‘’bu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkin
yeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyen
baştan başlayalım susamlara ekmeklere denizaşırılarına
sevmelere’’
Bu yazı, 6 Şubat Depremleri’nin üzerinden bir buçuk sene geçmişken, tam da 516 günü geride bırakırken Evvel Temmuz Kültür Sanat Festivali kapsamında Samandağ’da gerçekleştirilen Rezerv Alan Yasası’na dair yapılan panelden süzülen tartışmalar sonucunda festival gönüllüleri tarafından kolektif olarak üretilmiştir. Bu sene “Asi’den Denize Yaşamak Direnmektir” şiarını pusula edinen Evvel Temmuz Kültür Sanat Festivali; yıllardır halkın özgücü ve dayanışması ile ilmek ilmek örülür, Arap Alevi halkının kültürünü, komünal değerlerini sosyalist değerler ile buluşturur. Sponsorsuz, starsız ve fonsuz bir şekilde yalnızca dayanışma ile yaratılan Arap Alevi halkının bu kadim değerinin bu seneki anlamı ise tüm saldırılara rağmen yaşamın direnmek olduğunu göstermektir…
TÖP Hatay İl Sözcüsü Hasan Özgün, konuşmasına “Bir buçuk yıldır çeşmemizden akan suyla elimizi yüzümüzü yıkamaya korkuyoruz, bırakın içmeyi…” diyerek başladı.
Depremin yarattığı yıkım, Rezerv Alan Yasası olarak da bilinen 6306 Sayılı Kanun’da yapılan değişiklikler ile, yani şehrin toplumsal ve kültürel dokusunu alt üst edecek, yurttaşları şehir dışına göç etmeye zorlayacak bir süreç ile daha da derinleştiriliyor. İktidar, barınma ihtiyacına çözüm üretmek yerine, mevcut yasaları değiştirerek halkı manipüle ediyor. Özellikle Antakya’nın kadim bölgeleri ve Asi Nehri’nin doğu tarafı riskli alan ilan edilerek oradaki yerleşimler hedef alınıyor. Yetkililer tarafından halka bu bölgelerde uygulanacak 6306 Sayılı Kanun yerine, 7269 sayılı Afet Yasası’nın anlatılması ise sürecin şeffaflıktan uzak olduğunun önemli bir göstergesi. Bakanlık, yurttaşların beklentilerini karşılamayan vaatlerde bulunarak mevcut yıkım ve yeniden inşa süreçlerini adil olmayan koşullarda yürütüyor. Bu durum, şehir içi konut ve iş yerlerinin dağıtımı konusunda belirsizlikler yaratırken aynı zamanda yasal süreçlerin uzaması nedeniyle yurttaşların mağduriyetini artırıyor. Yıkım maliyetleri, altyapı giderleri ve yeniden yapılandırma sürecindeki belirsizlikler, halkın ekonomik olarak daha da zorlanmasına sebep oluyor. Bu karmaşık ve adil olmayan uygulamalar sonucunda, insanlar çaresiz bir şekilde şehir dışına göç etmek zorunda kalıyorlar.
“Rezerv alan yasası, Hatay bir laboratuvarmış gibi uygulanıyor.’’ – Cihat Açıkalın, Hatay Barosu Başkanı
Rezerv alan politikası, şehirde yaşayan insanları göç etmeye zorlayan ve miras hakkını ortadan kaldıran bir yaklaşım. Bankadan krediyle ev alındığında ipotekli de olsa tapu kişinin adına olurken rezerv alan uygulamasında devlet, borç ödenene kadar tapu vermiyor, üstelik borcun ne kadar olduğunu bile belirsiz bırakıyor. Bu durum, borcunu ödeyemeyen veya süreç içinde hayatını kaybeden kişilerin miras bırakma hakkını ortadan kaldırıyor. Bu uygulamaya karşı olanlar, bunun devlet-sermaye işbirliğinde bir saldırı olduğunu ve sermaye birikimi amacıyla yapıldığını söylüyor. Depremin ardından inşaat şirketleri üzerinden büyük miktarda rant elde etmeyi hedefleyen bu politikaların altında yatan esas amaçlardan biri de, Samandağ’daki yurttaşları yerlerinden etmek. 8.000 hak sahibi varken 20.000 konut inşa etme planı, fazladan 12.000 konutun kimler için yapıldığı sorusunu gündeme getiriyor. Konteyner kentlerde yaşayanların çoğunluğunun kiracı olması ve bu kişilerin yasadan hiçbir şekilde faydalanamaması, onları da sürecin en büyük mağdurlarından yapıyor. Mahallelere gizlice konulan kırmızı işaretlerle başlayan bu süreç, halkın örgütlenerek ve hukuk mücadelesi vererek karşı koyma çabasıyla devam ediyor. Rezerv alan uygulamasına karşı mahallelerde kurulan dernekler ve hukuki alanda yürütülecek mücadele için oluşturulan tüzel kişilikler ile bu politikaya karşı oluşturulan hareketin büyütülmesi ve örgütlenmesi amaçlanıyor.
Kapitalist Kentleşme
‘’Samandağ sadece depremden etkilenen bir yer değil, aynı zamanda bir sol ittifakın yerel yönetimi kazandığı, halkının haksızlıklara karşı direngen olduğu, doğal-kültürel değerleri ile güçlü bir yer. Diğer yandan deprem öncesinde de kentleşme hususunda çeşitli sorunlar yaşamış, feodal ilişkilerin de sürdüğü, çeşitli çatışmaları olan bir yerleşim.’’ – Gül Köksal, Şehir Plancısı, Akademisyen
Şehir Plancısı ve Akademisyen Gül Köksal ise konuşmasında, mevcut kentleşme politikalarının neye karşılık geldiğini ve bugün neden rezerv alan tartışmalarına odaklandığımızı anlamak için kapitalist kentleşme sürecine ve bunun toplumsal etkilerine bakmamız gerektiğini vurguluyor. 1980’lerden itibaren neoliberal politikalarla hız kazanan bu süreç, kentlerin ve kentsel alanların metalaşmasına yol açtı. Özellikle Samandağ gibi yerlerde, bu politikalar doğrultusunda yapılmış dönüşüm projeleri ve kar odaklı inşa edildiği için depremde yıkılmış birçok yapı görmekteyiz. Kentleşme pratiği, geleneksel veya feodal kentleşme pratiklerini, köy-kır-kent geçiş süreçlerini ve imar, hak-hukuk gibi unsurları barındırmak ile birlikte, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde kentleri birer meta haline getiriyor. Kentin kendisi, bu süreçte hem rıza hem de arzu üreten bir yapıya bürünüyor. Dolayısıyla, toplumun bir kesimi rezerv alanların yaratacağı olumsuzluklara karşı dururken diğer kesimi masaya oturmanın koşulu olarak evet demek zorunda kalıyor.
Kapitalist kentleşme pratiği, yaratıcı yıkım adı altında sürekli bir yıkım ve onun üzerine inşa edilen yaratıcı kentleşme süreçleri ile bir arzu üretim mekanizması oluşturuyor. Bu pratiğin en erken örneklerinden birinde Engels, 19. yüzyılda barınma sorununa burjuva yaklaşımını eleştirirken sorunun çözümünün aslında sorunu sürekli yeniden ürettiğini belirtir. Somut bir örnekle açıklayacak olursak yıkım sonrası molozların koruma altındaki bir alana yığılması, çözüm yerine sorunun büyümesine yol açar. Yıkıma neden olan unsurların devam etmesi ve akut durumlarda geçici, doğaya uyumlu barınma koşullarının sağlanmaması, sorunu derinleştirir. Bu durumda insanlar, zaman geçtikçe sunulan şartlara razı olmak zorunda kalırlar ve böylece toplumu karşı karşıya getirecek yeni sorunlar ortaya çıkar.
Kent hakkı mücadelesi, mekanın nasıl yeniden üretildiği ve insanların nasıl yaşamak istedikleri ile doğrudan ilişkilidir. Mekan, sadece bir yaşam alanı değil, aynı zamanda toplumsal birikimlerin, kültürel değerlerin ve bireysel deneyimlerin bir araya geldiği bir yerdir. Bu nedenle, kentleşme politikalarının ve rezerv alanların yaratacağı tahribata karşı çıkmak, sadece fiziksel bir alanın korunması değil, aynı zamanda toplumsal adaletin, kültürel mirasın ve ekolojik dengenin savunulması anlamına gelir. Kent hakkı mücadelesi, bu süreçlerin tüm bileşenlerini dikkate alarak, sağlıklı, güvenli ve adil bir kent yaşamı talep etmektir. Bu mücadelede, bilim insanları ve uzmanlarla birlikte hareket ederek, ortak değerler ve müşterekler üzerinden orada yaşayan halkın katılımı ile kültürel dokuya saygılı yaklaşarak şehri yeniden inşa etmek hedeflenmelidir, “Sorunun yalnızca yerini değiştiren bir sistem, çözüm olamaz.”
Rezerv alan tartışması, bu uygulamanın mevcut kentleşme politikalarının neden olduğu sorunları derinleştirerek kalıcı hale getireceğini ve halka sistem içi onarımlarla yetinmeyi dayattığını gösteriyor. Buna karşı sistem içi olmayan, radikal bir şekilde yeniden inşa pratiklerini konuşmak istiyorsak kentleşme sürecinin çelişkilerini de göz önünde bulundurmalıyız. Mevcut durumda, aslında iyi mimarlık ve iyi planlama yapmak isteyenler masanın bir tarafında otururken karşı tarafta da benzer istekleri olanları görebiliyoruz. Ancak masayı belirleyenler, planlamayı kendi çıkarları doğrultusunda yapmaya zorluyor ve bu da yeni çatışmalara yol açıyor. Özel alan ve kamusal alan, müşteri ve kullanıcı arasındaki bu çatışmalar, toprağın çitlenmesi üzerinden değil, başka bir kentleşme pratiği üzerinden düşünülürse hepimiz için daha adil bir ortam yaratılabilir.
Kent hakkı, Fransız Marksist sosyolog Henri Lefebvre’nin 1970’lerde belirttiği gibi, mekana müdahaleyi bağımsız tahsis ederek, işgal ederek, sahip çıkarak, hak talep ederek ve karar aşamalarının her noktasında tam katılım sağlayarak mümkün olur. Kent hakkı, sadece kentin sunduğu imkanlara erişmek değil, kenti inşa etmek anlamına gelir. Yaşadığımız yeri nasıl bir yerde yaşamak istiyorsak o yaşam alanını kendi istediğimiz biçimde yeniden inşa etme hakkı demektir. Bu hak, hayvan hakları, çocuk hakları, LGBTİ+ hakları veya kadın hakları gibi ayrık haklardan ziyade, bütün bir yaşam alanını birlikte yeniden üretebileceğimiz ve dolayısıyla başka bir dünyayı tahayyül ettiğimiz bir yerden nasıl bir kentleşmeyi de tahayyül ettiğimizi ortaya koyar. Kent hakkı, kentin kullanım değerini talep eder, değişim değerini değil.
Rezerv alanlar ise genellikle toprak değeri yüksek olan yerlere odaklanmaktadır. Bu alanlar, değişim değeri oluşturmuş yerlerdir ve geri kalan alanlar dikkate alınmaz. Kent hakkı, kentin kullanım değerini eşit ve adil bir yerden savunmayı gerektirir. 6 Şubat Depremleri sonrası süreçte, çeşitli kentleşme pratikleri hızla devreye sokulmuştur. Ancak bu süreçlerde akut durumda olan insanların ve doğal sistemin nitelikli bir şekilde varlığını sürdürebileceği çözümler yerine, proje üretim süreçleri başlamıştır. Mevcut işleyiş sisteminin sorunlarını açıkça irdeleyemediğimiz, öznel kurumları ve aksiyon yönlerini ele almadığımız sürece, rezerv alan gibi konular üzerinden yeniden bir bölünme sürecine girmek kaçınılmaz olacaktır. Planlama sürecinin başından itibaren, ekosistem dengesini, adil kentleşmeyi ve canlı sistemlerin bir arada var olabileceği koşulları gözeten bir yaklaşım benimsenmelidir. Ancak bu yaklaşım, rezerv alan çatışmaları arasında kaybolmakta ve toplumu daha da bölmektedir.
Taleplerimiz
Hasan Özgün’ün son sözleri ise ne yapılması gerektiğini kısa ve öz bir şekilde belirtiyordu, bu yüzden yazıyı bitirirken bu bölümü aynen aktarmanın en iyisi olacağını düşünüyoruz…
“Depreme dayanıklı bir şehir istiyoruz. Halkı borçlandırmadan, kültürel ve demografik yapıyı bozmadan, mahalle dokusunu ve şehrin ekolojik dengesini koruyarak depreme dirençli konutlar talep ediyoruz. Yıllardır ödediğimiz deprem vergileri bu amaçla toplanmıştı. Peki, Samandağ için toplanan yüz küsur milyar lira nereye gitti? Hatay, Türkiye’de vergi toplama oranında ilk sekizde yer alıyor. Bizden alınan vergilerin küçük bir kısmı bile geri verilse, kendimizi yeniden inşa edebiliriz. Ancak, yetkililerin derdi bu şehri ayağa kaldırmak değil, depremi fırsata çevirerek inşaat sektörü üzerinden büyük kazançlar elde etmek ve bizi buradan süpürmek. Biz, bilim insanları ve uzmanlarla birlikte, sağlıklı ve güvenli bir şehri müşterek bir şekilde planlamak istiyoruz. Belediyemiz bu süreçte önemli bir avantajdır, fakat yeterli değil. Devlet, bize karşı sorumluluklarını yerine getirmek zorunda. Sadaka istemiyoruz; devletin depremzede yurttaşlara karşı mecbur olduğu görevini yapmasını istiyoruz. İnşaat şirketlerinin ve büyük holdinglerin vergi borçlarını silerek bu iş çözülmez. Devletin varlık sebebi, vatandaşlarının güvenliğini ve refahını sağlamaktır. Eğer bu görevini yerine getirmiyorsa, o zaman devletin meşruiyeti kalmaz.”