Avrupa Parlamentosu Seçimleri Faşizmin Habercisi mi?

Haziran ayının başlarında Avrupa genelinde 5 yılda bir yapılan Avrupa Parlamento seçimleri yapılmıştı. Bu seçimler, Avrupa Parlamentosu’nun bir siyasi mekanizma olarak görevleri düşünüldüğünde, Avrupa’da siyasetin belirlenmesi ve Avrupa ülkeleri vatandaşlarının siyasi kaygılarının ifadesi adına çok kritik bir öneme sahiptir. Avrupa Parlamentosu nitelik olarak bir ulusal meclise benzemekle beraber, biraz da Avrupa Birliği’nin karmaşık ve belirsiz yapısı dolayısıyla farklılık göstermektedir. Parlamento, aynı bir ulusal meclis gibi yasama organı olarak görev almaktadır, ancak yasama konusunda yetkileri bir ulusal meclise göre sınırlıdır. Ayrıca, yürütme organı olan Avrupa Komisyonu’nun tayininin onayı ve gerekli görülmesi halinde görevden alınması da parlamentonun yetkileri arasındadır. Dolayısıyla Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonucu Avrupa siyasetinin bugünü adına çok önemli bir gösterge, geleceğinin şekillenmesi için de önemli olabilecek bir dönüm noktasıdır.

Bu seçimler bize Avrupa genelinde sağın ciddi anlamda güçlenirken merkezin ise daraldığını göstermektedir. Merkezin bir çözüm olarak görülme becerisinin kaybolduğu noktada, kitleler sağa doğru radikalize olmaktadır. Bu durumun genel bir eğilim olarak sebepleri ve sonuçları çok daha derin ve kapsamlı bir incelemeyi gerektirse de, artık Avrupa’da dahi yaşanmaya başlayan refah seviyesi gerilemelerinin ve merkez siyasetin bu konuda cevapsızlığın hatta sessizliğinin etkili olduğu açıktır. Yazının devamında ise bu durumu Fransa özelinde değerlendirmeye çalışacağım.

Fransa’da Seçimler

Fransa özelinde de durum, Avrupa genelinde görülen eğilimler ile uyuşmaktadır. Merkezi temsil eden Macron ve partisi Rönesans (RE) ciddi anlamda güç kaybederken, geçtiğimiz seçimlerde Macron’a karşı son tura kalan Le Pen ve partisi Ulusal Birlik (RN) güçlenerek çıkmış ve hatta bu seçimlerde birinci parti konumuna gelmişti. Bunun üzerine Macron halk desteğinin kaybolduğunu ifade ederek, erken seçime gidileceğini duyurmuştu. 30 Haziran’da yapılan seçimlerin ilk turunda Avrupa Parlamento seçimlerine benzer şekilde, Le Pen’in Ulusal Birlik partisi birinci parti konumuna gelmiş ve merkez ciddi anlamda erimiştir. Ancak bu seçim öncesinde Fransız sosyalist, komünist, sosyal demokrat ve ekolojist partileri yükselen faşizm olarak tanımladıkları duruma karşı ortak mücadele kararı aldılar. Bu ortak mücadele ittifakına 1936’da yine yükselen faşizme karşı kurulan Halk Cephesi (Front Populaire) adından esinlenerek, Yeni Halk Cephesi (Nouveau Front populaire) adı verildi. Yeni Halk Cephesi de aynı aşırı sağ gibi oyunu arttırdı ve Macron’u geçerek, Le Pen’in biraz arkasından 2. parti konumuna geldi.[1] Aslında bu gelişme de sağın güçlenmesinin asıl sebebinin merkezin bir çözüm alternatifi sunma becerisini kaybetmesinde yatıyor olabileceğini doğrulamaktadır. Bu durumda sorulması gereken sorular ise merkezin çözüm bulamadığı gelişmelerin neler olduğu, buna karşı sağ siyasetin merkeze alternatif neler söylediği ve tabii sosyalist mücadelenin önümüzdeki süreçte ne yapması gerektiği sorularıdır.

Merkez dediğimiz siyasi pozisyon 1980’lerden beri Batı Avrupa’da da Amerika’da da neoliberalizmin farklı varyasyonlarından öteye gidemiyor. Reagan’dan sonra gelen Demokrat Clinton da, Thatcher sonrası Tony Blair da, Fransa’da Sosyalist Partili Mitterand da kitlelere aslında birbirinden çok farklı şeyler vadetmiş değiller. Neoliberalizmin beraberinde gelen uzmanlaşma, merkez bankası bağımsızlığı, siyasetin tarafsız teknokratlar tarafından yönetimi gibi yaklaşımlar da bu durumla ilişkilidir. Bu durum ise siyasi yelpazeyi, özellikle de ekonomi politikası açısından, kaynakların dağılımı açısından, emeğin pozisyonu açısından en azından ana akım siyaset özelinde birbirine yaklaştırmaktadır. Fakat özellikle günümüze gelindiğinde, neoliberal ekonomi politikası kitlelere vaat edilenleri gerçekleştirme becerisinden uzak kaldığını göstermiştir. Bu durum bizim gibi ekonomik anlamda daha güçsüz ülkeleri daha keskin şekilde etkiliyor olabilir, ancak “gelişmiş Batı’da” da benzer sorunlar daha küçük çapta da olsa yaşanmaktadır. Herhangi bir Avrupa metropolünde ev sahibi olmak gibi, bir Avrupalı için çok standart olması gereken bir hedef, güçleşmekte; emeklilik yaşı yükselmekte; Soğuk Savaş döneminde norm haline gelmiş sosyal haklar bir bir geri alınmaktadır.

Sarı Yelekliler, Emeklilik Yaşı ve Göçmenler

Bunun Fransa özelinde çok keskin örneklerini 2018 yılında yaşanan Sarı Yelekliler protestolarında, geçen yılki emeklilik yaşının 62’den 64’e çıkarılmasını hedefleyen yasaya yönelik eylemler özelinde gözlemledik. Bu iki hareket de Macron’u ve onun temsil ettiği neoliberal ekonomi politikalarını hedef alan hareketler olmuştur. Ancak ana akım, merkez neoliberal siyaset bu eylemliliklerin arkasında yatan sebeplere bir cevap getirememektedir. Fransa’da Macron öncesi iktidarda olan Sosyalist Parti de aslında politik ve ekonomik olarak Macron’dan çok da farklı bir şey söyleyememektedir. Bu durumun en basit göstergesi, bizzat Macron’un kendisinin o dönemlerin hükümetlerinde bakan olarak görev yapması ve doğrudan Sosyalist Parti içerisinden çıkmasıdır. Üstelik Macron’un iktidara yürüdüğü 2017 seçimlerinde Sosyalist Parti, meclisin 577 sandalyesinden 280’ine sahipken çok sert bir düşüş yaşayarak 30 vekillik kazanmıştı.

Özetle merkez sağ da merkez sol da; gittikçe kötüleşen yaşam koşullarına daha fazla liberalleşme, daha fazla finansallaşma ve daha fazla kâr dışında bir cevap veremiyor, birbirlerine ise politik olarak ciddi anlamda yakınsıyor. Ancak Le Pen ve aşırı sağın tüm bu sorunlara tek bir cevabı var: Göçmenler. Yaşam standartlarının kötüleşmesinin, Paris’in kokmasının, sokakların pisliğinin çok basit gözüken bir açıklaması bu. Tabii ki Le Pen göçmenleri tartışırken, ne Fransız devletinin sömürgeci geçmişini ve bugününü, ne bu göçmenlerin Fransız ekonomisi için ucuz iş gücü olarak oynadığı kritik rolü, ne de burjuvazinin kârlılığına olan etkisini tartışmıyor. Zaten önemli olan da Le Pen’in söylemlerinin ne olduğu değil. Le Pen, ana akım siyasetin aksine kitlelerin sorunlarına (ne kadar asılsız da olsa) bir çözüm vadediyor. Üstelik aslında Le Pen’in çözüm önerisi neoliberalizm için kabul edilebilir. Kitlesel öfkenin arttığı ve ana akım neoliberal siyasetin bugünkü gibi kitlelere bir şey vadedemediği noktada, öfkenin göçmenlere dönmesi burjuvaziyi koruyan ve kurtaran bir rol oynama potansiyeline sahip.

Le Pen Yeni Hitler mi, Faşizme Karşı Yeni Halk Cephesi mi?

Fakat artık Yeni Halk Cephesi de var ve bu hareket Le Pen’i faşist olarak tanımlayan ve buna karşı isminden de anlaşılacağı üzere tüm Fransa halklarını birlik olmaya çağıran, biraz da sınıflar üstü bir ittifak çabası. Ancak burada iki kritik soru var: Le Pen gerçekten de ana akım dışı bir faşist mi ve ona karşı sınıflar üstü bir ittifak başarılı olabilir mi?

İlk sorunun cevabını vermek, faşizmin ne olduğu konusundaki tartışmalar ve genel olarak faşizmi dar bir kavrama hapsetmenin sorunlu olabileceği de düşünüldüğünde bu yazı kapsamında pek mümkün değil. Aslında Marine Le Pen partinin liderliğini babasından devraldığı 2011 yılından sonra, partinin politikalarında ve siyasi pozisyonunda ciddi değişiklikler gerçekleştirdi. Net bir şekilde kadın ve LGBTİ karşıtı siyasi söylemleri yumuşattı ve hatta yer yer bıraktı, AB karşıtlığını revize etti, anti-semitist pozisyondan ise tümüyle vazgeçti ve hatta babasını da partiden ihraç ederek partinin adını dahi Ulusal Cephe (FN) yerine Ulusal Birlik’e çevirdi. Bunlar ilk bakışta Marine Le Pen güç kazanmak uğruna partiyi merkeze yaklaştırdığı ve hatta artık faşist bit tehdit olarak görülmemesi gerektiği şeklinde yorumlanabilir. Ancak bu yaklaşım faşizmin de zaman içinde ve hatta mekana göre değişebileceği, farklı siyasi pozisyon ve söylemler ile de uyumlu bir şekilde kurgulanabileceği gerçeğini göz ardı etmektedir.

Marine Le Pen’in babasının kurduğu partide gerçekleştirdiği değişiklikler, merkeze yaklaşmayı ifade edebileceği gibi, artık eskiyen ve toplumda karşılık bulamayan bazı tutumların yenilenmesi yoluyla yeni bir faşizm inşa sürecini de ifade etme potansiyeline sahiptir. Parti pozisyonunda hâlâ varlığını sürdüren ve hatta daha da sertleşen göçmen karşıtlığı ve Fransız milliyetçiliği de Le Pen’in faşizan bir tehdit olmaya devam ettiğini bizlere göstermektedir. Le Pen’e göre Fransız toplumunda son dönemlerde yaşanan sorunların temel sebebi yoğun göçmen sayısı ve onların toplumu yozlaştırması, ekonomiye yük olması gibi sebeplerdir. Bu bağlamda Le Pen, toplumda göçmen karşıtlığını mobilize etme ve bunun üzerinden siyaset yapma hedefindedir. Ancak Avrupa Parlamentosu seçimlerinin hemen ardından, Le Pen’in çok daha net faşizan ve göçmen karşıtı söylemleri sahiplenen Alman AfD ile ittifakı reddetmesi ve Fransız seçimleri sürecinde dilini yumuşatması da önemli göstergeler olarak değerlendirilmelidir.

Tüm bunların ışığında doğrudan Le Pen faşisttir veya değildir dememiz pek mümkün değildir, üstelik muhtemelen bu sorunun cevabını da Fransız siyasetinin geleceği gösterecektir. Le Pen gerçekten merkeze kayabileceği gibi, ciddi bir faşist dönüşümün öncüsü olabilme potansiyeline de sahiptir. Ancak Le Pen’in faşist bir tehdit olarak potansiyeli ana akım dışı siyaset yürütebilme gücü ile de doğrudan ilişkilidir. Şu anda gördüğümüz ana akım siyasete entegre olunan bir süreç olarak değerlendirilebilir. Üstelik Le Pen geleneksel faşistler gibi bir paramiliter halk gücüne sahip olmadığı gibi, Hitler’in meclisi yakması veya Mussolini’nin Roma’ya Yürüyüşü benzeri ana akım siyasete karşı bir mobilizasyona cüret ve motivasyona da sahip değil. Bu yönüyle aslında, ana akım dışı olmanın aksine, en azından şu an için neoliberalizmin emniyet sibobu olmaya dahi yakın görülebilir.

Ancak bu durum, Le Pen’in bir alternatif olarak varlığını da tehlikeye atmaktadır. İktidara gelen Le Pen’in kendi çözüm önerisi olan göçmensiz Fransa’yı ne kadar yaratabileceği son derece şüpheli olduğu gibi, bunu yaratsa dahi kitlelerin hayatında bir düzelme yaratamayacağı açıktır. Geleneksel faşizm, “ne kadar şanslıyız ki”, kitlelere vaatlerini yerine getirmekte ne kadar başarısız olduğunu açık edecek kadar dahi uzun yaşayamadı. Ancak Le Pen iktidarında, modern faşizmin ya da otoriter neoliberalizmin (hangi terminoloji tercih edilecekse) ne kadar başarısız olduğunun görülmesi kaçınılmazdır. Bu durumda ise, daha geleneksel ve gerçekten de ana akım dışı bir faşizmin mi doğacağı (Le Pen veya başka birinin öncülüğünde) yoksa sosyalist siyasetin mi bir alternatif olmayı başararak güçleneceği kritik önem taşımaktadır.

Bu da bizi son sorumuz olan Yeni Halk Cephesi ve doğru sosyalist strateji noktasına getiriyor. Sosyalist bir perspektifin Le Pen’e de, Fransız halkının sorunlarına da vereceği cevap açıktır: “Bizi soyanlar göçmen ve yoksul değil, buralı ve zengin.” Stratejik bir tercih olarak Yeni Halk Cephesi’nin oluşumu ise, ilk bakışta kesinlikle faydalı olacağı kesin veya en azından zararsız bir yaklaşım gibi gözükse de, daha geniş bir değerlendirme bu stratejinin risklerini açık etmektedir. Faşizme karşı Halk Cephesi adı altında bir ittifak, zaten isminden de tahmin edilebileceği üzere, en azından faşizmin yenilebilmesi için bir burjuva demokrasisinin tahsisin, daha “normal” bir kapitalizmin kuruluşunun hedeflendiği bir stratejidir. Bu strateji sosyalist devrimi dışlamamakla beraber, Hitler yerine Merkel’i getirmeyi bir kazanım olarak görür (ki haklıdır da). Ancak bu strateji, ittifaka ortak olan sosyalist olmayan bileşenlerin, hatta burjuvazinin tekelci olmayan veya anti-faşist kesimlerinin ortaklaşmasına dayanmaktadır.

Böyle bir ittifakın taktiksel sonuçları olması kaçınılmazdır. Yazının tümünde ifade etmeye çalıştığım üzere, Le Pen’in yükselişinin, ana akım siyasetin (hem Sosyalist Parti (PS), hem Macron) çözüm üretemediği bir politik ekonomik arka planı var. Ancak Yeni Halk Cephesi, Le Pen’i alt edebilmek adına, Macron’un dahi içinden çıktığı Sosyalist Parti ile de ittifakı temsil ediyor. Fakat bu bütüncül mücadele çabası, Yeni Halk Cephesi’nin anti-kapitalist bir nitelik kazanma, burjuvazinin karşısına sınıfsal bir program ile çıkabilme ihtimalini ortadan kaldırma tehlikesi taşıyor. Ek olarak, Yeni Halk Cephesi’nin önderlerinden Melenchon, milletvekilliği için yapılacak 2. tur seçimlerinde 3. sırada kalmış tüm adaylarının Macron’un ittifakı lehine çekileceğini ifade etmiştir. Bu hareket bir nevi, aşırı sağın geriletilmesi adına Macron ile dahi ittifak anlamına gelmektedir ve aritmetik olarak Le Pen’in ciddi farkla önünde olacakları düşünülebilir. Ancak Macron benzer desteği ancak adayların kendi deyimiyle aşırı sol olmayan adaylara vereceğini ifade etmişti.

Bu durum Macron ile ortaklaşma çabasının Yeni Halk Cephesi için temsil ettiği açmazları çok net bir biçimde ifade etmekte. Üstelik eski iktidar partisi olan, Macron’un da içinden çıktığı Sosyalist Parti de ittifakın bir bileşeni. Yeni Halk Cephesi ittifakın genişlemesi adına neoliberal, ana akım politikalara tavizler vermek durumunda kalabilir. Eğer bu yaşanırsa, artık Yeni Halk Cephesi’nin de kitlelerin sorunlarına bir çözüm üretme becerisi ortadan kalkmış demektir. Dolayısıyla Yeni Halk Cephesi girişiminin sonucunu, devrimci ve halkçı güçlerin ittifak politikalarını şekillendirmekte ne kadar etkin olacağının belirleyeceğini söylemek gerek. Üstelik hem Avrupa Parlamentosu seçimlerinin hem de 30 Haziran’daki genel seçimlerin ardından Fransa halkları, yükselen sağa karşı tepkisiz olmadıklarını gösterdiler ve geniş çaplı eylemler düzenlediler. Yani aslında devrimci ve halkçı güçlerin yaslanabileceği ciddi bir tabanın varlığını da yadsıyamayız.

Ancak Yeni Halk Cephesi’nin bu açmazları, bu ittifakın başarısızlığa mahkûm olduğu anlamına gelmemektedir. Özellikle Le Pen’e karşı sokakta gösterilen tepki düşünüldüğünde, Yeni Halk Cephesi’nin içerisindeki sosyalist ve halkçı güçlerin bu tabana yaslanarak ittifakı daha sol bir çerçeveye oturtma imkânı da oluşabilir. Bu durumda Yeni Halk Cephesi eğer gerçekten de kitlelerin sorunlarına gerçek çözümler üretebilir konuma gelebilme potansiyeline sahiptir. Üstelik böyle bir gelişme, Fransa’daki ittifakın dışında kalan devrimci güçlerin de örgütlenebilme ve halk içerisindeki tabanlarını genişletebilmesi yolunda önemli bir fırsat sunacaktır. Bu yönüyle Yeni Halk Cephesi girişiminin Fransa’da nasıl bir sonuç vereceği ittifak içi sosyalist bileşenlerin ve tabii ki Fransa halklarının hareketlerine bağlıdır. Ancak eğer Yeni Halk Cephesi, Le Pen’i yenmek uğruna merkeze kayar ve Macron ile ittifak yapabilmek için sol politikalar üretme kapasitesinden feragat ederse, ciddi bir alternatif olma potansiyelini de kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.

Özetle eğer Le Pen Hitler değilse, yerine Macron’u getirmek çok da bir şey ifade etmiyor olabilir ve Fransa solu Le Pen yerine Macron diyerek, ciddi bir sol alternatif inşa etme potansiyelinden feragat etme tehlikesine karşı dikkatli olmalıdır.

İkinci Turun Ardından

Yazının buraya kadarki bölümünü, Fransız seçimlerinin ilk turunun ardından yazmıştım. Ancak yazının tamamlanmasından önce ikinci tur seçimlerinin de sonuçlanması dolayısıyla, bunun hakkında da küçük bir ek yapma ihtiyacı hissettim.

7 Temmuz’da gerçekleşen 2. Tur seçimlerinin ardından, ilk göze çarpan Yeni Halk Cephesi’nin ciddi başarı sağlayarak meclise en çok milletvekili sokan grup olması. İkinci göze çarpan ise 1. Tur’un kazananı gibi gözüken aşırı sağ ittifakın milletvekili sayısında Macron’un ittifakının dahi gerisine düşerek üçüncü parti konumuna gerilemesi. Ancak bu üç ittifakın da tek başına meclis çoğunluğunu oluşturmak için gereken 289 milletvekilinin çok aşağısında olduğunu da unutmamalıyız. Yine de ilk turun ardından yaşanan bu gelişme, hem Fransa’da, hem de dünya genelinde sosyalist çevrelerde büyük bir sevinçle karşılandı ve Yeni Halk Cephesi’nin beklenmedik başarısı olarak yorumlandı. Kuşkusuz ki, aniden açıklanan seçimlere karşı çok kısa sürede bir araya gelinerek aşırı sağ karşısında ittifaka gidilmesi ve aşırı sağcı ittifakın iktidar olmasının önlenmesi çok önemli bir başarıdır. Ancak özellikle 2. Tur seçimleri özelinde, Fransız seçim sisteminin özgünlüğü de çok kritik bir rol oynamıştır.

Fransa’da her milletvekilliği bölgesinde, eğer adaylardan biri ilk turda %50 oy almayı başaramamışsa ikinci tura gidilmekte ve bu sefer en çok oyu alan aday milletvekilliğini kazanmaktadır. Bu sebeple, 2. Tur öncesinde adayların bir kısmı başka bir aday lehine çekilebilme imkânı elde edebilmekte ve bir nevi seçmene kötünün iyisini seçebilme imkânı da tanınmaktadır. Yazının önceki bölümlerinde de ifade ettiğimiz gibi, Yeni Halk Cephesi zaten aşırı sağ tehdidine karşı gerektiği seçim bölgelerinde adaylarını çekerek, Macroncu veya merkez adayları destekleyeceklerini ifade etmişlerdi. Macron’un ittifakındaki adaylar da ikinci tur öncesinde benzer bir politika uyguladı ve aslında Yeni Halk Cephesi ile bir seçim ittifakı kendiliğinden oluşmuş oldu. Bu iki grubun beraber destekledikleri adaylar ise birçok alanda ayrı ayrı aşırı sağ ittifakın gerisinde olmalarına rağmen, bir araya gelerek milletvekilliğini almayı başardılar. Bu durum ittifakların oy oranlarına kısa bir bakış ile de fark edilecektir. Milletvekilliğinde üçüncülüğe gerilemiş olan aşırı sağ ittifak oyların toplamda %37’sini alarak açık farkla birinci, Yeni Halk Cephesi ve Macron’cu merkez ittifakın her ikisi de %25 civarı oy alarak sırasıyla ikinci ve üçüncü ittifak konumundadır.

Özetle aslında ikinci turda Yeni Halk Cephesi’nin başarısı kitleselleşme ve halkın sol söylem ve politikalara yaklaşması yoluyla değil, bir seçim stratejisi yoluyla gelmiştir. Bu durum elbette ki aşırı sağın iktidara yürümesinin önlendiği gerçeğini ve Yeni Halk Cephesi’nin şu an Fransız parlamentosunda en kalabalık temsile sahip ittifak olarak önemli bir başarı elde ettiği gerçeğini değiştirmemektedir. Ancak yine de seçim zaferi kutlanırken hala Fransız halkının üçte birinin aşırı sağcı adayları tercih ettiği gerçeği ve Le Pen’in bu sonuçları iktidara yürüyüşlerinde ufak bir gecikme olarak değerlendirildiği gerçeği unutulmamalıdır.

Yeni Halk Cephesi İktidarı mı?

İkinci turun ardından ise yeni oluşan meclis aritmetiğinde, kabineyi kurma görevinin kime verileceği ve meclis çoğunluğunun nasıl sağlanılabileceği soruları gündeme geldi. Mecliste birinci ittifak konumunda bulunan Yeni Halk Cephesi iktidar olmayı hedeflediklerini açıklamıştı, ancak ittifak bileşenleri şu ana kadar bir başbakan tercihinde ortaklaşabilmiş değil. Üstelik ortaklaşabildikleri durumda da mecliste çoğunluğu sağlamaları kolay gözükmüyor. Bu durumda akla gelen ikinci ihtimal, Macron’un ittifakının Yeni Halk Cephesi’nin daha merkeze yakın bileşenleri ile ortaklaşarak iktidarını koruması. Özellikle ittifak bileşenlerinden Yeşillerin ve Macron’un da içinden çıktığı Sosyalist Parti’nin böyle bir ittifaka sıcak bakabilme ihtimali olabilir. Ancak şu ana kadar Yeni Halk Cephesi dağılma emaresi göstermiş değil. Üstelik seçimlerin ardından geçen 15 günlük sürede Cumhurbaşkanı Macron yeni hükümeti kurma görevini daha kimseye vermiş değil.

Tüm bunların ışığında, seçimlerin ardından Fransa’yı nasıl bir iktidarın beklediğini kestirmek pek mümkün değil. Ancak şu an görünen Le Pen ve aşırı sağcı ittifakın şimdilik muhalif konumda kalmaya devam edeceği. Bu durum ise, Yeni Halk Cephesi’nin ve sol siyasetin Fransa’nın sorunlarına çözüm bulamaması durumunda, aşırı sağın bir sonraki seçime iktidarda yıpranmadan ve daha da güçlenerek girmesi anlamına gelebilir. Bu yönüyle aslında yazının daha önceki bölümlerinde vurgulandığı üzere Yeni Halk Cephesi’ni akıbetini belirleyecek olan bu ittifakın Fransa’daki sorunlara sol-sosyalist çözümler getirme kapasitesi olacaktır. Macron’la ittifak yapılabilmesi için halkçı politikalardan tavizler verilmesi durumunda, bir sonraki seçimlerde solun Macron’un yaşadığına benzer bir düşüş yaşaması çok şaşırtıcı olmaz. Ancak bu beklenmedik iktidar ihtimali bir yönüyle de büyük bir fırsat niteliği taşımaktadır. Eğer Yeni Halk Cephesi Macron’la ittifak yaparak veya yapmayarak, iktidar olduğunda sol politikalarda kararlı bir tutum alırsa, Fransız halkının sorunlarına çözüm getirme kapasitesini koruyarak, daha da güçlenme imkânına sahiptir.

[1] İlk turda Le Pen’in ittifakı %34 oy alırken, Yeni Halk Cephesi %29 oy almış, Macron’un ittifakı ise %21 civarlarında kalmıştır.

Scroll to Top