Sosyalistlerin Durumu, Açmazları ve Çıkış Yolu Üzerine Bir Tartışma -1

Bu yazı El Yazmaları yazarları B. Aydın Doruk ve Max Zirngast tarafından kaleme alınmıştır.

Rejim ittifakı faşizmi kurumsallaştırma çabasında yeni ataklar yaptığında çubuğu kendimize, sola bükmek fuzuli görünebilir. Ne de olsa, bu faşist hamleye direnmek gerek. Fakat tam da bu ortamda solun, kendisini sadece kuru kuruya bir “AKP/Erdoğan karşıtlığı” üzerine var etmemesi ve halkın ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda gerçek bir çıkış arayışında olması gerektiğini düşünmekteyiz.                                            

Solun krizi kanımızca inkâr edilemez bir gerçeklik. Halkın geniş kesimlerinde ve ülkenin çeşitli yerellerinde solun etkisi oldukça zayıf. Kürt hareketi dışındaki yapılar, birkaç sınırlı alana geri çekilmiş durumda ve sol, gerçekten kitleyi çekip ileriye götürecek bir söyleme de sahip değil. “İçinde bulunduğu durumu açıkça ortaya koymak” sosyalist hareketin tarihinde önemli bir ilkedir o yüzden bu konuda kendimizi kandırmanın bir anlamı yok. Son zamanlarda halk, şikâyetlerini ve hoşnutsuzluğunu daha yüksek dille ifade etse de bu durum, kimilerinin sandığının aksine, otomatik olarak solun yükselişe geçtiği anlamına gelmiyor.

Var olan o boşluğa çeşitli yüzeysel taktiklerle oynayan birtakım yapılar olduğunu söylemekte bir sakınca yok. Bu yapılar kısmen ve yüzeysel bir başarı elde etseler de, bunların üye sayılarının artması ile gerçek anlamda örgütlenmenin aynı anlama gelmediğini defalarca gördük. Mevzubahis boşluk, kuru ajitasyonla, “bir şey yapmak gerek”, “örgütlenmek gerek” minvalindeki soyut çağrılarla kapatılamaz. 

Siyaset Sahası

Son yıllarda yaşanan siyasal gelişmeler herkesi “kamplaşmaya” sürüklüyor. Egemenlerde iki kamp ya da eğilim belirgin olmaya başladı. Bir taraftan faşizmin kurumsallaşması için her gün adım atan ya da atmaya çalışan rejim ittifakı, öte yandan uluslararası sermaye ile uyumlu, demokrasi soslu bir rejimi inşa etmek isteyen restorasyon eğilimi. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında olduğu gibi; “devletin bekası” ekseninde hareket eden, derin bir hegemonya krizi içinde olan devleti ve toplumu -egemen sistemi ve mülkiyet ilişkilerini koruyarak- nasıl geleceğe taşıyabiliriz derdinde olan egemenlerin cephelerine karşı, halkçı dinamikler duruyor. Halkın çıkarları doğrultusunda hareket eden o halkçı seçenek henüz dağınık ve ancak kendini güçlü toplumsal hareketlerde var ediyor. Hiçbir şüphemiz olmasın, gerçek değişim ancak halkçı odaktan güç alarak, halkın hareketiyle mümkündür.

Sosyalist yapılar ise devletten ve sermayeden bağımsız bir sosyalist odağı inşa edemediler henüz. Bağımsız odak, hiçbir zaman burjuva muhalefet ile taktiksel ittifaklar kurmamak anlamına gelmez. Bağımsız odak, örgütlenme ve programda başka bir siyasal-toplumsal eğilimin yörüngesinde olmamak, öyle bir eğilime eklemlenmemek, aksine öz gücüyle hareket etmek anlamına geliyor. Böylesi bir üçüncü seçenek genel olarak salt beyanda kalıyor ve beyanın ötesine gidilmiyor. 

Kanımızca halkın ihtiyaçları ve çıkarlarını esas alan, halkçı dinamiklerde konumlanan ve oradan güç alarak hem halkın özneleşmesi hem de siyasal bir seçenek olarak bağımsız bir sosyalist odağın inşası önümüzde vazgeçilmez görev olarak duruyor. Oraya giden yolda ise kestirme yol yoktur. Yol, kendimizi ve işçi sınıfı başta olmak üzere halkı örgütlenmekten geçiyor; bir yanda sabır ve sebat, öte yanda sağlam bir paradigma ve tahayyül gerektiriyor.

Mevcut durumda halkın canının yandığını biliyoruz. Faşizmin kurumsallaşması eğilimi nasıl doğayı talan ediyorsa, toplumda da aynı şekilde tahribat yaratıyor ve durmadan saldırarak halkın geniş kesimlerini umutsuz, çaresiz bırakmak istiyor. Böyle bir topyekûn toplumsal hücumla karşı karşıya kalınınca, bireysel “çözümler”, örneğin yurt dışına göç etme, toplumsallıktan çekilme, yangından mal kaçırma, kendi canını kurtarma dertleri gibi tutumlar aslında anlaşılır olgular. Tabanını yeniden inşa etmeye gayret eden ve bu vesileyle toplumu yeninden inşa etmeye çaba gösteren bir sol, bu toplumsal eğilimleri bilerek hareket etmeli.

Söylemde kolay gözükse de, önümüzde zorlu ve zahmetli bir görev var. Günün güncel görevlerini karşılayacak sağlam bir paradigma ve yöntem olmadan, oradan oraya savrulmak kaçınılmazdır. Muradımız bu yazıyla bu çabaya küçük de olsa katkı sunmaktır.

Farklarımızı Konuşmak

Sosyalist örgütlerin açıklamalarına bakıldığında, birçok siyasi yapının söylemlerinin birbirine benzediğini görmek çok zor değil. Ayrıca, başta söylediklerimizden mevcut rejimin ortadan kalkması için çabalamanın yanlış olduğu anlaşılmasın. Elbette, faşizmin kurumsallaşmasını durdurmak için mücadele etmemiz gerekiyor ve bu amaca ulaşmak için kimi zaman düzen içi muhalefet güçleriyle taktiksel ittifaklar da kurulabilir. İster seçim kampanyalarında, ister eylemlerde, ister yerel yönetimler üzerine gündelik faaliyette, ister medya ve propaganda araçlarının kullanımında. Fakat bu taktiksel ve geçici ittifakların stratejik yönelimimizi belirlememesi gerekir. Bağımsız hattıyla birlikte devrimci paradigma ve yöntemin önemi tam da bundan kaynaklıdır.

Bunları söyledikten sonra, eğer bu konularda anlaşıyorsak, neden farklı oluyoruz ya da neden farklarımızı konuşmak zorundayız diye pekâlâ sorulabilir. Bu satırların yazarları da kendilerine bu sorunun benzerini sormuşlardır. Aynı şeyleri düşünüp nasıl farklı oluyoruz? Bize göre burada sorunun kökü tek kelime ile “yöntemdir”. Kelimenin açık uçlu oluşunun, birçok çağrışıma kapı araladığının farkındayız ama bunu birkaç başlık ile etraflıca tartışmak istiyoruz.

Marksist Yöntem Bizi Nerede Konumlandırır?

Devrimciler yola çıkarken kendilerine hep aynı başlangıç sorusunu sorarlar: Ne Yapmalı? Zira bu soruya verilen cevap mücadele pratiğinizi doğrudan doğruya etkileyecek ve belirleyecektir. Yani “Ne Yapmalı” sorusu bir anlamıyla, somut durumun tahlilini içerir. Somut bir sorudur. Aynı zamanda “Ne Yapmalı” sorusu harekete geçeceğiniz konumun kendisini de belirler. Yani nerede durmalı, nasıl bakmalı vb. anlamları da barındırır. Bu ise görece daha “soyut” bir tartışmaya kapı aralar. Nerede konumlanacağınızı, bir dinamiğe veya gelişmeye nasıl bakacağınızı Marksizm süzgecinden geçirir ve ona göre hareket edersiniz. Bu konumlanışın kendisi Marksizm süzgecinden geçtiği için tarihsel bir bağlama oturur ve pratik faaliyetin ufkunuzu daraltmasını engeller. Attığınız her adım sizi “asıl” hedefe götürmek içindir.

Bugün yukarıda bahsi geçen “soyut” ayağın kendisinde bir sıkışma mevcut. Günümüz devrimcilerinin çoğu konum alırken keskinlik arayışı ile hareket ederler. Herhangi bir başlık ya aktır ya da karadır. Onun ya tamamen arkasında durulur ya da tam karşısında konum alınır. Bu fazlaca keskin konumlanış pek de doğru değildir aslında. Doğru değildir çünkü herhangi bir somut bütünlük karşımızda bu kadar sade durmaz. Hele bu durum güncel politik bir başlık ise çok daha karmaşıktır. Bu örneği aslında sosyalist hareketin yıllardır tartıştığı ana başlıklardan olan “Kürt özgürlük mücadelesine nasıl bakılmalı?” ile somutlaştırabiliriz. Kürt siyasal hareketine dair genel hatlarıyla iki eğilimden söz edebiliriz Türkiye Devrimci Hareketi’nde. Ya Kürt siyasal hareketinin peşine takılarak onu Türkiye devriminin yegâne öznesi olarak görme ve bu şekilde bağımsız sosyalist örgütlenmeden ve Kürt siyasal hareketi dışındaki halk dinamiklerinden vazgeçme ya da onları arka planına itme eğilimi; ya da diğer uçtan “Kürt hareketi sosyalist çizgiden kaymıştır o zaman bu hareket düzen içidir” gibi arkaik bir yaklaşım. “Düzen dışı” olmanın sadece sosyalistlik ile örtüşmesi tam olarak yukarıdaki yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşım tamamen apolitiktir. Aynı zamanda bir olgunun bu kadar indirgemeci bir analiz ile eleştirilmesi Marx’ta bulamayacağımız bir yaklaşımdır. Gelin bu maddeyi Marx ile bitirelim:

“Kısacası, komünistler, her yerde, mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler. Bütün bu hareketlerde, ne ölçüde gelişmiş olduklarına bakmaksızın mülkiyet sorununu hareketin temel sorunu olarak öne çıkarırlar.” [1]

Kısacası Marx devrimciliği komünist bir tekele almamış, komünist olmayanlara destekleyici yaklaşımların hangi çizgide olacağını belirtmiştir. Yani Marx bu başlığı günümüz sosyalistlerinin aksine ak ve kara ikiliğine düşmeden daha “karmaşık” bir yöntemle ele almıştır.

Güncel Siyasal Mücadeledeki Sıkışmalar

Bu soyut ayağın sıkışmışlığının pratiğe yansımama ihtimali yoktur. Nerede konumlandığını bilmediğinizde girdiğiniz mücadele maalesef kör dövüşü olacaktır. Tarihsel bağlamdan kopuk bir mücadele zemininin kayganlığı Türkiye gibi bir ülkede sizi çok farklı yerlere götürür ve götürmektedir de. Bugün Türkiye’de bu kaygan zeminin götürdüğü iki nokta vardır: Güncel siyasal mevzulara popülist ve refleksif cevaplar vermeye çalışmak ve yaşadığımız zamana karşı büyük bir “kayıtsız” tavır içerisinde olarak komünistleri edilgenleştiren steril alanlar yaratmak. Bu iki noktayı da sırasıyla açalım.

Yazımızın en başında burjuva siyasal kampı iki temel kampa ayırmıştık. Bugün iktidardaki Cumhur İttifakı’nın kendi siyasal emelleri için bir faşist kurumsallaştırmaya ihtiyacı olduğu attığı her adımda açıkça görülmektedir. Bu ihtiyaç Cumhur İttifakı eliyle burjuva siyasallığının tamamen sağa kaymasına sebep olmaktadır. Cumhur İttifakı’nın alternatifi olarak kendisini gösteren özneler bile kendilerini, bu ittifakın dayattığı siyasal zeminde kurmakta ve görece biraz daha idare eden merkez sağın temsilcisi konumunda olmaktan öteye gidememektedir. Bu sağa kayışın en önemli özelliği ise şu an Cumhur İttifakı’nın önündeki en büyük engel olan halkın direncini “önemsizleştirmesidir”. Ki, aslında egemen blokun farklı kampların uzlaştığı nokta tam da şu: halkın barajını ortadan kaldırma gerekliliği. Zira egemen blokun sınıfsallığı bunu gerektiriyor. Halkçı seçeneği bir siyasi olasılık olarak nasıl gerileteceği ve sınıf mücadelesinde emeği güçsüzleştirip sermayeyi nasıl güçlendireceği konusunda kısmen farklılaşsalar da uzlaşma hususları baki. Faşist eğilim, başkaldıran herkesi ezmek istediğinde, restorasyoncu eğilim halkı pasifleştirmek, ehlileştirip kapsamak istiyor.

Dolayısıyla, düzen muhalefeti her siyasal krizde halkın tepkisini soğurma ve kendisine bağlama refleksi gösteriyor. Ana akım muhalefete göre, birileri sürekli yukarıdan önemli hamleler yapıyor ve eğer şu an sokağa çıkılırsa bu, ancak iktidara yarayacak. O yüzden halk her daim sakin ve sükûnet içinde olmalı, provokasyona gelmemeli ve duvarları epey büyük meclistekilere bakmakla yetinmeli. Elbette zamanı geldiğinde birileri birilerinin fişini çekecektir. Kısacası burjuva öznelerin toptan sağa kayışı onların sokakla ve halkla bağlarını koparmaktadır.

Ortada iki boşluk var. Bunlardan birincisi düzen siyasetinde bir “sol” kanat ikincisi ise halkın sokak ile bağını güçlendirecek devrimci bir özne. Yukarıda bahsedilen ilk eğilim bu iki boşluğu birbirleriyle bütünleştirmiştir. Geniş halk kesimlerini arkasına alacak siyaseti bulma arayışı, Cumhur İttifakı’yla mücadele etmeyle daraltılmış bir mücadele programı ile bütünleşince daha popülist kaygılarla hareket etmeye sebep olmuştur. Bu durum sosyalist hareketin bir kısmı için büyük bir ufuksuzluğun kaynağıdır. 

Siyasal iktidarın kendisini hedefleme ve kazanma mücadelesi karşımızda olan sınıfın tamamına dair mutlak bir saldırı içerisinde olmayı gerektirir. Saldırı oklarını sol popülist bir söylem ile hedef küçülterek yöneltmek asıl olandan uzaklaştırmaktadır. Bugün Cumhur İttifakı ile mücadele, biz sosyalistler için başat bir görevdir, ancak sorun bu mücadeleyi tekleştirmek ve mutlaklaştırmaktır. Hal böyle olunca, tek derdin Cumhur İttifakı ile mücadele etmek oluşu, diğer burjuva aktörlerin ve devlet ve sermaye gerçekliğinin görmezden gelinmesini beraberinde getirir. Bu popülist yaklaşıma aslında tek bir temel soru yöneltmek istiyoruz: Cumhur İttifakı gittiğinde ne olacak? 

Bugünün Türkiye’sinde bu soru, “o zamana” bırakılmayacak kadar önemlidir; burjuva siyasal krizinin Cumhur İttifakı ile “sonlanmasını” istemeyecek herkes için can yakıcıdır.  Bu yüzden az veya çok, birincil veya ikincil sermaye sınıfının temsilcilerin tamamıyla mücadele etmek gerekmektedir. Diğer türlüsü yukarıda sorulan soruya cevap üretilememesine, hatta o soru ile türetilecek iktidar perspektifinin oluş-a-mamasına sebep olacaktır. Diğer türlüsü sermayenin temsilcisini yıkan ama sermaye düzenini yıkamayan bir yapı olacaktır. Son olarak diğer türlüsü çubuğu bükmek değil çubuğu kırmak olacaktır. Bugün bunu yapamayan hareketler açıkça savruk ve objektif olarak düzenin solunda yer alacak bir eğilimi örmektedir.

Dahası, varsayalım Cumhur İttifakı siyasi erkten düştü ve Türkiye devleti ve toplumu yeniden yapılandırılıyor. O anda hiçbir şey sıfırdan başlamayacak. O anda siyasal ve toplumsal güçler kendileri bir Tabula Rasa misali boş bir harita üzerine yeniden konumlanmayacaktır. Cumhur İttifakı’nın iktidarı nasıl ve hangi güçler tarafından sonlandırılacağını, ondan sonraki gelişmeleri doğrudan etkiliyor. Kanımızca bu mücadele, sınıf mücadelesini ve halkın özneleşmesini görmezden gelinerek başarılı ve istenen bir sonuca varamaz. 

İkinci eğilim ise bu boşluktan korunmanın daha sağlıklı olacağını varsaymaktadır. Atılacak her adımda ne kadar kirleneceği hesabını yapmaktan adım atamayan bir yapı için “geniş halk yığınları” çok daha korkutucu görülmektedir. Bu yığınların içerisinde devinmek, önderlik kazanmak yerine dışında konumlanmak ve onları kontrollü içermek daha mantıklı gözükmektedir. Bu konumlanış belli bir çıtayı da beraberinde getirmektedir. Komünistliğin görevi olan dışarıdan bilinç bir anda dışarıda bilinç haline gelmektedir. Bu kayış zaten “dışarıdan bilinç” kategorisini yanlış anlamaktan kaynaklıdır. Böylece bu anlayışta, bilinç sahibi olanlar Marksizm’e layık olanları yanlarına davet ederler. Marksizm ile kutsanmayanlar ise zaten yanlıştır. Tarihsel doğruların tespiti ile kutsanmış bir güncel siyaset, hareketsiz ve donuk olmak zorundadır. Dışarıda duranın, kırılma anlarında kendi dışında olana karşı paranoyası o kadar artar ki far görmüş tavşan gibi kalakalır. Harekete kim nereden ihanet edecek, ona bakar. Bu eğilim burjuva siyasal krizlerin durmasını, ortalığın sakinleşmesini beklemektedir. Çünkü o zaman ortaya çıkıp “Bakın ben demiştim yine onlar kazandı” diyecektir. Bugün bu eğilim kendisini edilgen bir hale sokmaktadır. Tarih sahnesinin kenarında durup kafasındaki homojen devrimi hayal etmektedir.

Korunaklı alanda, homojen devrim hayali açık açık devrimden ve mücadeleden kaçmak anlamına gelmektedir.  Bugün bu yapıları büyük sloganları, bir o kadar büyük bilgeleri ile görmekteyiz. Tekil tekil örgütlenmeler ile güncel başarılarını ölçmekteyken, toplumu kesen herhangi bir başlığa ise çok bulaşmamayı tercih etmektedirler. Örneği yine yukarıda bahsettiğimiz durumdan verelim. Saray rejimi Kürt halkına acımasızca saldırırken bu yapılar, Kürtlerin, imkân verilse ne kadar işbirlikçi olduklarını anlatıp durmaktadır. Çünkü Kürt’e sövmek Kürt’le dayanışmaktan daha homojendir. Daha az tehlikelidir.

Mücadele Yöntemlerinde Tıkanmalar

Bugün sosyalist harekette yaşanan bir başka sıkışma ise siyasal pratiklerimizdedir. Halen eski dönemlerin faaliyet ve eylem biçimleriyle hareket ediliyor. Gezi isyanında ortaya çıkan yaratıcı potansiyel bir türlü kalıcı ve örgütlü bir yaratıcı mücadeleye dönüştürülmemiştir. Bütün sosyalist hareketi içerisine katarak söylememiz gerekiyor ki bu “yaratıcı” dönemin orijinal mücadele yöntemini hala keşfedememiş durumdayız. Fakat burada sıkışmadan kastımız bu başarısızlık değildir. Bu başarısızlık karşısında alınan tepkiyi veya yeni dönemin yaratıcı mücadele biçimlerinin arayışına hiç girmemeyi, hatta öyle bir sorunu inkâr eden bir eğilimi kastediyoruz.

Dönem tarifleri, sadece bir siyasal analizi değil aynı zamanda hedefleri de içerir. Siyasal analiz sonucu ortaya konulan hedeflere ulaşmak da dönemin şartlarına uygun pratik faaliyeti örmekte yatar. 2013 Haziran’ından sonra Türkiye’de devrimciler adına yeni bir mücadele döneminin açıldığı söylense ve Gezi isyanına dair birçok analiz yapılsa da bu analizlerin doğurduğu hedeflere ulaşabilmek için yeterli pratikler ortaya atılamamıştır. “Her şeyin” değiştiği yılların ardından aynı mücadele yöntemleri, aynı örgütlenme kanalları ısrarla devam ettirilmiştir. Özgün mücadele pratiklerini aramak isteyen bazı yapılar ise yeninin yolunda tökezledikleri an eskinin konforlu gölgesine kendisini atmış, tespitlerini sadece soyut düzeyde bırakmıştır.

Burada bahsedilen “özgünlük” ve “yenilik” salt devrimci faaliyette yenilik değildir. Aynı zamanda faaliyete yaklaşma yönteminde yeniliktir. Herhangi bir hamleye, mücadele başlığına daha önce yapılan yüzlerce başlık gibi bakmakta, yaklaşmakta ve bu mücadele başlıklarını hep aynı “mekanizmaya” sürükleme isteğinde ve hep aynı hataları yapmakta olan ısrardır. “Mekanizma” başlığını bir sonraki maddeye saklayalım ve tekrar ederek devam edelim. Biz burada salt bir yaratıcılık sorunu görmüyoruz. Biz burada alışılagelmiş yöntemleri ve anlayışı fetişleştirme ve romantize etme sorunu olduğunu düşünüyoruz.

Tarihin her dönemi kendisi ile beraber yeni mücadele araçları da geliştirir demiştik. Örneğin Lenin Ne Yapmalı? kitabının büyük bir kısmında dönemin Rusya’sı için mücadele araçları ve yöntemi önermiş hatta bu başlıkların bir kısmında polemiklere girmiştir. Aynı zamanda Türkiye devrimci hareketinin tarihinde de zor dönemlere adapte olunmak için yaratılmış, farklı anlamlar yüklenmiş pratikler mevcuttur. Fakat bu pratiklerin kendisi hiçbir zaman mücadele ile eşitlenmemiştir. Esas olan sosyalist mücadelenin kendisidir, mücadele pratikleri ise hedefe gitmek için yaratılır ve yeri geldiğinde değiştirilebilir veyahut bırakılabilir. 

Bugün geldiğimiz noktada ise durumun çok da böyle olmadığını görüyoruz. Sosyalist mücadelenin kendisi ile güncel mücadele pratiklerinin kendisi eşitlenmiş vaziyette. Hatta sosyalist mücadelenin, güncel pratiği doğurmasının aksine verdiğiniz pratik mücadelenin sosyalizm mücadelesi verip vermediğinizi belirler hale gelmiştir. Eğer bir konuda x refleksini göstermezseniz siz mücadele etmeyen tembel olabilirsiniz hatta devrimci bile olmayabilirsiniz. Çünkü devrimci demek, en temelinde devrime doğru adım atmak, devrimin olanaklarını güçlendirmek demektir. Devrimcilik en “sol”, en “radikal” söylemi dile getirmek ve aynı zamanda “devrimcilerin her zaman yaptığını” ya da “her zaman söylediğini” tekrarlamak değildir. 

İşte bu durumun kendisi bir fetişleştirmedir. Kimi faaliyet biçimlerine o kadar mistik bir anlam yüklenmiştir ki bunlar birer ritüele dönüşmüştür. Her ritüel gibi sorgulanmaz haldedir, halkın ve devrimcilerin yabancılaştığı bir hal almıştır. Karşımıza gayet çalışkan fakat bir o kadar yeniliğe kapalı, yaptıklarına yabancılaşmış bir devrimci toplam çıkmaktadır. Halkın geniş kesimlerinin mücadele etmekten sakınmadığını, kendi hakları ve çıkarları için mücadele edip bedel ödemeyi de göze aldığını tekrar tekrar görüyoruz. Siyasi faaliyet başarılı olmuyorsa halkı, kitleleri suçlamaktansa, kendi diline, mücadele yöntemine, faaliyet biçimlerine çubuğu bükmekte yarar var. 

Gelin görün ki, bugün elbette ideoloji ve yönelim itibariyle dağınık ve bütünlüklü olmayan işçiler, kadınlar, Kürt halkı, Aleviler, Arap Alevileri, gençler, doğa talanına karşı yaşam alanların korunması için direnenler, halkçı dinamikler birçok açıdan sol-sosyalist yapılardan çok öndedir. Sol-sosyalist yapılar ise halen “öncülüğü” tartışıyor. En temelinde, kitlelerin gerçekliğinde karşılık bulmayan dil ve faaliyet biçimleriyle, arkadan ve dışarıdan öncülük edilemez. 

Kitlelerin Örgütlenme Araçlarını Yaratmaktan Uzak Olunması

Gelelim yukarıda bahsedilen “mekanizma” başlığına. Burada bahsedilen mekanizmanın geniş toplumsal yığınlar ile bağ kurma, onları örgütleme ve özne haline getirme üzerine olduğunu açıklayalım. Yine yukarıda bahsettiğimiz gibi Gezi isyanı bizim için tartışmasız bir yeni dönemin kapısını araladı. Maalesef o günden bu güne sosyalist hareket güçlenmek yerine güçsüzleşti ve ufkunu daralttı. Bunun elbette birçok sebebi vardır, bize göre bu sebeplerin en büyüğü sosyalist hareketin geniş yığınlar ile temas ettiği araçları yaratamamış olmasıdır.

Sosyalist hareketin büyük bir çoğunluğu bugün devrimci mücadelenin kendisini bir “parti örgütleme” ve partide insan sayısını arttırma olarak görmektedir. Parti büyüyecektir, bilinecektir ve sonra… Sonrası maalesef kimsede yoktur, sonrasını düşünmek için partiyi büyütmek gerekmektedir. Peki, partinin büyümesi nedir? Elbette daha fazla bilinmesi ve üye sayısının artmasıdır. Bu sorulara verilen cevaplar devrim stratejisinin yok olmasına, toplumsal yığınlarla temasın daralmasına ve bu vesileyle kitlesel bir özneleşmenin yaratılamamasına yol açacaktır.

Devrim stratejisinde parti, devrimi tek başına yapan kahramanlar toplamı değildir. Parti devrimci kavganın ideolojik ve pratik önderliğini yapmaktadır. Yani partinin önderlik yapacağı “başkaları” da vardır. Ayrıca, devrim sürecinde tek bir partinin olmasına dair de bir “yasa” yoktur. Sanılanın aksine, Bolşevikler de o kadar yapayalnız değildi. 

Parti tek başına bir özne değil, öznelerin amiral gemisidir. Bu amiral gemisi her özneyi karnından kendisine bağlayamayacaktır. Bu işin doğasına aykırıdır, tarihte de böyle bir şey gözükmemektedir. Dediğimiz gibi, Bolşevikler Sovyetleri tamamen kapsamamış, Küba Devrimi sadece 26 Temmuz Hareketi üyeleri tarafından yapılmamıştır. O zaman, “devrimci mücadele eşittir parti” demek değildir. Hiçbir zaman öyle değildir, bugün ise varılan sermayenin toplumsallaşma düzeyi ve insanların bireyselleşme düzeyleriyle hiç olmaz zaten.

Özetle, bir “mesele” olarak toplumsal yığınların devrimci çizgide özneleşmesi karşımızda durmaktadır.

Bugün böyle bir dinamiği yaratmanın araçlarından yoksun vaziyetteyiz. Bu araçları yaratma ihtimalini de araçları partiye göbekten bağlama ihtiyacı olarak görüp yok etmekte veya “bu ihtimallerin” sonunu tayin ederek ciddiye almamaktayız. Toplumsal yığınlar ile temas eden mekanizmaları sürekli sınıf mücadelesinden sapacak korkuları ile yaklaşmak veya buradan bana iş çıkar gibi küçük hesaplara girmek orayı doğrudan edilgen bir hale getirmektedir. Kendi siyasal gündemini, araçlarını ve kadrolarını çıkaracak bir alanın önce kendi kaderini tayin hakkı olmalıdır. Komünist parti ile gireceği ilişki ise bir hegemonya ilişkisidir. Zira oluşturulacak bir devrim stratejisi ancak böyle mümkündür.

Yukarıda bahsedilen süreç karmaşık ve uzun solukludur, aynı zamanda da temel gündemimiz olmaktadır. Sosyalist hareketin bir kısmı bu başlıklarda hamleler yaptığını iddia etse de programatik olarak hala devrimi partiye indirgemektedir. Hatta devrime giden süreci partiye üye kazandırıp partiyi güçlendirmekten başka bir şey olarak algılamadığından ciddi sorunlar yaşıyor. Kökten bir sorun mevcuttur ve kalıcı bir dönüşüm olmadan bu sıkışmadan çıkmak mümkün değildir.

Bu sorunun çözümü 21. yüzyılda sosyalizmin inşasının tartışılmasıdır. Bugün yıllar öncesine göre değişkenlikler kendisini göstermektedir. Bu değişkenlikler basitçe, eylemde farklılık ile değil, derin bir tartışma ve inceleme ile anlaşılır. Maalesef bugün bu tartışma “bizim mahalleden” uzaktır.

Sonuç ve Görünüm

Yukarıda çizilen hat bize göre bugün sosyalist hareketin gerçekçi bir analizinin ögelerine dayanıyor. Bu analiz, sosyalist soldaki herkesi kapsamaktadır. Bu analiz ilk bakışta “karamsar” gibi dursa da çözümün ipuçlarını da göstermektedir. Çözüm için bazı kavramları yeniden düşünmenin, onların çarpık anlamlarını netleştirmenin doğru olduğunu düşünüyoruz. Bunlardan birisi “hegemonya” kavramı etrafında, diğeri ise “halk” ve “halkçılık” kavramı etrafında tartışacağımız konulardır.

Yazımızı bitirirken, sosyalist solun başlıca hedefinin toplumsal hareketlerle buluşup, siyasal işçi ve halk hareketlerini yaratmak olması gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Türkiye tarihinde emekçiler, tam anlamıyla, geniş çapta bir siyasi özne olamadı hiçbir zaman. Halkın Türkiye tarihinde ancak 1960 ve 1980 yılları arasında, geniş çapta böyle bir girişimde bulunduğunu saptamak pek yanlış olmaz.

Tersinden bakınca, sosyalist yapılar gerçekten büyük ve gerçek birer siyasi aktör halinde gelmek istiyorlarsa eğer toplumsal hareketin yükselmesi ve siyasallaşmasını sağlamak zorundadır. Mücadele yöntemi ve mücadeleye yaklaşım başlıkları altında tartıştığımız konular burada bağlanıyor. Toplumsal hareket dışında konumlanan bir sosyalizm/komünizm anlamsız ve etkisizdir.

Tam da o gerçek siyasal işçi ve halk hareketlerini yaratabilmek için hareket içindeki ve toplumdaki hegemonya mücadelesini ve siyasi bir yöntem ve program olarak 21. yüzyılda halkçılık konusunu işlemek zorundayız.

 

[1]Karl Marx&Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu ve Hakkında Yazılar, 6.bs, (İstanbul, Yordam Yayınları, 2015), sy 51