Adeta bir yeşil boyama şöleni gibi gerçekleşen bir zirveyi daha geride bıraktık, COP29 tamamlandı. Yeşil boyama ifadesi İngilizcede, şirket ya da başka aktörlerin aslında olmadıkları şekilde kendilerini çevre dostu göstererek halkı aldatması anlamına gelen green washing kavramının Türkçeleştirilmiş hali. COP29 ise 1995’ten beri her sene düzenlenen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine bağlı Taraflar Konferansı. Bu yıl da ulus-devlet liderlerini, fosil yakıt ve yeşil enerji şirketlerinin temsilcilerini, bilim insanlarını, STK’ları bir araya getirdi. Bu yıl dikkat çeken noktalardan biri de ABD, İngiltere, Kanada, Brezilya, Hindistan, Rusya gibi ülkelerin devlet liderlerinin zirveye katılmaması oldu. Savaşların harlandığı, silahların çekildiği bir zamanda kapitalist devletler de yeşil boyama maskesini takmaya daha az ihtiyaç duymaya başladı belki de. ABD’deki son seçimlerde tarafların adil geçiş politikalarına tam tersi yönde vaatlerde bulunması ise faşizmin yükselişinin şimdiye kadar çözüm niyetine sunulan yeşil düzen politikalarına hızlıca elveda denilebileceğini göstermeli bizlere.
Finansallaşma çözüm mü?
Bu yıl zirvenin en temel mevzusu finanstı. Gelişmekte olan ya da bizce daha doğru bir tabirle tarihsel olarak sömürgeleştirilmiş ve yoksullaştırılmış ülkelere zengin ülkeler tarafından verilecek iklim finansmanı çok konuşuldu ama yine elle tutulur bir sonuca ulaşmadı. İklim krizinin etkilerini bunda en az sorumluluğu olan yoksul ülkeler sırtlanıyor, bu yüzden kendilerini gelecek koşullara uyarlamaları ve yenilenebilir enerjiye geçmeleri için sağlanacak bu fon. Gelin görün ki yoksul ülkelere verilmesi için tartışılan rakam olan 1 trilyon doların üçte birine bile ikna edilemedi devletler. Yalnızca Türkiye’nin 2025 savunma sanayi için 1 trilyon 608 milyar lira ödenek tahsis ettiğini düşününce rakamın gülünçlüğü ortaya çıkacaktır.
Kaldı ki bu finansman sağlanabilseydi dahi adil bir iklim politikasına dönüşüvermeyecekti uluslararası iklim rejimi. Zaten en başında ekonomik büyümenin ekolojik dengeler ile uyum sağlayabileceği, bunu yapacak en uygun mekanizmanın da piyasa ve özel sektör olduğu varsayımı üzerine kurulu tüm bu rejim. Bu yüzden karbon piyasaları tekrardan gündem edildi bu sene. Şu anlama geliyor, bir devlet karbondan çıkışı sağlayan her yatırımında bunun için teşvik alacak, çünkü özel sektör ancak teşvik ile çalışır. Üstelik yoksul ülkeler atmosferi kirletme haklarını dolduramazlarsa -her devlet için bir kota var- parası olan bu hakkı da onlardan satın alabilecek. En başından beri bağlayıcılığı ve yaptırım gücü yok bu antlaşmaların fakat şimdi de sorun sanki tamamen rasyonel finansal kuruluşlara bırakılmadığı için çözülemiyormuş gibi yansıtılıyor. Aynı şu an Türkiye ekonomisi hakkında dönen tartışmalarda olduğu gibi…
Türkiye’nin karnesi
Recep Tayyip Erdoğan’ın zirvede çıkıp yoksul ülkeler için oluşturulan fondan yararlanmak istediğine gelince… Silahlara gelince dünya lideri ama gerektiğinde de mağdurlar sınıfında… Ülkeye uluslararası yeşil sermayeyi çekmek, %63’ü maden şirketlerine ruhsatlı topraklarından maksimum karı elde etmek istiyor, şaşırmayalım. Dünyada yükselen trendi, yeşil enerjinin geleceğini görüyor. Murat Kurum da zirvede sunduğu 2053 İklim Değişikliği Strateji belgesinde Türkiye’nin 2053’e kadar enerji talebinin 4 katına çıkacağını, bunun yaklaşık %63’ünün yenilenebilir enerjiden elde edileceğini, Akkuyu Nükleer Santrali tamamlandığında ülkenin enerji ihtiyacının %10’unu karşılayacağını, 2053’e kadar toplamda dört tane Akkuyu kapasitesine denk düşen nükleer enerji üretimine ulaşacağını belirtti. Nükleer Enerjiyi Üç Katına Çıkarma Deklarasyonu’na imza atmasıyla da kararlılığını ortaya koydu.
COP’larda temsil edilen uluslararası iklim rejimi tekno-iyimser çözümler sunar, sorunun genel olarak genişlemeye yazgılı sermaye ilişkisi değil vahşi/irrasyonel kapitalizm olduğu, kapitalizmin rasyonel bir halinin yenilenebilir enerji teknolojisi ile ekolojik dengeler ile uyumlu bir hale getirilebileceğini savunur. Kısaca kapitalizmin yeşile boyanmış bir halini çözüm diye koyar önümüze. En güçlü savunu araçlarından biri de nükleerdir. Oysa nükleer enerji kurulduğu yaşam alanında radyoaktivite kirliliği yaratır, atıklarının boşaltıldığı denizleri kirletir ve hiçbir zaman bir kaza sonucu felakete yol açmayacağının -kim bir meteor kazasının kesin olarak gerçekleşmeyeceğini söyleyebilir?- garantisi yoktur.
Yenilenebilir enerji ise kendiliğinden, var olan toplumsal örgütlenmeden bağımsız olarak masum bir enerji elde etme yöntemi değildir. Elektrikli araçlar, rüzgar ve güneş panelleri için gerekli olan metaller madencilik ile yeryüzüne çıkartılır. Bu madenlerin yarattığı ya da mevcut düzenin ihtiyaç duyduğu enerji miktarını karşılamak için yaratacağı tahribat ise İliç ve Kaz Dağları madenleri örnekleri verilerek somutlaştırılabilir. Ya da Afrika’da çocuk işçilerin/kölelerin madenlerde yenilenebilir enerji santrallerinin ihtiyaç duyduğu nadir toprak elementlerini çıkartmak için kullanıldığını söylesek bu enerjinin ne kadar temiz olduğu sorgulanabilir herhalde.
Esas sorun enerjinin türü değil hangi miktarlarda ve ne için üretildiğidir. Günümüz koşullarında, kâr için üretim yapılan bir toplumsal düzen altında hangi türden enerji kullanırsak kullanalım, bu enerji sömürü ve ekolojik tahribat yoluyla elde edilecektir. Mesele var olan toplumsal ilişkileri ters yüz etmek, enerjinin ne ve kimler için kullanıldığını radikal bir şekilde dönüştürmektir. Bu da dünyanın egemenlerinin yapacağı bir iş değildir.
Kısaca söylemek gerekirse hiçbir savaşın olmadığı “ideal” bir gelecekte dahi COP’larda temsil edilen mevcut iklim rejimi, bu krizi daha da derinleştirecektir. Çözümün piyasa ilişkilerine bırakıldığı tekno-iyimser bir gelecek senaryosunda maden sahalarına dönüştürülmüş yaşam alanları, yerinden edilmiş yoksul halklar, ücretli köleliğe devam eden milyarlar, devasa boyutlara ulaşmış nükleer kapasiteleri göreceğiz hiç kuşkusuz. Ekolojik çözüm teknik meselelere, karbon emisyonlarına indirgenemez. İklim krizi toplumsal bir krizdir ve bu yüzden çözüm de toplumsal olarak gerçekleştirilebilir. COP’lar vaatlerini gerçekleştirebilecek olsa bile bunun yaşanılabilir bir dünya yaratmayacağını artık kabul etmeliyiz.