağlı bir “henüz olmamış” ya da “yarım” varlık olarak görür. Bu anlayış, çocukların bireysel özelliklerini, ihtiyaçlarını, duygularını ve potansiyellerini gölgeleyerek onları, gelecekte bir “yetişkin” olma süreci için araçsallaştıran bir yaklaşımı yansıtır.
Oysa BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde de vurgulandığı üzere, çocukları hakları ve özgürlükleri olan bağımsız bireyler olarak görmek, onların doğuştan gelen insan haklarına ve özgürlüklerine sahip olduklarını kabul etmek anlamına gelir. Çocuklar yalnızca korunma hakkına değil, aynı zamanda kendilerini gerçekleştirmelerini sağlayacak ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ile katılım hakkına da sahiptir.
Bu perspektifle çocuklara yaklaşmak, onların yalnızca “korunması gereken” varlıklar olmadığını, aynı zamanda kendi yaşamlarında aktif birer özne olduklarını ve öznellik kurabileceklerini kabul etmektir. Ancak bu durum, çocuğun yaşına, gelişim düzeyine ve çevresel koşullarına uygun bir şekilde rehberlik edilmesi gerekliliğini de içerir. Yani çocukları bağımsız bireyler olarak görmek, onları tamamen kendi başlarına bırakmak anlamına gelmez; aksine, destekleyici bir çevrede kendi kararlarını alma ve yaşamlarını şekillendirme hakkını tanımak demektir. Belki de bu, yetişkinlerin, yaşamın mevcut yetişkin merkezli kurgusundan kaynaklanan olağan yerlerinden, çocukların alanlarını işgal etmeye dönük tutumlarından vazgeçmeleri gerektiği anlamına gelir.
Egemen ve çarpık bakış açısının sonuçları ise çoğu zaman çocukların seslerinin duyulmaması, haklarının ihlal edilmesi, görüşlerinin dikkate alınmaması ve özgürlüklerinin sınırlandırılmasıdır. Bu anlayış yalnızca çocukların temel haklarına erişimini engellemekle kalmaz, aynı zamanda onları özne olarak görmeyi ve toplumsal dönüşümdeki rollerini de silikleştirir.
Bu çarpıklığı aşmak için çocuk haklarını savunan bir anlayış geliştirmek, çocukların toplumdaki yerini yeniden tanımlamak ve onların birey olarak değerini ve katkısını anlamak gereklidir. Bu, toplumsal, hukuki ve kültürel yapının köklü bir şekilde dönüşümünü gerektirir.
2024 yılı bitmek üzere. Elbette tüm yıla bakmak zor olacaktır ancak şöyle bir tarayacak olsanız geçmiş yılı, öne çıkan çocuk hakları başlıkları neler olur sizce?
2024 yılı, çocuk hakları açısından derinleşen ihlallerin ve çözüm bekleyen kronik sorunların yılı olarak öne çıktı. Özellikle 2023 yılında yaşanan 6 Şubat depremlerinin etkileri, bu yıl boyunca çocuklar üzerinde ciddi bir şekilde hissedilmeye devam etti. 2023 yılındaki depremlerin ardından, çocuk haklarına uygun bir afet yönetiminin sağlanamaması, barınma hakkından yaşam hakkına kadar ihlallerin 2024’te de devam etmesine yol açtı.
Bu yıl, neredeyse her gün çocuğa yönelik bir şiddet vakasına uyandık. Her gün basına yansıyan yeni vakalar, toplumun çocuk hakları konusunda yetersiz koruma mekanizmalarına sahip olduğunu bir kez daha gösterdi. Çocuklara yönelik şiddet olaylarında son yıllarda herhangi bir sebepten dolayı ayrıcalıklı olan kişiler failse, bu failler çoğunlukla cezasız kalıyor. Bu yıl, bu türden cezasızlık ne yazık ki devam etti.
Yanı sıra, 2024 yılı, ekonomik krizlerin etkisinin çocuklar üzerinde yoğun bir şekilde hissedildiği bir yıl oldu. Pek çok çocuk, sağlıklı beslenme, temiz su ve sağlık hizmetlerine erişim gibi temel haklarından mahrum bırakıldı. Yoksulluk nedeniyle eğitime erişemeyen çocuklar, ev bütçesine katkıda bulunmak için çalışmak zorunda kaldı. Güvencesiz ve tehlikeli koşullarda çalıştırılan çocuklar, yaşam hakkı ihlali dahil pek çok fiziksel ve duygusal riskle karşı karşıya kaldı.
2024, mülteci çocukların maruz kaldığı hak ihlallerinin de devam ettiği bir yıl oldu. Özellikle mültecilere yönelik ırkçı politikalar, mülteci çocukların yaşamını doğrudan etkiledi. Mülteci çocuklar, ne yazık ki bu yıl linçlere maruz kaldılar, nefret cinayetlerinde öldürüldüler.
Tüm bunları ülkedeki siyasal atmosfer ve ekonomik krizle birlikte düşünürsek, çocuk hak ihlalleri ile nasıl bağını kurarsınız? Niyetimiz aslında çocuklarla ilgili hemen her şeyin içinde yaşadığımız toplumsallıkla, siyasal gidişle ilişkili olduğunun altını çizmek.
Çocuk haklarını ihlal eden pek çok durum, içinde yaşadığımız siyasal atmosfer ve ekonomik krizden bağımsız düşünülemez. Çocukların yaşam koşulları, siyasal öncelikler ve bütçe kararlarıyla doğrudan ilişkili mesela. Çocuk haklarını önceleyen bir yönetim anlayışı olmadığında eğitim, sağlık ve sosyal destek gibi temel hizmetler ihmal edilir.
Türkiye’deki siyasal atmosfer, yolsuzluk ve kutuplaştırıcı ortam, çocukların hak ve özgürlüklerinin göz ardı edilmesine yol açıyor. Toplumsal olarak ve siyaset alanında da çocuklar, birey olarak hakları ve özgürlükleri olan bağımsız varlıklar yerine, kontrol edilmesi veya korunması gereken pasif özneler olarak görülüyor. Bu bakış açısı çocuk haklarına yönelik üretilecek politikaları doğrudan belirliyor. Ayrıca, ülkedeki siyasal gerginlikler ve kutuplaşma toplumsal ayrışmayı artırıyor. Bu durum, özellikle mülteci çocuklar, kız çocukları ve farklı cinsiyet kimliğine sahip çocuklar gibi haklara ve özgürlüklere erişimde zorluk yaşayan grupların daha fazla ayrımcılığa maruz kalmasına neden oluyor.
Ve tabii ki, ekonomik kriz, çocuklar için en temel hakların bile ihlal edilmesine yol açıyor. Ev için gelirin kaybı veya düşüklüğü, çocukların eğitimden kopmasına, sağlıklı beslenememesine ve çocuk işçiliğine maruz kalmasına neden oluyor. Yoksulluk, çocukların yaşam haklarını da tehdit eden bir faktör haline geliyor.
Ekonomik kriz ayrıca, ülkedeki sosyal destek mekanizmalarının etkisini de zayıflatıyor. Türkiye’de de durum ne yazık ki böyle. Yanı sıra, ekonomik kriz eğitim ve sağlık gibi temel haklara erişimdeki eşitsizlikleri daha da artırıyor.
Özelde bazı çocuk hakkı ihlallerine dair konuşmak isteriz. Narin’in öldürülmesi sonrası pek çok şey yeniden tartışılır oldu. Aslında bu cinayetle birlikte, söz konusu aile ya da devlet gibi kurumlar olduğunda bir çocuğun ölümünün nasıl da önemsizleştiğini gördük… Bunu nasıl ele almak gerekir çocuk hakları bağlamından doğru?
Narin’in öldürülmesi olayının ele alınacak pek çok katmanı var aslında… Öncelikle, evet, o topluluk içinde bir çocuğun yaşamı, hâlâ bilemediğimiz bir sebepten ötürü ya da hâlâ bilemediğimiz kişilere göre çok değersiz. Yanı sıra, Narin’in ölümü, çocukların popülizme nasıl alet edildiğini de gösteriyor. Kaybolduğu ilk günleri hatırlayalım… Sabah magazin programlarında Narin için çığlık atanları mı ararsınız, gece yarılarına kadar polisiye dizisinde oynarcasına cinayeti çözmeye çalışan uzmanları mı? Narin için “şeriat” ve “ölüm cezası” talep eden ünlüleri mi, yoksa hakikati göstermeye çalışmak yerine insanları sadece “heyecanlandıracak” en dramatik ifadeleri kullanmak için yarışan haber spikerlerini mi? Sanırım bir kere daha büyük bir “medya sirki”ne düşmüştük… Ve gördüğümüz üzere bunların hiçbiri bir işe yaramadı… Evet, birileri ağırlaştırılmış müebbet cezalarına çarptırıldı ama gerçekte kim, neden Narin’i öldürdü, hâlâ bilmiyoruz.
Ayrıca, Türkiye, her yıl onlarca çocuğun çocuk cinayetleri ve ev içi şiddet sebebiyle yaşamını kaybettiği bir ülke… FİSA Çocuk Hakları Merkezi’nin düzenli olarak hazırladığı Türkiye’de Çocuğun Yaşam Hakkı raporlarına[1] göre, sadece son iki buçuk yılda Narin gibi en az 133 çocuk yaşamını kaybetti. Bu çocuklar, tanıdıkları ya da tanımadıkları kişiler tarafından çeşitli sebeplerle öldürülen çocuklar. Pek çoğu, medyada kısacık bir haberle yer aldı, çok az insan kendisinden haberdar oldu. Hakkında yazılanlar okundu geçti… Bazısı ise tek bir cümle ile bile yer bulamadı koskoca (!) medyada… Yakınları dışında kimse ondan ya da öldürülmesinden haberdar olamadı. Bazıları ise Narin gibi gündemi bir süre “meşgul” etti, büyük öfke uyandırdı, büyük laflar ettirdi, büyük gözyaşları döktürdü… Peki ya sonra? Sonrasında unutulup gitti…
Ne o çocukların ölümünde ne de Narin’in öldürülmesinde doğru sorular soruldu. O çocuğu gerçekte kim korumalıydı? Sorumlular kim ya da kimlerdi? Peki ama neden korunmamıştı? Korumayanlar hesap vermiş miydi? Peki ya çocuğun yakınındaki diğer çocuklar? Olaya tanık olan, arkadaşını ya da kardeşini kaybeden diğer çocuklar? Onlarla ilgili ne yapılmalıydı? Tek bir çocuk daha benzer bir şey yaşamasın diye nasıl önlemler alınmalıydı? Narin’in ölümünde esas konular bunlar… Ama dediğim gibi, bunlar hâlâ hiç konuşulmadı.
Bir de tabii sorumluluk zinciri konusu var… Hem bu ölümde hem de Şişli’de öldürülen Şirin’in olayında… Nedir sorumluluk zinciri, biraz açar mısınız?
Evet, işte yukarıda söz ettiğim esas sorular, bu tür ihlallerde sorumluluk zincirini ortaya koyarak, gerçek faillerin yargılanmasını sağlayacak ve bu şekilde hiçbir çocuğun bir daha benzer bir ihlale maruz kalmasını engelleyecek sorulardır. Çünkü sorumluluklar net bir şekilde tanımlanıp failler yargı önüne çıkartılmadıkça, cezalar verilmedikçe ve bu süreç şeffaf bir şekilde işlemeyecekse, gerçek bir çözüm sağlanmış olmaz. Ancak ne yazık ki Türkiye’de, bu tür sorular çoğu zaman göz ardı ediliyor, derinlemesine araştırmalar yapılmıyor ve çoğu durumda sorumlular cezalandırılmıyor. Sonuç olarak, çocukların hakları ihlal edilmeye devam ediyor, sistemdeki eksiklikler ve adaletsizlikler sürüyor.
Bir de yoksulluktan kaynaklı ölümler var. İzmir’de 5 kardeşin yoksulluk yangınında ölmesiyle tekrar çarptığımız o sert gerçeklik… Bu ölümler neden oluyor? Belki buraya, FİSA Çocuk Hakları Merkezi’nin düzenli olarak yayımladığı “önlenebilir sebeplerden ölen çocuklar”a dair raporunu da ekleyerek yanıtlayabilirsiniz.
Evet, bu ölümler yoksulluğun geldiği noktayı bize gösteriyor…
Yoksulluk, çocukların hak ve özgürlüklerine erişimlerini engelliyor, gelişimlerini ve eğitimlerini olumsuz etkiliyor. Ancak giderek derinleşen yoksulluk, ne yazık ki çocukları öldürüyor. İzmir’de gerçekleşen yangın, münferit bir olay değil.
FİSA Çocuk Hakları Merkezi’nin raporlarına göre, 2022’den bu yana en az 70 çocuk ev içi yangınlarda hayatını kaybetti. Bu yangınlarda da yine sorulması gereken sorular sorulmadı, gerçek sebepler ve failler ortaya çıkmadığı için bu durum ne yazık ki sistematikleşti.
Bu ölümler, elbette çocukların içinde bulunduğu yoksullukla doğrudan ilgili; fakat bir yandan da merkezi ve yerel yönetimlerin buralara gözlerini kapatmasının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Gelelim MESEM’lere, çocuk işçiliğine, mesleki orta okullara. Çocuk işçiliği maalesef hala pek de yaklaşamadığımız, mücadelesini yürütmekte zorlandığımız bir alan. İşin içinde sermaye de doğrudan girdiği için sanıyoruz. Ama burada müthiş bir zemin var. Siz nasıl ele alırsınız son bir yılı çocuk işçiliği açısından?
Türkiye, çok uzun süredir çocuk işçiliği ile etkili bir şekilde mücadele etmekten vazgeçmiş durumda. Her ne kadar 2018 yılı “Çocuk İşçiliği ile Mücadele Yılı” ilan edilmiş olsa da bunun göstermelik olduğu, mevcut durumu göz ardı ederek hazırlanan eylem planıyla belli olmuştur. Bu nedenle, sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve meslek odalarının çocuk işçiliği ile ilgili çalışmaları giderek daha da önem kazanmıştır. Nitekim son dönemde sendikaların ve meslek odalarının bu konuyu eskisine göre daha fazla gündemlerine aldığını söylemek yanlış olmaz.
MESEM’lere gelince… Öncelikle adını doğru koyalım. MESEM, Millî Eğitim Bakanlığı’nın söylediği gibi bir eğitim ortamı değil. Tamamen çocuk işçiliğini meşrulaştırmanın bir yolu olarak kullanılıyor. Bakan ne kadar bunun bir eğitim süreci olduğunu söylese de çocukların kendi anlatımları ve basına yansıyan haberler, buralarda çok ağır koşullarda, uzun mesai saatlerinde, düşük ücretlerle çalıştırıldıklarını gösteriyor. Bunu biliyoruz. Çocuklar MESEM’lerde çalışırken yaşamlarını kaybediyorlar, hakarete, şiddete ve kötü muameleye uğruyorlar. Yetişkinlerden çok daha uzun ve ağır koşullarda çalışıyorlar ve inanılmaz denetimsiz, kuralsız bir ortamda bulunuyorlar. Aslında bu sistemin işçi üzerindeki tüm uygulamalarına –cinsiyet ve etnik köken fark etmeksizin– MESEM’lerdeki çocuklar da maruz kalıyor. Dolayısıyla burayı sıradan bir eğitim-öğrenim süreci olarak adlandırmak mümkün değil.
Biz, FİSA Çocuk Hakları Merkezi olarak MESEM’lere devam eden çocuklarla görüşmeler yaparak bir rapor[2] hazırladık. Çocukların verdiği bilgilere göre, mesai saatleri en iyi durumda yetişkin işçilerin mesai saatlerine eşit ama çoğu durumda onlardan daha uzun. Çünkü çocuklar işe genellikle yetişkinlerden önce başlamakta, ancak işten onlarla birlikte ayrılmaktadır. Eğer işyerinde fazla mesai varsa, bu her durumda çocukları da kapsıyor. Yani günlük 11-12 saatlik çalışma süresi, çocuklar için “istisna” değil, “kural” haline gelmiş durumda.
Rapora göre, haftalık çalışma süresi açısından da benzer bir durum söz konusu. Çocuklar, “teorik ders günlerinde de derslerin bitiminden sonra işyerine gidip çalıştıklarını” ifade ediyorlar. FİSA Çocuk Hakları Merkezi, uzun mesailerle birlikte düşünüldüğünde, çocukların yaşamlarının işyerleri ve dinlenme/uyku mekanları olan evleri arasında sıkıştığını belirtiyor.
Görüşmeler sırasında çocuklara ilk çalışma deneyimlerini sorduk. Dikkat çeken bir şekilde, çocukların çalışma deneyimleri genellikle MESEM öncesine dayanıyor. Çocukların ilk işleri, süreksiz ve asgari yaşa erişmeden başladıkları için genellikle kayıtdışıdır.
Rapor, çocukların işgücü piyasası deneyimlerine ilişkin başka bir durumu da ortaya koyuyor: Çocuklar, görece kısa süreli istihdam deneyimlerinde, çok sayıda işyerinde çalışmışlar. Bu durum, koruma ve güvencelerin erozyona uğradığı günümüz koşullarında çocuk işgücünün işler arasındaki akışkanlığını gösteriyor.
Çocukların değindikleri bir diğer konu da MESEM’de kayıtlı çırak çocukların akademik başarısızlıklarını güçlü bir şekilde kabul etmeleridir. Görüşmelerde, çocuklar için bir meslek öğrenmenin, hayatta tutunmanın tek yolu olarak görülüyor. Üstelik bu kabul yalnızca çocuklar için değil, eğitimciler ve ebeveynler için de geçerli. Hemen her çocuk, MESEM tercihinin temel nedeninin okuldaki başarısızlıkları olduğunu vurgularken, eğitimciler ve ebeveynler de “başarısız” çocukları MESEM’e yönlendiriyor.
Ayrıca, çocukların anlatımlarına göre, işyerlerinde sık sık küçük ve büyük kazalar ile “ramak kala” olayları yaşanıyor. Buna karşın birçok işyerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri kişisel koruyucu donanımla sınırlı kalıyor, ancak çoğu zaman bu donanım dahi sağlanmıyor.
CHP İstanbul Milletvekili Suat Özçağdaş da verdiği önergede, son bir yılda en az 336 çocuğun MESEM’lerde kaza geçirdiğini açıkladı. İşçi Sağlığı Meclisi ve FİSA ÇHM raporlarına göre, son dönemde en az 9 çocuk MESEM’lerde iş cinayetleri nedeniyle yaşamını yitirdi.
Dolayısıyla, MESEM’ler bir eğitim süreci değil, çocuk işçiliğini meşrulaştırmanın bir yoludur.
Son olarak, bu kadar ihlal konuşmuşken mücadeleyi de konuşalım. Türkiye’deki çocuk hakları mücadelesinin güncel durumuna, gücüne-örgütlülüğüne-değiştirme gücüne dair neler söylersiniz bu alanın öznelerinden biri olarak?
Çocuk hakları mücadelesi, Türkiye’nin tüm sosyo-politik koşullarından etkilenen bir alandır. Örneğin Türkiye’de basın özgürlüğü sıkıntılı olduğu için, ihlallerle ilgili haberlere ulaşmak ve bunları takip etmek oldukça zor hale gelebiliyor. Aynı şekilde, hukukun üstünlüğü temel bir ilke olmadığı için hukuki mücadeleler çoğu zaman etkisiz kalabiliyor. Ancak buna rağmen, Türkiye’deki çocuk hakları hareketi önemli bir birikim ve ortak bilgi oluşturmuş durumda.
Geçmişte, örneğin bir Kürt çocuğu öldüğünde, o çocuğun “terörist” olup olmadığı, hatta bu konuda çalışan kişiler tarafından bile sorgulanırdı. Bugün ise geldiğimiz noktada, bu tür kritik meselelerde bir anlayış ortaklığı oluşmuş durumda. Bu, oldukça önemli ve hareketi ileriye taşıyan bir gelişme.
Elbette, çocuk hakları mücadelesi zor bir süreçtir, ancak bu mücadeleye katılanların büyük bir kısmı için bu, zaruri bir ihtiyaçtır. Bu zarureti hissetmek, hareketin gücünü ve sürdürülebilirliğini sağlıyor. Çocuk hakları mücadelesi, bireylerin insani değerlerine, toplumsal adaletin sağlanmasına duyulan derin bir bağlılıktan besleniyor. Bu nedenle, çocuk hakları savunucularının güçlü bir motivasyonu var ve bu motivasyon, hareketin varlığını sürdürebilmesinin temel kaynağını oluşturuyor.
Bu anlamda zorluklar ve engeller her zaman olacaktır, ancak bu engellerin aşılabilmesi, toplumsal bilinçlenme, kolektif mücadele ve ulusal dayanışma ile mümkün olacaktır. Bugün gelinen noktada, çocuk hakları hareketinin daha güçlü ve örgütlü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu hareket hem geçmişteki deneyimlerinden hem de güncel zorluklardan dersler çıkararak daha etkili bir mücadele yürütüyor. Bu ilerlemeyi daha da hızlandırmak için, tüm paydaşların ortak bir dil ve strateji etrafında birleşmesi gerektiği açıktır.
[1] https://chm.fisa.org.tr/turkiyede-cocugun-yasam-hakki-2023-raporu/
[2] https://chm.fisa.org.tr/mesleki-egitim-merkezi-ogrencilerinin-ciraklarin-haklara-ve-ozgurluklere-erisim-raporu-yayimlandi/