Orta Doğu’da Pivot Devletler Arasındaki Rekabet Rüzgârları

Doğu medeniyetleri dört bin yılı aşkın süre dünyaya egemen oldu. Mezopotamya’da doğan uygarlık Mısır’a, Roma’ya, Hindistan’a ardından da Çin’e yayıldı. Batı, o dönem, Kıvılcımlı’nın da ifadesiyle, Barbar toplulukları ile şekillenmişti. Doğu uygarlıklarının belki de yüz yıl doğum süreçleri ardında devletler gelişti. Bu devletlerin yıkılışı da uygarlık dışı kalmış Batı barbarlarının akınlarıyla oldu. Bu akınlar zamanla varlığını kaybetti ve Doğu medeniyeti mutlak egemenliğini kurdu.

Ama, Doğu medeniyetleri aynı zamanda katı bir güç haline geldi. Mülkiyet, Doğu’nun şatafatlı saraylarının elinde toplandı. Üretimden kopuk tefeci-bezirgan sermaye kendi üreticilerini ve yayıldığı toprakları sınırsızca sömürdü. Doğu egemenliği, tam da bu tefeci-bezirgan sermaye karakterinin cinayetine kurban gidecekti.

On altıncı yüzyılın başlarında egemenlik Batı’ya doğru kaymaya başladı. Bu kaymanın sebeplerine kısaca değinecek olursak, Orta Doğu’da Osmanlı İmparatorluğu, Kuzey Asya’da Rus Çarlığı Batı’yı sıkıştırdıkça; Batı, deniz ticareti ile kendine nefes bulabildi. Afrika ve Güney Asya’nın zenginlikleri Batı’ya akmıştı. Batı’da görülmemiş sermaye birikimi yaşandı. Önce Hollanda’da ardından İngiltere’de erişilen sermaye birikimi yeni üretim biçimleri ile buluşunca Batı egemenliği ilk defa tarih sahnesine çıkmış oldu.

On sekizinci yüzyılın başlarına gelince iki yüz yıl sürecek bir İngiliz egemenliği, arkasına kapitalist üretimi de alarak gücünü ortaya koymuştu. Ta ki iki dünya savaşına kadar. Bu iki dünya savaşı İngiltere’nin egemenliğini elinden almış, yeniden paylaşımda İngiltere’yle kapışan Almanya’yı da yıkmıştı. 1775’te tarih sahnesine çıkan ABD, iki dünya savaşından sıyrılmış ve 1945’te egemenlik zirvesine yerleşmiştir.

Bu iki dünya savaşı aynı zamanda sosyalist bir sistemi de tarih sahnesine çıkarmıştı. Soğuk Savaş yılları sosyalizmin ve kapitalizmin rekabeti olarak öne çıkıyordu.

Sosyalizmin yıkılışından sonra yeni dünya düzeni karmaşıklaşmış, etki alanını büyütmüş, emperyalist kavganın alanı olmuştur. Yeni düzenin en önemli pusulalarından biri küreselleşmedir. Küreselleşmeyle ortaya çıkan uluslararası mali ağ içindeki spekülasyon kaynaklı küresel istikrarsızlık, emperyalist metropollerde dünyayı yönetme ihtiyacını da arttırmıştır. Burada emperyalist müdahaleler önem ve aciliyet kazanmıştır.

ABD’yi de içine kapsayarak bir bütün olarak Batı egemenliği dersek, bu egemenliğin seyrinde görünen şey, on altıncı yüz yılın başından 1929 büyük çöküşüne kadar ortalama dört yüzyıl süren yükseliştir. Hatta öyledir ki, 1928’e gelindiğinde Dünya sanayi üretiminde Batı’nın payı dünyanın yüzde 84.2’siydi. Bu tablo bugün geçerli değildir.

Batı egemenliğinin seyri bugün iki şekilde yorumlanmaktadır. İlk yorum, Batı egemenliğinin devam ettiği şeklindedir. Uluslararası para piyasalarına hakimdirler, para dolaşımının kontrolü güçlü bankacılık sistemleriyle ellerindedir, muazzam bir askeri müdahale kapasiteleri vardır ve ileri teknolojik silahların endüstrisine sahiptirler.

İkinci yorum ise tamamen farklıdır. Batı’nın dünya siyasi, ekonomik ve askeri gücündeki payı diğer güçlere kıyasla gerilemekte olan bir tabloyu resmeder. Ekonomik güç hızla Çin’e kaymakta ve askeri güç ile siyasi nüfuz onu takip etmeye başlamaktadır. Peki, bu iki yorumdan hangisi gerçeği resmediyor?

Aslına bakarsanız her ikisi de!

Batı bugün, özelinde ABD, bir hakimiyete sahiptir ve güç anlamında hala bir numaradır. Bununla birlikte güç dengelerinde kademeli değişimler meydana gelmektedir ve Batı’nın diğer güçlere kıyasla gücü gerilemeye devam etmektedir.

Batı açısından büyük çöküşün ardındaki gerileyiş, SSCB’nin tarih sahnesinde olduğu bir dönemin ardından başta Çin’in ekonomik yükselişi ve ardına Rusya’nın Kuzey Asya devletlerindeki egemenliği ile bakışımlı yaşanmaktadır. Küresel istikrarsızlık ve spekülatif sermaye karakteri bugünün dünyasında emperyalist müdahaleleri ve pivot devletlerin bölgesel hakimiyetleri için savaşları dayatıyor.

Bugünün dünyasının egemenlik rekabetlerini geniş ölçekte soyutlarsak; Kuzey Asya’da ve Doğu Avrupa’da Rusya, Doğu Asya’da Çin, başta Avrupa’da ve daha geniş alanda ABD, egemen, “çekirdek”, devletlerdir. Orta Doğu’da ve Afrika’da “çekirdek” devlet yoktur. Bu bölgelerde emperyalist güçler arasındaki rekabetin yanında pivot devletlerin stratejik konumları dolayısıyla birbirleri arasındaki rekabetleri vardır.

Orta Doğu’yu daha dar bir ölçekte soyutlarsak; bölgesel hakimiyete talip ülkeler olarak Türkiye, İran ve Suudi Arabistan’ı görürüz. Bu devletler pivot devletlerdir ve yeni dünya düzeninde merkezdeki çekirdek devletlerin birbirleri arasındaki rekabetlerinden kaynaklı oluşan çatlaklardan sızarak manevra alanları bulabilmişlerdir. Kah Rusya ve Çin ile ilişkiler kurarak kah ABD ile ilişkiler kurarak ve bazı zamanlarda her üçü ile aynı anda ilişkiler kurarak bu süreç örgütlenmektedir.

1969 yılında Suudi Arabistan; Pakistan, Fas, İran, Tunus ve Türkiye ile işbirliği yaparak Rabat’ta bir İslam Konferansı gerçekleştirdi. Bu toplamdan 1972’de resmi olarak bir İslami İşbirliği Teşkilatı doğmuştu. Suudi Arabistan o dönem Mısır’ın Eski Devlet Başkanı Nasır’ın başında olduğu Arap Birliği’ne karşılık İslam İşbirliği Teşkilatı’nın kuruluşuna öncülük etmişti. 1970 ve 1990 arasında etkili tek güç Suudi Arabistan’dı. Türkiye, İslami İşbirliği Teşkilatı’nda kurucu üye olamamıştı.

Doksanlardan bugüne Orta Doğu’da çok sular aktı. Arap Birliği bugün Suudi Arabistan ve Mısır’ı birlikte davranmaya itti. Fakat denklem aynı. İslami İşbirliği Teşkilatı gibi Arap Birliği de Orta Doğu’da meşruiyet zeminlerini yakalamakla mükelleftir. Tabii ki aynı zamanda Orta Doğu’daki hakimiyetin kimin elinde olacağına dair de kimi parametrelerle de yüklüdür.

Bu denklemin içerisinden güncel gelişmelere bakalım.

Abraham Anlaşmaları ile oluşan diplomasi, 7 Ekim Aksa Tufanı ardına yerle bir oldu. Dengeler bozuldu. İşgal devleti ile ilişkiler sorgulanır hale gelirken Filistin direnişi meşruiyet kazandı.

Uluslararası ilişkiler bakış açısıyla bakarsak, bölge hakimiyeti “direniş ekseni” çerçevesinde pivot devlet İran’dan yana. Bölge ülkeleri, başta Suudi Arabistan, Mısır ve BAE, Türkiye’nin bölgedeki varlığını İran’a karşı dengeleyici bir unsur olarak istiyorlar. Suudi Arabistan ve Mısır’ın İran karşısında ve bu koşullarda hakimiyeti olamayacağı açık olduğu için bu yaklaşım tutarlı görünüyor.

Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, 4 Eylül’de Ankara’da ağırlandıktan yaklaşık bir hafta sonra, Hakan Fidan Kahire’ye Arap Birliği toplantısına gitti. On üç sene sonra bir ilk! Türkiye de Arap Baharı ardından kendine müttefik komşu bırakmamıştı, bu durumu telafi etmeye çalışıyor. Masalardan uzak, birlikte davranacak kimse olmadan bu işler çok zor ne de olsa.

Suriye, Irak ve Libya’daki Türk askerlerinin varlığı da bir bakıma bölgede kontrol altında tutulmalıydı. Körfez ülkeleri, elbette ki doğrudan Türkiye ile ilişkileri yumuşatma derdinde değiller. Zaten toplantıda da Türkiye’nin Suriye’deki varlığı “işgal ve egemenliğe saldırı olarak” bir kere daha değerlendirilmiş oldu. Suriye Dışişleri Bakanı, Fidan kürsüye çağrılınca da salonu terk etti. Demek ki Arap Birliği ile normalleşme Suriye ile normalleşmenin garantisi değil.

Ayrıca, Mısır ile Türkiye’nin Libya’da da karşı karşıya geldiği tablo devam ederken, iki tarafın çıkarlarınca düzenlenecek yeni tanımlamalara ihtiyaç duyuluyor. Kimi sebepleri var, bunlardan en önemlisi ticaret. Enerjide ortaklıklar, açılacak yeni ulaşım yolları da sebepler arasında. Mısır’ın da özel olarak Avrupa’ya açacağı ticaret yolları Türkiye’den geçiyor. Doğu Akdeniz’deki enerji yatakları meselesi de Türkiye’nin de artık masaya dahil edilmesi gerekliliğini dayattı.

ABD’nin Irak’taki varlığı bir tartışma konusu. ABD askerlerini tamamen çekmeyecektir, ama mevcut varlığını azaltması söz konusu olabilir. Bu bile büyük bir olaydır. ABD’nin Irak’taki mevcut varlığını azaltması durumda oluşacak boşlukları kimin dolduracağı sorusu da rekabet rüzgarlarını tetiklemektedir. Suudi Arabistan, Mısır, Rusya, Çin, Türkiye, İran, İngiltere vs. özünde herkes bu konuya yüzünü dönmüş durumda. Bölge ülkeleri, boşluğu Suudi Arabistan ve Mısır’ın doldurmasını istiyor. Talepleri açık; meydan İran’a kalmasın, Türkiye de İran’a karşı dengeleyici unsur olsun.

Sonuç niyetine tekrar edecek olursak, bütün bu anlatımda ifade etmeye çalıştığımız şey, bölgede pivot devlet İran egemenliği olasılığı karşısında; Suudi Arabistan ve Mısır’ın kendileri tek başlarına bölge hakimiyetini İran’dan da alamayacakları için pivot devlet Türkiye’yi de denklemin içerisine dengeleyici unsur olarak eklemeye çalışıyorlar. Bölgede pivot devletler arasındaki rekabet rüzgarları bu dönem İran’ı dengeleme ve yenemiyorsak yeni güçleri dengeleyici aktör olarak denkleme dahil etme yönünde esiyor.

Scroll to Top